TERK EDİLMİŞLİĞİN ÇOCUKSU HÜZNÜ

Hakikat
13 min readDec 5, 2019

--

Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali

Keskin bir viraj ile birleşmişti battıçıktı. Ciddi bir tasarım hatasıydı muhtemelen. Hayır, hiçbir yol ve trafik ya da ulaştırma mühendisi böyle bir battıçıktı tasarlamaz; aklı olan ve erdem sahibi hiçbir inşaatçı da iradesi özgür olsa, bozuk sistemin paslı çarklarında üretilmiş ve emrivaki ile eline tutuşturulmuş bu yanlış projeyi uygulamazdı. Fakat kazanın esas nedeni Türkiye’nin “formalite sağlansın da gerisi mühim değil” standartlarına uygun olarak inşa edilmiş battıçıktının mevcut bilimsel yöntem ile oluşturulmuş mühendislik ilkelerine göre yanlış olan tasarımından ziyade, şoför delikanlı ve özellikle de yanındaki genç kızın libidolarının haddinden fazla olmasıydı.

Kaza hemen önümde yaşanmıştı, her anını film izler gibi görmüştüm. Kazanın hemen arkasındaki arabanın sürücüsü olarak, kazanın bir nesnesi olmamak için epey mücadele de etmiştim hatta. Gözlerimin önünde 40 saniyelik bir plan sekans gibi yaşanıp biten kazanının son karesi de retinamı anlayamadığım bir biçimde delip“içeride” işlenmesi nanosaniyeler süren bir ışık paketi olarak beklerken, lahzada kendi arabamı durdurup ters dönen aracın yanına koşturdum. Eğilip sürücü kapısının camından içeri baktım, vaziyet vahimdi. Şoför koltuğundaki delikanlının cinsel uzvunun olduğu bölgeden adeta kan fışkırıyordu. Yan koltukta ise kopmuş kafası kendi kucağında, göğüsleri açıkta ve yarı çıplak bir genç kız vardı. Delikanlının kopan cinsel uzvu da genç kızın kucağındaydı. Hikayenin kısa özeti; yalancı ve uydurulmuş bir fiil olan “inanmak” fiili yüzünden gençliğin dinçliğine ve güçlülüğüne inanıp da bolca adrenalin salgılatarak hayatın tadını en lezzetlilemek için arabayı haddinden yüksek hızla kullanırken arabada sevişmeye ve hatta oral sevişmeye kalkışan gençlerin, trajik olduğu kadar ibretlik ve insanı hüzne boğan sonundan ibaretti. Ters dönen arabanın içinde yere göre ters duran delikanlının yüzüne baktım, belki de ölmek üzere olduğu halde o da beni fark etti…

— Çok günah işledim, cehennemde yanacağım, ölüşüme baksana! Tanrı beni sonsuz kini ile mahvedecek, bana sonsuza dek azap edecek.

dedi.

— Varoluşum ve bilincimdeki algılarım üstüne yemin olsun yanmayacaksın… Öleceksin, yok olacaksın, önce ruhun yok olacak, sonra gövden, ruhun gövdenden önce yok olacak. Ne Tanrı diye biri var, ne cehennem diye bir yer, ne de sonsuz yok oluşa korku içinde gitmen için bir neden…

dedim.

Günahkâr ve zinâkâr gencin yüzünde halinden memnun bir gamsızın tebessümünü gördüm. Biraz sonra da öldü. 4–5 Saniye boyunca açık gözlerindeki ışığın kayboluşunu izledim. Delikanlı; önceden gözlerinde ışık olan bir gövdeydi, şimdi ise gözlerinde ışık olmayan bir gövde olarak kalmıştı. Dünya ise bu olay ile belki çeyrek çay bardağı kadar göz yaşı kazanmış ama bir kaç cigabayt boyutunda insani hafıza ile bir miktar da ATP enerjisi kaybetmişti. Gerçi enerji bir şekilde korunuyor. Delikanlının gövdesinde sahip olduğu enerji değeri toprağa gömüldükten sonra bir şekilde böcek ya da bakteri türü canlılara, onlardan bitkilere, hayvanlara ve günün birinde muhakkak insanlara geçecekti. Ve o insanlar o ATP enerjiisi ile belki bir miktar sevişecek belki de bir miktar yaratacaktı. Belki de bir miktar düşünce üretecekti.

Bunları düşünürken yobazın biri geldi yanıma:

— Ne söyledin sen buna ?

dedi.

Yobaz, kazayı görüp de arabasını durdurmak durumunda kalan diğer insanlardan biriydi. Diğerlerinden farkı taassup organının büyüklüğüydü.

— Tanrı diye bir adamın ve ahiret diye bir ülkenin var olmadığını ve cehennemde sonsuza dek yanma korkusu içinde ölmesinin anlamsız olduğunu söyledim. Hatta bunun üzerine yemin de ettim.

— Tanrı diye bir adam yok mu? Ne diyorsun lan sen manyak. Tanrı yoksa bu zinakar meftanın işlediği günahların, yaktığı canların, yediği hakların, çaldığı malların, ettiği eziyetlerin hesabı nerede ve kim tarafından sorulacak?

— Senin gibi -aklı biraz zor ve azıcık da karmaşık olanı anlamıyor diye- aklını bütünüyle kapatan yobazlar, “inanmak” denilen uydurulmuş fiilin sonsuz gibi görünen çukuruna atlayıp da sonunda yere çakılmayacağını sanmanın ebleh tebessümü ile yaşayan müminler, daha doğmadan ölmeye başlamış, ölmek için can atıp duran gazalici hiççilikçiler, varoluşun tüyden hafif ağırlığının altında ezilmekten ses bile çıkaramayan ruh hastası klasik hiççilikçiler, olanı biteni çok iyi ve hatta en az benim kadar iyi görüp anladığı halde dış dünyaya tek bir seda vermeyen edilgenler, içlerinde -o hayvan bedenini ve canını kemirirken bile- vahşi bir hayvanla yaşamaya alışmış kan ve terden beslenen bencillik hastaları… Sizler var olmasaydınız mesela, meydana atlar, rüzgarın önüne dikilir ve gözlerimi kısmamanının acısına dayanmak pahasına bu gencin yediği hakların hesabını ben sorardım. Ben varoluşumu ciddiye alıyorum. Varoluşu ciddiye almak onun sorumluluğunu üstlenmektir. “Bu dünyada zulüm varsa karşısına durmak, bu dünyada adalet yoksa adaleti yoktan yaratmak, barış yoksa barışı hiçlikten büyütmek, iyilik yoksa da iyiliği bir israiloğlu mitolojisi tanrısı gibi yokluğun içinden çekip var etmek benim vazifemdir” diyorum. Adam gibi bir gövde olsaydın da ölmeden önce sorsaydın bu yerde yatan gövdenin ettiği zulümlerin hesabını.

Muşta

Yobaz bu anlattıklarımı dinine, inancına ve kimliğine hakaret saydı. Cebinde muşta taşıyormuş yavşak. Muştayı çıkardığı gibi parmaklarının arasına geçirip yumruğunu salladı suratıma doğru. Önce çenem kırıldı, çene eklemimdeki mandibula başı ile eklem diski darmadağın oldu. Kafatasımdan gelen çatlama sesini bir saniye sonra duydum. Yere yığıldım. Cebinden siyah renkte columbia bıçağını çıkardı. Yerde yatarken bir tane mideme ve bir tane de diyaframıma sapladı. Orada bilincimi kaybettim zaten. Sonrasında da öldüm.

Bir saniye bile değil, sadece bir an sonra 18. yüzyılın ortalarında Paris Kilisesinin önünde bir bahar sabahında ellerimde paslı ve kalın bir zincirin ağırlığı ile buldum kendimi. Reenkarne mi olmuştum acaba? Önceden sahip olduğum algılarımın tümü hala zihnimin içinde serbestçe yüzüyordu. Sadece varoluşum ile uzayzamandaki yerim değişmişti. Zaman çizgisi üzerinde bir andan sonraki ana geçerken arada boşluk var mıdır? Peki hacimde; içinde hava dahil diğer bütün maddelerin, elektronların, fotonların, manyetik alanın ya da higgs alanı gibi başka alanların da var olmadığı mutlak bir boşluk mümkün müdür? İşte bu meşhur soruların cevabını bu yeni ortamda, varoluşumun bir anda belirişi ile çözdüm. Lakin bunu kutlayacak vaktim yoktu zira bedenime yapılacak eziyeti izlemek için yüzlerce kişi toplanmış aşağılık bir mahkum olarak belirmiştim bu uzayzamanın içinde. İki tekerlekli bir yük arabasının üzerinde elimde bir meşale ile Paris Kilisenin önündeki meydana getirdiler beni. Üzerimde uzun beyaz bir gömlek vardı. Suçumu itiraf etmem istendi, suçumun ne olduğunu bilmediğimi söyledim. Elime bir kağıt tutuşturdular. Sesli biçimde okudum: Fransa Kralı 15. Lui’ye başarısızlıkla sonuçlanmış bir suikast düzenledim, suçluyum.

Fransa Kralı 15. Lui (1710–1774)

Fransız ceza hukukuna göre kral katillerinin ya da suikastçılarının cezalandırılma şeklini ilgili yasa metninden okudular. İnfaz edilişim ve daha da önemlisi çekeceğim eziyet, beni izlemek isteyen herkesin gözü önünde uygulanmalıydı. Bu yüzden meydanda adi bir at arabasının üzerindeydim. Meydanın orta yerindeydim. Burada kalınca ağaç kütükleri ile üç ayak şeklinde kurulu bir platforma dikey olarak dayadılar, kollarımdan ve ayaklarımdan bağladılar. Fransız Devletinin meşru ve resmi işkence etme belgesini haiz azapçı memuru elinde kerpeteni ile yanıma geldi. Beraberinde kilden mamul kalın tabanlı ve büyükçe bir kap ve içinde de kömür korları vardı. Kral öldürmeye yeltenmiş bir suçlunun; suç teşebbüs aşamasında kalmış olsa bile bir tür işkenceler serisi şeklinde olan cezasının ilk bölümünde, kor ateşte ısıtılmış kızgın kerpetenle; kollarında, kalçalarında, baldırlarında ve memelerindeki lop lop yumuşak etler çekilerek izlemek isteyen herkesin gözü önünde koparılırmış. Azapçı memur kerpetenini önce pişmiş kilden mamul kabın içindeki koru körükleyerek kızdırıyor sonra gövdeme yönelip, mevzubahis yasada oldukça detaylı bir biçimde anlatıldığı gibi koparılması gereken bölgeye geçiriyor, iki eli ile birden var gücü ile sıkıyor, zaman zaman yere sabitlediği ayaklarından da güç alarak kerpeteni sağa ve sola çeviriyor ve etlerin iyice kopmasını sağlamaya çalışıyordu, maaşının hakkını veren dionisoscu bir memurdu. Bende ise durum vahimdi: her koparma anında içimde yüzeduran bütün algılar bir an için yok oluyor ve geride sanki gücüm kalmış gibi bütün varoluşumu feryadıma harcıyordum.

En son, sol memeyi de kopardı ve kirden kahverengi pas rengini almış eli ile bütünleşmiş gibi duran kerpeteni hızlıca savurup üzeri kızıl kan ile kaplı o pembe et parçasını da yere fırlattı. Bedenimden kopan her parçada hayatım boyunca hiç bağırmadığım kadar bağırmıştım. Tüm bu işkence sırasında yanı başımda hazır bulunan papaz ise bütün “şefkati” ile beni teselli ediyor, benim için dualar okuyor ve daha fazla tövbe dilenmemi sağlamaya çabalıyordu. İmansız olduğumu ya da en azından bir zamanlar müslüman doğmuş bir mürted olduğumu hatırlayabilsem papaza dualarla falan uğraşma konusunda zahmete girmesine gerek olmadığını söylerdim. Onun yerine gözlerinin içine anlamsız şekilde bakıp durdum sadece. Bu sırada kafamı kaldırıp gövdemi yokladım. Sağ ve sol memelerim koparılmış, bacaklarım, baldırım kan içindeydi. Kendimi biraz zorlayarak kollarıma baktım ve kollarımın pazularının da kerpetenle deşilmiş olduğunu algılayabildim. Hem ellerim bağlıydı hem de pazularım deşilmişti, bu yüzden kalçalarımın durumunu öğrenme şansım hiç yoktu.

Bu sırada cezanın ikinci bölümü başlamıştı. Azap çektiğim alanda keskin bir koku vardı, geriye bir şey olarak kalmış bir benlikmişim gibi o kasvetli kokuyu ben bile duyabiliyordum. Bu koku, cezanın ikinci bölümünde uygulanacak içinde erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dolu kazandan geliyordu. Azapçı memur, tencerenin içinde fokur fokur kaynamakta olan karışımı kepçe ile aldı ve teker teker üzerimdeki bütün kerpeten deşiklerinin üzerine dökmeye başladı. Döküm sırasında artık ses ile yaratamadığım feryadım göz ve ağız salyalarımla, göz kapaklarımla ve yüz kaslarımla ortaya çıkıyordu. Ara ara kendimden geçip bayılıyor ve her döküm sonrası yeniden bilince geliyordum. Cezamın üçüncü aşamasında iki kolumdan ve iki bacağımın baldır hizasından olmak üzere dört tarafımdan tekrar çözülmem mümkün olmayacak şekilde çok kalın bir iple ve ustaca bir düğümle bağladılar beni. İplerin diğer uçları arabalarından çözülmüş ancak bağlantı aparatları halen üzerlerinde bulunan dört atın arkasındaki yatay millerine sıkıca takılıydı. Azapçı memur ve onun yanındaki dört kraliyet askerinin her birinin elinde oldukça büyük kırbaçlar vardı. Kırbaçla vuruş anında senkronize olmak, kırbacı aynı anda kaldırıp aynı anda indirmek için talim aldıkları belliydi. Atlar, havayı bir ustura gibi kesen kırbacın daha sesi kulaklarına varır varmaz şaha kalkarak bütün vücutlarına bağlı halatlar ve miller sisteminden kurtulmak istercesine öne atılıyor, bütün beygirel güçleri ile bedenimi dört tarafa doğru çekmiş oluyorlardı. Bense o sırada sadece evimde olmak istiyordum. Kendi evimde, henüz hiçbir şey başlamamışken, bir cumartesi sabahında, televizyon karşısında, sevgilimin hazırladığı menemenli bir kahvaltı ediyor olmak istiyordum.

Feryada dahi takatim kalmamıştı. Dört tane doru at bedenimi dört bir yana çekip beni beygirsel enerji ile dört ya da beş parçaya bölmeye çalışırken ara sıra başımı bir kaç santim oynatıp gövdemin halini görmeye çabalıyordum. Sesim hiç kalmamıştı ve hatta sesin nasıl bir şey olduğunu unutmuştum. Uzunca bir süre sonra azapçı memur bu işin bu şekilde olmayacağına karar kılıp yanıma yaklaştı, usturası ile koltuk altlarımdan ve kasıklarımdan derin kesikler açtı. Muhtemelen böylece yasada emredildiği şekli ile; iki kol, iki bacak ve geriye kalan gövde olmak üzere beş parçaya nizami biçimde bölünmüş olacaktım. Dört adet yağız at tarafından çekilmeme rağmen parçalanmayışımın nedeni de muhtemelen kalın derimin mukavemetiydi. Azap memuru işini garantiye almak için, etrafına bulaşan kandan ve kükürt balmumu karışımından artık kasığım mı yoksa kalçam mı olup olmadığı belirsiz yerlerime usturası ile 3–4 cm derinliğinde ilave kesikler de attı. Kesikler atılırken bütün yaşam enerjimi başımı kaldırmaya harcıyor, bir miktar kaldırıyor, zaten kısık olan gözlerimi biraz daha kısıyor, artık bir gövdeden başka neredeyse her şeye benzeyen o et, kurşun, balmumu, kükürt, kemik ve kan karışımı şeye bakıyor ve sonunda bütün gücümle dışarıya ne ses ne de bir görüntü fenomeni bırakan bitimsiz bir çığlık atıyordum. Kanunun uygulamasını kolaylaştıran bu son düzenlemeden sonra azapçı memur askerlere var güçleri ile atları kırbaçlamalarını emretti. Hepsi birden düdük sesi ile atları güçlüce kırbaçladılar. Atlar dört bir yandan şaha kalktılar ve bu sefer sağ kolum ile sol bacağım koptu. Kopan o şeylerin havada uçuşunu, bir bacağımı arkasında sürüyen atı görmeme rağmen kolumun ve bacağımın yokluğunu algılayamıyor, her ikisi de sanki hala yerinde sanıyordum. Göz bebeklerim gözümün beyazına bir barajı aşan sel gibi taşarak büyümüştü. En son bu işin bu şekilde yapılamayacağını düşünen azap memuru eline baltayı aldı ve hala bedenimde kalan diğer kolum ile diğer bacağımı 5–6 altı vuruşta balta ile kesip kopardı. O sırada öldüm.

Azapçı memur konuştu:

— İşte bu kadar! Böylece yasa metninin talep ettiği gibi cesedin beş parçasını da elde etmiş olduk.

Parçaları savcıya gösterip onay yazısını aldıktan sonra götürüp şehir çöplüğüne attılar.

Ve öldüğüm anda varoluşum bir fabrikanın içindeki kayar bandın üzerinde bir civciv olarak belirdi. Geçmişteki belirmelerimde içime hapsettiğim algılarımın hepsi hala içimde yüzüyordu. Ve içimde bir istenç vardı sanki, içgüdü gibi bir şey. Annem olan tavuğu bulmak; onun peşine takılmak, diğer civciv kardeşlerimle onu izleyip toprağı eşelemek ve ufak taşlar ve tozların altında saklı kalmış tohumlar ile küçük böcekleri yemek istiyordum. Daha demin eziyet ile gövdesi parçalanarak idam edilmiş bir insan olmama rağmen şu anda akşam olunca anne tavuğun kanatlarının altına girip göğsünden yayılan sıcaklığın etki alanında huzur ile uyuma istenci vardı minik bünyemde. Fakat etrafta görebildiklerimin tümü çelik grisi renkte metal makineler, çeşitli metal profil ve sac yapılar ile bunların arasındaki lastik bir bantta bekleyip duran küçük sarı civcivlerdi. Civcivlerden erkek olanlar dev gibi insanlar tarafından ayıklanıp bir delikten aşağı atılıyorlardı. Aşağıda bir çuvalın içinde havasızlıktan ölene kadar bekletilip muhtemelen kedi/köpek maması olmak üzere başak bir fabrikaya satılıyorlar ya da direk çöpe atılıyorlardı. Beni atmadılar. Demek ki dişi bir civcivdim. Beni bir kasanın içinde diğer civcivlerle başka bir odaya götürdüler. Orada gagamın ucundaki sivriliği keserek pahladılar. Büyüyünce diğer tavuklara gagamla zarar vermeyeyim diyeymiş. 3.5 Ay boyunca hapishane gibi bir yerde kendi pisliğimizin ortasında sıkış tıkış beslendik. Etrafımdaki bütün tavuklarla geçen zamanın her anında sürekli dehşet içindeydik. Sonra bana A4 kağıt boyutunda bir kafes verdiler. Bir hibrit tavuktum. Her gün yumurtluyordum. A4 kağıt boyutunda kafesimde 4 sene yaşadım. Hareket edemiyordum. Sadece mısır gibi görünen yemimi yiyor suyumu içiyor ve yumurtluyordum. Kanserden ve şeker hastalığından öldüm. 15. Lui’nin suikastına teşebbüs suçundan aldığım ceza daha evla idi. Keşke şu dört yıllık eziyeti çekeceğime bir kral katili cezası ile daha cezalandırılsaydım.

Eskiden eziyet meydanda yapılırdı, azap meydanda verilirdi, herkes görsün ve iktidar bu sayede, gayri meşru olduğu herkes tarafından bilinen ve herkesi korkutan gücünün reklamını yapmış olsun diye. Bugünse artık eziyet kapalı kapılar ardında yapılıyor. Onu da iktidar yapıyor ama bu sefer, demokrasi maskesi altında herkesten saklıyor. Çünkü bugün modern iktidarın egemen olması eziyetin artık insandan ziyade milyarlarca hayvana günlük, sistemli ve sürekli olarak yapılmasını zorunlu kılıyor. Zira milyarlarca insana bir şekilde hayvan yedirmek gerekiyor.

Üstteki grafik dünya nüfusunun zamana yayılı grafiğidir. Evet 250 sene öncesine kadar dünya bom boş bir yerdi. Bütün nüfus 500 milyon civarıydı. Sanayi inkılabı ile insan nüfusu bir anda çılgınca bir hızla artmaya başladı ve bugün artık dünyada 7 milyarın üzerinde insan yaşıyor. 100 Sene öncesine kadar insanlar ile çiftlik hayvanları etik bağlamında asgari denebilecek bir barış içinde yaşıyorlardı, bugün ise insanlık bütün çiftlik hayvanlarını esir almış durumda. Irkçılık, coğrafi izolasyonla birbirinden ayrılmış insan grupları arasında ayrım yapmayı tanımlar. Irkçılıkla mücadele, dünyadaki bütün insan gruplarının eşit olduğu varsayımı üzerinden temellenir. Cinsiyetçilik, cinsiyetler arası ayrımı tanımlar. Cinsiyetçilikle mücadele erkek ve kadının eşitliği teorisine dayanır. Türcülük ise dünyadaki canlı türleri arasında yaşam hakkı temelinde ayrım yapmayı tanımlar. Bu kavramın yaratıcıları tüm canlıların yaşam hakkı açısından eşit değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Veganlık denilen şeyin temel kavramlarından biridir bugün. Ancak vaziyet veganların mücadelesinin “insan; kalbi, yüzü ve minnoş bir burnu olan bir kuzunun kafasını kesip, onu parçaladıktan sonra nasıl yiyebilir” retoriğinin ötesinde bugün. İnsan bir hayvanı öldürüp yiyebilir, bu onun doğasıdır. Ama insan et endüstrisi kuramaz. Bu insanı aşağılık yapar.

İnsan artık dünya tarihinde yapılmış bütün eziyetlerin toplamından daha fazlasını sadece bir günde yapıyor: fabrikalarda, adına çiftlik denen eziyethanelerde sadece boşlukta kapladığı hacme esir edilmiş, varoluşuna zerre saygı duyulmayan, savunmasız hayvanlara yapıyor. “Endüstriyel Et” kavramı insanın tarih boyunca ürettiği en alçakça kavramdır. İnsan bundan daha aşağı bir konuma düşemez. Her hayvanın annesinin yanında dünyaya gelip yavru olma, serbestçe gezebildiği yeterli bir alanda annesi ve kardeşleri ile büyüme ve belirli bir yaşa gelene kadar eti için kesilememe hakkı olmalıdır. İnsana düşen ise et yemeyi azaltmak, et dışı hayvansal ürünlerin üretiminde hayvana eziyet edilip edilmediğine odaklanmak, diyetini büyük oranda bitkisel gıdalar üzerinden yaparak; eti tıpkı 1000 sene, 500 sene, 100 sene, 50 sene ve hatta 30 sene önce yaşamakta olan ortalama bir Türk’ün alıştığı gibi nadiren yemek, yani esnekobur (flexitarian) beslenme alışkanlığı edinmektir. İnsan artık, ağzından kan tadını eksik edemeyen aşağılık bir katil gibi her doğan günde et yemeyi kesmelidir. Hatta mümkünse yapay et teknolojisine bir an önce geçiş yapmalıdır. Hulasa, insanın süpermarketlerde satılan ve görüntüsü et olan şeyin özünü de et sanıyor olması bir trajedidir. Eziyet çekmiş, doğasından koparılmış, hayvanlığı kalmamış, canına saygı duyulmayan, anasının yanında büyümesine izin verilmeyen hayvanların etinden kimseye bir fayda gelmez; gelecekse kanser gelir, diyabet gelir ve başka bin tane musibet gelir.

Varoluşumun civciv olarak belirmesinin ardından, kainatta çekilebilecek en derin azaplardan birini yaşayarak A4 kağıdı büyüklüğünde ve 1 metre yüksekliğindeki hacimsel zilyetliğimde yumurta sanayisine 4 yıl boyunca hizmet vermiş ve ardından kanserden ve bazı veterinerlik ve hayvan bilimleri araştırmacılarının adını henüz koymadığı, hormonal anormali kaynaklı ve diyabet benzeri yeni bir hastalık türünden tahtalı köyü boylamıştım. Cesedimi diğer arkadaşların cesetleri ile birlikte köpek maması fabrikasına satmışlardı. Ekonomik bir değer olan varoluşum en son bir köpeğin midesinde son bulmuştu. Ondan sonra artık yine ve yeniden doğanın öz malıydım.

3 Ocak 1889 tarihinde Torino’da Nietzsche’nin delirdiği an — Kırbaçlanan bir ata duyduğu empati anında atın boynuna sarılıp ağlarken delirmiştir.

3 Ocak 1889 tarihinde Torino meydanına yakın bir konumda araba çeken cılız ve aç bir at olarak belirdi varoluşum. Lakin bir kez daha bilincimde yüzüp duran algılarım, önceki belirmelerim de dahil bütün geçmiş varoluşlarımı kapsıyordu. Aç hissediyordum bu yeni iri bedenimi. Takatim de yoktu yürümeye. Arabacı ise yürümem için büyük kalın kırbacı ile vurup duruyordu bana. Yere yığılmak üzereydim ki pos bıyıklı bir adam gelip boynuma sarıldı. Nietzsche idi bu adam. Hayvan ile üstinsan arasında bir köprü olan ve zihni kavramların içine, dili de sözcüklerin içine hapsolmuş insanı üstinsan yapmanın formülünü arıyordu yıllardır. Benim gibi bir hayvana kavramsız ve sözcüksüz biçimde sadece duygu ile empati yaparken delirmişti. Bu olaydan sonra bir süre daha yaşadım bir at olarak. Günü gelince de bu uzayzamanın içindeki varoluşum sonlandı.

Varoluşumun bir sonraki belirişi 90'lı yılların ilk yarısındadır. Ankara’da ya AŞTİ henüz açılmamış ama yarı inşaat halindeyken ya da şimdiki belediye binasının oradaki eski otogarda küçük bir çocuk olarak belirmiştim. Bu sefer içimde birikmiş algılarım ve hatıralarım bir çocuğunki kadardı. O tarihte herhalde bir yerden bir yere gitmek daha zor olduğundan Ankara aktarmalı bir yolculuğun içindeydik. Babam, beni o koskoca ve karmakarışık otogarın içinde bir köşede bavullarla birlikte bırakıp acentaları dolaşıp bilet bulmaya gitmişti. Kuşlardan bile küçüktüm. Her yer insan ve otobüs doluydu. Kaybolduğumu düşünmüştüm, bir daha sevdiklerimi göremeyeceğim sanmış ve ağlamıştım. İçimde terk edilmişliğin çocuksu hüznü vardı. Devletin varlığını bilmezdim, polisin varlığını bilmezdim; kaybolsam polis tarafından götürülüp babama teslim edileceğim gibi bir bilgiyi hayal dahi edemezdim. İnsanın iyiliğini ya da kötülüğünü bilmezdim. Tarihin, kültürün ve geçmişte yaşamışların akıllarının iyiye ve kötüye çizdiği çerçevelerden haberim yoktu. Tanrılara ya da dinlere dair hiçbir algım yoktu, babamdan başka büyüklük bilmez, iman, inanç, dua sözcüklerini kavrayamazdım. Çok kısa, belki bir kaç yıl sürecek; apolloncu ve dianysoscu duyumlar ve görümler arasında geçen trajik bir çağın içindeydim. Üstinsandım.

O günden beri yaşıyorum, varoluşum hala burada. Öteki varoluşlarım ise zihnimde Nietzsche ya da Foucault gibi insanları okurken, olaylardan ve olgulardan bağımsız puslu görüngüler şeklinde zaman zaman beliriyor. Ve kendime sürekli sorup durduğum soru şu: insan, gözlerini ve bilincini ters yöne, kendi içine çevirip şuurunun içine bakmaya kalktığında, doğduğu günden beri görüp, duyup,dokunup, tadıp ve koklayıp elde ettiği algıların dışında başka ne bulabilir? Terk edilmişliğin çocuksu hüznünden başka…

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

No responses yet

Write a response