
Sayın Romalı hemşehrilerim, bugün sizinle İbn-i Batuta’nın seyahatnamesi üzerinden 14. yüzyıl Anadolusuna bir yolculuk yapalım ve tarihi ense kökünden yakaladıktan sonra yere devirip üzerine çıkarak bugüne doğru gelmeye çalışalım bakalım nereye kadar gelebileceğiz. İbn-i Batuta 1325–1353 yılları arasında tam 28 sene boyunca İspanya’dan Çin’e ve Mali’den Kuzey Kafkasya’ya kadar 14. yy’da eski dünyada insan nüfusunun yoğun olduğu hemen her ülkeyi gezmiştir.

1328 Yılından itibaren bizlere genel olarak İlhanlı hakimiyeti altında bulunan ve Orhan Gazi ile diğer beylikler dönemi Anadolusunun durumu hakkında kıymetli bilgiler bırakmıştır. İbn-i Batuta’nın seyahatnamesinden 14. yüzyıl Anadolusunda sünniliğin çok yaygın olmadığı anlaşılmaktadır. Mesela Alanya için:
“Buradaki halk tamamen hanefi sünnidir, sapkın mutezili ya da rafizi değillerdir”
ifadesini kendisi de Sünni bir Arap olduğundan övünçle kullanımış. Keza Sinop için de böyle demiş. Ama diğer şehirlerde genelde ahileri, ata binen Türkmen kadınlarını, kadınların özgürlüğünü, sema dönüp müzik eşliğinde raks edilen ahi dergahlarını, ege civarında hamamlarda “ahlaksız” kadın erkek eğlenceleri falan anlatmış. Diğer şehirleri Alanya için söylediği gibi bir eminlikle sünnilerdir ya da değillerdir, şuculardır, buculardır diye tanımlamamış.
Seyyahın Anadolu macerasını genel hatları ile mezhepsel anlamda incelersek eğer İbn-i Batuta 1328 yılında bir gemi aracılığı ile Alanya’dan Anadolu’ya giriş yapar ve seyahatnamesinin YKY yayınları Kazım Taşkent klasik yapıtlar dizisi Sait Yakut’un çevirisinin 1. cildine göre 402. sayfadan itibaren özetle şunları söyler:
Alanya’da bütün Türklerin (o tarihte Alanya’da sadece türkmenler varmış) İmam-ı Azam’ın mezhebinden ve ehli sünnetten olduğunu tasdik eder. Kaderi, Rafizi, Mutezili ya da Harici gibi “sapkın mezheplerin” Alanya’da mevcut olmadığına şükrederek başlar. Antalya’da Kaleiçi’nde Liman isminde bir muhitte bütünüyle Hristiyan tüccarların iskanındadır. Rumlar da ayrıca etrafı surla çevrili başka bir mahallede oturmaktadırlar. Antalya’nın tam merkezi müslümanların elindedir. Antalya müslümanlarının ahilerden oluştuğunu söyler İbn-i Batuta. Ve bu müslümanların bir araya gelerek ibadet amaçlı türkü söyleyip raks ettiklerinden bahseder.
Burdur`a varır ve buranın müslümanları da ahilerdir. Ardından Isparta`ya (Sabarta) varır burada bir kadıdan bahseder. Sonra Eğirdir`e (Ekridur) gelir ve burada Mısır’da eğitim görmüş Arapça konuşabilen bir molladan bahseder. Eğirdir Sultanın kıldığı ikindi namazından bahseder. Sonrasında Gölhisar`a varır ve buradaki ahalinin de ahilerden oluştuğunu söyler. Ladik (Denizli) yolunda giderken Germiyan obalarından korktuğundan bahseder ve germiyanların yezid soyu olduğuna dair söylentiler olduğunu yazar. Kütahya komple “germiyan eşikıyasının” elindedir İbn-i Batuta’ya göre.
Denizli’ye varır. Denizli’nin isminin “domuzlu” (domuz olan yer) anlamından konduğunu, buranın halkının çoğunun Rum olduğunu ve Rumların kadın erkek aynı hamamda eğlendiğini yazar. Rum kadınlarının güzelliğine değinir ayrıca Denizli’de 7 adet cami olduğunu ama denizli kadısının cariyesinin bile hamamlarda kadınlı erkekli eğlencelere katıldığını duyduğunu belirtir. Denizli’de ahiler vardır ve İbn-i Batuta’yı misafir etmede birbirleri ile yarışırlar. Ahiler, Kuran okuyup ardından raks ve sema ederler. Milas için Anadolunun en güzel şehirlerinden biri diye bahseder ve orada da ahi tekkesinde konaklar. Konya’nın büyük İskender tarafından inşa edilmiş bir şehir olduğunu duyduğunu söyler. Yine bir Ahi tekkesinde konaklar. İbn-i Kalemşah’tır ahi dergahındaki belde kadısı ve kendini fütüvette Halife Ali’nin soyuna dayandırdığını iddia eder. Mevlana’dan bahseder. Anadolu halkının mesnevi’ye çok değer verdiğini söyler.
Ve Karaman`a (Larende) doğru yola çıkar. Karaman’da Karamanoğlu Bedreddin Bey ile görüşür. Aksaray, Niğde ve Kayseri`ye de uğrar. Aksaray o dönemde İlhanlı devletine bağlıdır. Niğde’ye (Nekde) varır ve bu il de Ahilerin elindedir. Yine İlhanlı Devleti’ne bağlı olan Kayseri’ye (Kaysarya) varır. Kayseri’de İlhanlıların Anadolu Hakanı Eretna Bey’in eşi Togay Hatun vardır. Ve Kayseri’de de bir Ahi şeyhi olan Emir Ali’nin tekkesinde konaklarlar. Sivas şehri de İlhanlı Devleti’nin hakimiyetindedir ve İlhanlıların en büyük illerinden biridir. Şehirde bunları Ahi Bıçakçı karşılar. Yani Sivas da ahilerin elindedir. Bu şehirde İlhanlıların Anadolu Hakanı Eretna Bey vardır ve onunla da görüşürler. Amasya`da bir Rufai dergahında kalırlar. (Rufailik’in Aleviliğin kökeni olduğunu düşünenler vardır ve tıpkı bugünkü Mevlevilik gibi Ehlibeytçilik/Gazalicilik ekseninde ortalarda bir yerlerde bir İslam çeşididir. Ancak bugüne kadar sema geleneğini koruyabildi ise o dönemler tam ehli beytçi olduğunu düşünmek hatalı olmaz).
Ardından Gümüşhane`ye giderler. Ve oradan geri Erzincan`a dönerler. Erzincan’da da bir ahi dergahında kalırlar. Ardından Erzurum`a giderler ve Ahi Tuman zaviyesinde kalırlar. Erzurum’dan Birgi`ye (İzmir, Ödemiş) nasıl vardıkları yazmıyor. İbn-i Batuta Birgi’de hafızlardan Birgi Beyi’nin bunlara hadisleri sorduğundan ve onlara nasıl izzeti ikramda bulunduğundan ona at ve Mihail adında bir Rum köle hediye ettiğinden bahseder. 14 Gün kalmış Birgi’de. Ardından tıpkı Birgi gibi Aydınoğulları’na bağlı Tire`ye hareket ederler. Orada da Ahi Muhammed’in tekkesinde kalırlar. İbn-i Batuta Tire’de 40 altın karşılığı bakire bir Rum “dilberi” satın alır. İzmir`e de gider ve İzmir’in (Yezmir) büyük kısmının o dönemde harap durumda olduğunu söyler. Burada Ahmediye tarikatından bir şeyhin yanında konaklar. Aydınoğulları’ndan Umur Bey, İbn-i Batuta’ya Nikola adından cüce bir Rum köle hediye eder.
Manisa`ya gider şehrin hükümdarı Saruhan’dır, bayrama denk gelmiştir, bayram namazını burada kılar. Oradan Bergama`ya gider filozof Eflatun’un (Platon) buralı olduğundan bahseder ve Ahmediye tarikatına ait bir tekkede konaklar. ardından balıkesir’e gider ve burada ahi sinan zaviyesinde konaklar. Balıkesir sultanı Demurhan’dır ve İbn-i Batuta Demurhan’dan hoşlanmaz. “onda meymenet yok” der. Balıkesir’den Margalita isminde Rum bir cariye satın alır. Ve nihayet Bursa`ya varır. Orhan Bey’den “Bursa sultanı Urhan Bek” diye bahseder. Babası Osman Bey’den ise “Sultan Osmancık” diye bahseder. Bursa’da Ahi Şemseddin zaviyesinde konaklar. Ardından İznik`e gider ve o vakitte İznik’e Orhan Bey’in karısı Nilüfer Hatun’un hükümdarlık yaptığını söyler. Sakarya Nehrinde ata binmiş bir Türk hatun görünce şaşırır. Atlı Türk kadın Sakarya nehrinde boğulmak üzereyken son anda kurtarılır.
Son olarak Bolu, Mudurnu, Safranbolu, Kastamonu ve Sinop`a gider ve Sinop üzerinden deniz yolu ile Anadolu’dan çıkar. Seyahatnamenin ileriki bölümlerinde Kırım bölgesinin hakimi Özbek Han`ı ziyaret eden İbn-i Batuta o bölgedeki Türklerin İslamı yaşayışını ise irkilerek ve şoklar içinde anlatır: kadınlar erkeklerden üstündür, kadınların yüzleri açıktır, kadın erkek bir arada kımız içmektedirler:

Osmanlının henüz kuruluş aşamasında, Orhan Bey döneminde Anadoludaki İslam bu şekildedir. Anadolu’ya genel olarak Ahi Dergahları hakimdir. Ahi teşkilatı tarafından kurulmuş Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınlar Birliği) diye bir teşkilat bile vardır, hatta bu konu favori filmlerinden biri olan Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü isimli filmde işlenmiştir.

Türk kadınının Osmanlı kurulduktan sonra bir süre daha ordu içinde asker olarak görev aldığı rivayetleri vardır. Zamanla arapçı namus anlayışının Türk kültürüne tecavüz etmesi ile Türk kadını evden dışarı çıkmasına erkek tarafından müsaade edilmeyen bir tür köleye dönüşmüştür. Osman Bey’den itibaren Anadolu’da yavaş yavaş hakim olmaya başlayan ve geçen zamanla sürekli değişen devlet ve hukuk anlayışı için Halil İnalcık’ın 1958 yılında SBF dergisinde yayımlanmış makalesini inceleyebiliriz.

Bu sayede Fatih’e kadar ki Osmanlı hukuk sistemi hakkında giriş seviyesinde bilgi edinmiş oluruz . Sonuçta bir halkın Sünni İslama geçip geçmediği, tebası olduğu devletin kullandığı hukuk sisteminin türünden belli olur. Osmanlı devleti acaba Sünni fıkhını ne zaman resmi hukuk sistemi olarak benimsemiştir? Ya da tam olarak benimsemiş midir? Halil İnalcık öncelikle İslam Devletinin özellikleri ve Osmanlının erken döneminin bundan farkını anlatarak başlıyor:
1- Dokuzuncu asırda Sünni dünyada içtihat kapısı kapandı.
2- İslam devletlerinde hükümdarlar yasa koyamazlar, yasaları şeriat (fıkıh) belirler ve zaten bu yasalar müçtehitler aracılığı ile belirlenmiştir.
3- Bunlar İslam fıkhında münakaşa götürmez şekilde kabul görmüştü.
4- Oysa Osmanlı’da ekseri padişahlar kendi iradeleri ile yasa koymuşlardır (Sünni şeriatını çiğnemişlerdir).
Şeri hukukta müçtehitlerin içtihaları ve fıkıhçıların yorumları dışında “örfün kaynaklık edip edemeyeceği” Sünni ulema arasında ihtilaflıdır. Bazıları “kesinlikle edemez” derken kimileri de edebilir demiştir buna. Türklerde bir de “töre” ya da Cengiz Han sonrası “yasa” kavramı vardır. İslam sonrası Türk Devletlerinde şeriat ile töre/yasa birbiri ile sürekli çatışmıştır. Hatta bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde bile bu çatışma devam etmektedir. Osman Bey döneminde töre-şeriat arasındaki çatışmayı anlatan bir olayı anlatır inalcık:
Pazar bacı (vergisi) alınması hakkında bir teklif karşısında Osman Gazi sorar:
-Tanrı mı buyurdu yoksa beyler kendiler mi ettiler?
Bir kişi cevaplar:
Töredir hânım ezelden kalmıştır
Osman bey onu şiddetle azarlar. Diğer beyler araya girip “töre” yerine “örf, adet” diye kıvırınca izin verir. İnalcık bu kıssayı Osmanlı’nın erken dönem tarihini anlatan ilk kapsamlı kitap olan Aşıkpaşazade Tarihinden alıntılamış. İnalcık’ın tezine destek olma anlamında bir örnek gerekirse Fatih’in kanunnamelerinin Had Cezalarında dahi mezhep imamlarının içtihatlarına muhalif kanunlar içerdiğini öne sürebiliriz. Bunun bir örneğini ben daha önce yazmıştım.
(Bkz: Zina, Recm ve Osmanlının Sünniliğine Dair)
Zinanın şeriattaki cezai müeyyidesi sabittir: bekara 100 sopa evliye recim. Bunu değiştirmek Sünni İslamda; padişah allame-i cihan olsa bile yetkisinde değildir. Değiştirirse İmam-ı Azam’ın üzerinde bir müçtehit olduğunu iddia etmiş olur. Fatih bunu değiştirmiş sopa ya da recim yerine para cezasına çevirmiştir.
İbn-i Batuta’nın Anadolunun ekseri şehirlerinde ahiler ile karşılaştığı, ahi tekkelerinde konakladığı ve ahiler ile muhabbet ettiğinden, Anadoludaki islamın neredeyse tamamının ahilik olduğundan bahsettik. Peki Ahilik ile Sünnilik arasında nasıl bir ilişki var? O vakitte Ahiler Sünni miydiler yoksa Sünnilikten ayrı “sapkın” bir mezhep miydiler? Bunu çözebilmek için çeşitli yayınları inceleyebiliriz. Mesela Süleyman Demirel Üniversitesi İslam Mezhepleri Tarihi Anadalı Başkanı ve İlahiyat Profesörü Saffet Sarıkaya’nın bir makalesi:
Alevi ve Bektaşiliğin Ahilik ile ilişkisi
Ahilik başka milletlerde görülmemiş Türklere özgü bir teşkilatlanmadır. Ahi sözcüğünün Divan-ı Lügat-it Türk’e göre öz Türkçede cömert anlamına gelen “akı” dan geldiğini savunanlar olduğu gibi Arapça’da “kardeşim” anlamına gelen “akhi”den geldiğini iddia edenler de vardır. Ahiler islama inanmışlardır ancak ehli sünnet ya da sünni olduklarını söylemek güçtür. Çünkü Ahiler türkü söylerler, sema ve raks geleneğine sahiptirler 12 görev, 12 imam ve 14 masum kabulleri, kırklar cemi gibi sünniliğe şiddetle aykırı değerleri vardır. Daha çok bugün Türkiye’deki Alevi Bektaşilere benzerler. Alevi Bektaşiliğin Anadolu’daki ilk hallerinin temsili çok büyük ihtimalle ahiliktir. Saffet Sarıkaya’nın yukarıda linkini verdiğim makalesi de aşağı yukarı bunu anlatıyor zaten.
Ancak Ahilerin yaşadığı bölgelerde camilerin var olması, İbn-i Batuta’nın gittiği hemen her ilde camilerden bahsetmesi, ahilerin etkisinde bulunan Orhan Bey dönemi Bursasından kalma tarihi camilerin hala Bursa’da ayakta durması, keza Osmanlı öncesi Anadolu Selçuklu ve hatta İlhanlı dönemi gibi eski zamanlardan kalma caminin Anaolduda hala açık ve faal olması gibi durumlar ahilerin aynı zamanda bir takım Sünni özelliklere sahip olduğunu da gösteriyor. Çünkü Alevilikte cami ve namaz yoktur. Bugün Türkiye Alevilerinin ekseriyeti için cami, namaz, ramazan orucu, tesettür gibi kavramlar bir anlam ifade etmez. Aleviler bu kavramların uydurma olduğunu ve İslama Emeviler döneminde girdiğini iddia ederler. Alevilerin bu tezini gayet ciddi buluyorum zira kuranda cami, namaz, abdest, ramazan orucu, tesettür gibi kavramların hiçbirinin net olarak tanımı yoktur ancak Alevilerin bir kısmı namaz kılar. Bu azınlık Aleviler diğer çoğunluk aleviler tarafından Sünniliğe zoraki olarak adapte olmuşlukla, asimile olmuşlukla eleştirilirler.

En kısa zamanda ziyaret etmek istediğim yerlerin başında Nevşehir’deki Hacıbektaş-ı Veli müzesi var. Örneğin bu müze Türkiye’de Aleviliğin kabesi gibidir zira burası 2. Mahmut’un yeniçeri ocağını itlaf ettiği 1827 yılına kadar yaklaşık 500 yıl boyunca bir tür Alevi cemevi olarak işlev görmüştür. 1826 Yılında “vaka-ı hayriye” denilen olay sonucu yeniçeri ocağı kaldırılır ve yerine asakir-i masure-i muhammediye ordusu kurulur. Osmanlı ordusu dini anlamda Bektaşilikten Nakşibendilik ideolojisine geçiş yapar. 500 Yıl boyunca içinde mescit bulunmayan, içinde namaz kılınmamış Hacı Bektaş-ı Veli dergahının içine bu tarihle bir mescit yapılır. Bektaşiliği Sünnileştirme projesi 2. Mahmut’un “Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerinin türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını” emreden fermanından ziyade ta Fatih döneminden başlayan bir süreçtir. Osmanlı yeniçerilerinin mezhepsel tutumu tarih boyunca net değildir, Bektaşi ocağı olduklarını iddia ederler ancak yeniçeri ocaklarında mescit vardır, namaz kılarlar, padişahın emri ile Celali İsyanlarında Anadoluda on binlerce kızılbaşı, tahtacıyı, abdalı da “Bektaşi Ocağı” denilen bu yeniçerilerden oluşan ordu kesmiştir.
Benim fikrim Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murat ve Fatih de dahil olmak üzere Fatih’e kadar olan padişahlar İslama ait Türkçe bir külliyatın henüz oluşturulamadığı erken dönemlerde yaşadıklarından ve İslamı yarım yamalak bildikleri için Bektaşi olarak başlayan yeniçeri ocağı bu padişahlardan sonra gelen İslamı iyi bilen ve Sünni-Bektaşi ayrımını iyi yapabilen padişahlar aracılığı ile zamanla Sünniliğin etkisi altına girmiştir. Zaten bugünkü anlamı ile kendi içinde dışa kapalı bir grup türü Alevi olmaları mümkün değildir, devşirmedirler, o kültürden beslenen Türkmen ya da konar-göçer de değillerdir ve bu yüzden Bektaşilikleri özde değil sözde kalmıştır. Osmanlı’nın temel dönüşümlerinden birini İbn-i Kemal (Kemalpaşazade) isimli şeyhülislam liderliğindeki ekip yapmıştır. İbn-i Kemal (1468–1536) net katıksız tam bir sünnidir, Yavuz Selim’in meşhur sözü var ya hani:
“âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir”

İşte o söz İbn-i Kemal’e söylenmiştir. İbn-i Kemal aynı zamanda Kanuni’nin şeyhülislamı meşhur Ebu Suud Efendi’yi yetiştiren kişidir, hocasıdır. Din, islam nedir pek bilmeyen ve bunlarla pek ilgilenmeyen padişahlar döneminden dini ve Sünni İslamı iyi bilen ve bunlara net olarak inanan padişahlar dönemine geçiş İbn-i Kemal ve Ebu Suud gibi 16. yüzyıl civarında yaşamış 5–10 adamın işidir. Ahiliğin devamının bugünkü Alevi Türkler mi yoksa Sünni Türkler mi olduğu sorusuna ancak yorum yaparak cevap verebiliriz: 14. Yüzyıl Ahiliği ne tam olarak bugünkü Sünniliği ne de tam olarak bugünkü Aleviliği ifade eder. Ancak 14. yüzyıl Ahiliğinin bugünkü Aleviliğe daha yakın olduğu iddiasının şuradan temellendirebiliriz:
Sünnilik 600 yıl boyunca Anadolu’da devlet sponsorluğunda yayılmışken Alevilik devlete rağmen ve devlete karşı gelerek ölme pahasına yayılmıştır. Ve şu sonuca varabiliriz: 600 sene boyunca devletin ve siyasetin etki etmediği, baskılamadığı bir Anadolu bugünkü kadar Sünni, kapalı ve muhafazakar olmazdı.
Kabul etmemiz gerekir ki Sünnilik, Arapların binlerce yıllık kültürüne uygun bir dindir ve Alevilik de Türklerin İslamı kendi binlerce yıllık kültürüne göre reforme ettiği halidir. Aziz Nesin’in de söylediği gibi İslamın en makul, hoşgörülü, modarate, liberal türü Anadolu ve Orta Asya Aleviliğidir.
Zira başka hiçbir İslam türü ve hatta hemen hemen hiç bir dini grup bir Ateisti konuşmacı olarak toplantılarına ve anmalarına çağırmaz. Elbette bu durum bütün Aleviler melek gibi insanlardır bütün Sünniler kötüdür anlamına gelmiyor. Anlaşılması gereken husus bu tespitin Alevi doktrinleri ile Sünni doktrinlerinin bir karşılaştırması olduğudur. Berbat karakterli ve nefret edilecek kadar kötü Aleviler olduğu gibi melek gibi ve dünyanın en iyi kalpli insanı denebilecek Sünniler de vardır. Ancak doktrinsel karşılaştırmalar yaptığımızda Sünniliğin dinden döneni öldürmeyi emrettiği aleviliğin ise dinden döneni en fazla “düşkün” diye niteleyip toplumdan dışladığı gibi örnekler görüyoruz. Bu durumda Sünniliğe mi daha hoşgörülü dememiz gerekirdi?
On beşinci yüzyıla geri dönersek eğer o asrın başlarında dünyada Türklüğün iki ayrı odak noktası vardır. Bunlardan biri Anadolu’da Osmanlı ve beylikler diğer ise Büyük Timur. Timur’un dini tutumunu anlayabilmenin yolu onu Arap kaynaklarından okumaktır. Bu konuda Doç. Dr. Musa Şamil Yüksel’in bir makalesi var.Timur yaşadığı dönemde bütün Türk nüfusunun belki %80 %90'ının temsil eden, Türklerin büyük kısmının hükümdarı olan ve Yıldırım Beyazıt da dahil diğer tüm Türk Sultanlarını devirerek Türklerin mutlak hükümdarı unvanını alan kişidir. Bugün bizlere okullarda fetret devri diye öğretilen dönem aslında “Anadoluda Timur Dönemi” diye isimlendirilmelidir.
“Selam olsun size ey şehitler topluluğu!
Sizin şehadet mertebesine ulaşmanıza biz vesile olduk.
Bunun için kıyamet günü bize şefaat etmeyi sakın unutmayın!”
Timur 1393 yılında zaten fethettiği Bağdat’ı 1401 yılında ikinci kez yok ettikten sonra üst üste yığılmış kelle kulelerinin karşısına geçip bu lafları etmiş. Aynı çağda yaşayan Sünni İslamın ünlü alimlerinden İbn-i Hacer’e göre:
Timur, Bağdat’ta 100 bin askerinin her birinden bir Arap kellesi istiyor ve gelen kellelerden kelle kuleleri inşa ediyor.
İbn-i Arabşah isimli ünlü Sünni tarihçiye göre Timur:
“Allahı zikretmekten uzak, şeytanlarla arkadaş, yol kesip suç işleyen, içindeki şerri ve fesadı dışına hiç belli etmeyen kan dökücü bir zalimdi.”
Sehavi isimli sünni alimine göre:
“Kafirlerin yerine müslümanların kafalarının kesilerek kendine getirilmesini isterdi, bunu kendine adet edinmişti.”
Ve İbn-i Hacer’e göre:
Kendisi ne sünni ne de şii/batini idi sapkın bir harici idi. Şam (Dımaşk) şehrini fethettikten sonra oranın Hanbeli ve Şafii alimlerini toplayıp “dünkü savaşta iki müslüman taraf savaştı, bizimkiler ve sizinkiler. söyleyin bakalım hangi tarafın ölüleri şehit sayılacak” gibi sorular sorardı.
Ayrıca İbn-i Arabşah’a göre:
Aynı güruhtan Ali, Muaviye ve Yezid hakkında fikirlerini beyan etmelerini ister eğer Muaviye ve Yezid hakkında iyi konuşan olursa susturur ve bu üçünden haklı olanın Ali olduğunu söylerdi. Muaviye için “zalim” ve Yezid için de “fasık” derdi. Şam’ın Hanbeli ve Şafii halkına “siz yezidçisiniz” derdi.
İbn-i Haldun’un yazdıklarına göre yine Timur Halep’te 20 bin Arabın kellesi ile bir kule yaptırmış ve akşamında Moğol usulü içkili sazlı sözlü eğlence vermiştir. İbn-i Arabşah’a göre Timur’un kendisi deccal ve ordusu da yecüc ile mecüc idi. Mısır’daki memluklu devleti’nin sultanı Berkuk’un Timur’a yazdığı mektup da Timur’un çok büyük bir kafir olduğundan ve Allah tarafından lanetlendiğinden bahseder durur. Timur Şam’ı fethettiği vakit tüm camileri kapatır, namaz kılınmasını yasaklar. Timur hem büyük siyasetçi hem de büyük bir komutandır. Semerkant’ta camii de inşa etmiştir. Ahmet Yesevi için türbe ve yanına medrese de yaptırmıştır.
Timur bir Çağatay Türküdür. Çağatayca konuşur. Bugün Çağatayca’ya en fazla benzeyen Türki Dil özbekçedir. Çağataylık kimliği Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay Han’ın 1227 yılında kurduğu Çağatay Devleti’nden gelir, Çağataylık Türkleşmiş Moğolluk/Cengizcilik anlamına gelir. Ve Çağataylar tam olarak Timur‘un’ doğum tarihi olan 1336 yılına yakın yıllarda yavaş yavaş müslüman olmaya başlamışlardır. Yani Timur’un kendi devletini kurduğu 1370 yılına kadar Çağatayların Sünni Müslüman falan olmasını beklemek absürddür. Çağataylar o tarihlerde hala Cengiz Yasalarına uyar, kendi şaman bozkır geleneklerine bağlı yaşarlardı. Timur yanında bir kaç Şafi alimi falan gezdirmiştir, namaz kıldığına ve oruç tuttuğuna dair iddialar da mevcuttur ve yukarıda bahsettiğim gibi Semerkant’ta cami de yaptırmıştır ancak Timur’un ciddi anlamda sünni olması mümkün değildir. Tüm bunları siyaset gereği farklı toplum kesimlerinin desteğini almak adına yaptırdığını düşünmek daha makuldür. Yukarıda bahsettiğim İbn-i Haldun, İbn-i Hacer ve İbn-i Arabşah gibi en ünlü arap kaynakları da bu durumu doğrularlar: Timur’u sünni islamın düşmanı olarak görürler.

Sünniliğin yaklaşık bin yıldır net bir tanımı var arkadaşlar ve bu tanım üzerinde tartışma olan bir tanım değildir.
Sünnilik ya da Ehli Sünnet Vel Cemaat: İnanç ile metotta üç mezhepten ve ibadet ile fıkıhta dört mezhepten birine tabi olmaktır.
İnanç ve metotta üç mezhep:
1- Maturidilik
2- Eşarilik,
3- Selefilik.
İbadet ve Fıkıhta dört mezhep:
1- Hanefilik
2- Şafilik
3- Malikilik
4- Hanbelilik
Bu tanım 11. yüzyılda oluşmuş ve yaklaşık bin yıldır hiç değişmemiştir. Bu tanımı değiştirmek demek zaten Sünni İslamda Reform yapmak demektir. İslamda Reform bugün bu tanım değiştirilemediği için yapılamıyor.
Bir Sünni Hanefi muhakkak ama muhakkak:
1- Hırsızın elinin kesilmesine,
2- Zinakar evli kadının recmedilmesine,
3- Zinakar bekar erkeğe 100 sopa vurulmasına,
4- Dinden dönenin kadı hükmüyle ve cellat eliyle öldürülmesine
Ve sünni islamın belirledği tüm had ve tazir cezalarına onay vermek zorundadır. Eğer onay vermiyorsa Hanefi değildir; Hanefi olduğunu sanıyordur sadece. Türkiye’deki çeşitli birbirinden bağımsız Sünni cemaatlerin Sünnilik tanımları da aynen benim burada bahsettiğim gibidir, buyrun inceleyin istediğinizi:
[https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ehl-i-sunnet 1] [https://www.mumsema.org/ehli-sunnet/65125-ehl-i-sunnet-nedir.html 2] [http://www.ihvanlar.net/tag/ehli-sunnet-neye-denir/ 3] [http://www.dinimizislam.com/detay.asp?id=695 4] [http://www.islamdergisi.com/genel/ehl-i-sunnet-itikadi/ 5]
Yani eğer Hanefi isen Hanefi fıkhına tabi bir hayat sürmek ya da en azından bunu istemek zorundasın. Bu Hanefiliğin kendi tanımından doğan bir bilgi. Hem Hanefiyim deyip hem de Hanefi fıkhına karşı olmak gibi bir şansın yok. Hanefi fıkhı dediğimiz şey sokaktaki adamın tabiri ile: ŞERİAT.

Eğer bu konuda hemfikirsek 2012'deki pew research anketine göre şeriat isteme oranı %12 olan Türklerin bugün ne kadar Sünni oldukları meselesini biraz tartışabiliriz: Türklerin çoğunluğu Sünni olduğunu iddia ettiği halde Sünniliğin ilk şartlarından biri olan şeriata karşı tutum takınıyorlar. Peki bu anketin sonucu Türklerin çoğunluğunun gerçek Sünniliğe karşı olduklarından mı yoksa gerçek Sünniliği bilmediklerinden mi yani cahil olduklarından mı kaynaklanıyor? Benim fikrim bu anketin sonucu ciddi bir cehaletten kaynaklanıyor. Eğer Sünnilik içindeki emir, yasak ve inanç şartları anlamında 100 birimlik bir inanç ise bugün memlekette “ben sünniyim” diyen bir Türk bu inancın 60–70 birimine inanıyor ve yaşıyor ama kalan 30–40 birimini kabul etmiyor. Oysa Sünnilik 100 birimin tümünü birden yaşayamasa bile 100 birimin tamamına mutlak bir inancı ve bağlılığı gerektirir. Bu sünniliğin kendi öz tanımından gelir.
Bu vakayı yorumlarken:
1- Son yüzyılda kentleşmenin ve medya endüstrisinin Sünni Türklerin inançsal konumunda ciddi bir değişiklik yaptığı,
2- Cumhuriyetin ilanı ve Kemalist Devrimin İslamda toplumsal anlamda ciddi bir reformu başardığı,
3- Türklerin ta ahilerden beri aslında hiçbir zaman tam olarak Sünni olamadığı Kısmen Sünni olabildiği
4- Sünniliği hemen hiç bir kuşağın tam olarak öğrenemediği
gibi tahminler yapabiliriz. Ben bu tahminlerin dördünün de doğruluk payı olduğuna inanıyorum. Ve iddia ediyorum: Eğer Türkler son 700 yılda bir jenerasyonda bile kitlesel anlamda Sünniliği iyi öğrenebilselerdi Sünni kalmazlardı. Türkler Sünniliği seçmemiştir; tarihte din seçmek çok az kişiye kısmet olmuştur zira herkes babasından kalan dini devam ettirir. Tarih boyunca iktidarlar Sünni ideolojide orta doğu hinterlandına hakimiyet fırsatı gördüğü için Türklere “Siz Sünnisiniz” demiş ve Türkler de Sünniliği kitlesel anlamda hiç bir zaman tam olarak öğrenemedikleri için öylece Sünni gibi kalmışlardır.
(Bu yazı 09/07/2017 tarihinde ekşisözlükte “türklerin sünniliği seçme nedeni” başlığında yayımlanmıştır)