Sıfırdır.
Düşüncenin kökenini öğrenme hususunda yazının tarihine mahkum olduğumuz gerçeği ile düşünürsek eğer; 2900 yıl önce Homeros (MÖ 9. yy)’a kadar uzanan ; 2600 yıl önce Aydın Milet’te Thales (MÖ 624–546), İzmir Efes’te Heraklitos (MÖ 535–475), İtalya Elea’da Zenon (MÖ 490–430) öncülüğünde başlayan düşünsel süreç; Tragedya Çağının büyük yazarları Eshilos (MÖ 525–456), Sofokles (MÖ 496–406) ve Euripides (MÖ 480–406)’in de etkisi ile ve para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefeciler olan Sofistlerin katkısı ile 2400 yıl önce Sokrates (MÖ 470–399), Platon (MÖ 428–348) ve Aristoteles’i (MÖ 384–322) ortaya çıkarmıştır.
Her şeyin başında bulunan ilk neden, ilk madde, ilk şey nedir? Thales buna “su” dedi. Cevabı saçmaydı ancak sorusu/merakı kıymetliydi. Thales sonrası felsefe 2600 yıl boyunca bu soru ile epeyce uğraştı.
Sokrates (MÖ 470–399), Atinalıların devletini ve Tanrılarını eleştiriyor diye 501 yurttaşın oylaması sonucu baldıran zehri ile idama mahkum edildi. Mahkemedeki savunmasında “Atinalıların yanlış yaptığını kendisine ömür boyu bedava yemek vermek yerine idama mahkum edilmiş olmasını bir türlü anlamadığını” söyledi. Sokrates, kendi ifadesi ile sorduğu sorularla herkesi rahatsız eden bir at sineğiydi: dünyaya kazandırdığı esas şey “görüş” ve “gerçek” kavramları arasındaki farkı tarif etmektir; mesela Tanrı’nın var olduğu senin görüşündür; dünyada birçok Tanrı iddiası olduğu ise bir gerçektir. “Hakikat” kelimesini doğru biçimde ilk kez o tanımlamıştır. Öğrencisi Platon (MÖ 428–348)’un da en büyük derdi hakikati bulmanın yöntemini keşfetmekti ve bu dert ile idealar kuramını oluşturdu: hakikat, idealar dünyası denen bu dünyayı aşkın bir alemdedir; sadece deneyerek ve gözlemleyerek hakikate ulaşamayız. Platon’dan elimize ulaşan -ve bir çoğunda Sokrates’in baş karakter olduğu- “diyalog” adı verilen 25 farklı metin var bugün. Öğrencisi Aristoteles (MÖ 384–322) Platon’a karşı çıktı: hakikat deneyimle ve duyularla elde edilir; duyu organlarımız ve algılarımızla gerçek bilgiye ulaşabiliriz. Bugün Türkçe ve Fransızca dahil birçok dilde yer alan ve orta öğretimi ifade eden “lise” (lycée) Aristoteles tarafından kurulan okulun adı Λύκειον (Lúkeion)’dan gelir. Platon’un kurduğu Ἀκαδημία (Akademia) ise bugünkü yüksek öğretim okullarını; yani akademiyi tanımlar. Aristoteles’in ve Platon’un hakikate nasıl ulaşılabileceğine dair farklı görüşleri vardı. Çok sonra Rönesans dönemi ressamlarından Raffaello bu fikirsel çatışmayı ünlü başyapıtında şöyle resmedecektir:
En ortada Platon yukarıdaki bu dünyayı aşkın idealar dünyasını işaret ederken sağda Aristoteles yeri ve bu dünyayı gösteriyor. Aristoteles, Rönesans dönemi Avrupasında öyle tesirliydi ki söyledikleri ve yazdıkları tartışmasız doğru kabul edilirdi. Hatta Galileo Pisa Kulesinden aşağı ahşap bir topu ve savaş güllesini aynı anda bırakarak ikisinin de aynı anda yere düştüğünü gösterene kadar herkes Aristoteles’e inanıp daha ağır şeylerin daha hızlı düştüğünü sanıyordu.
“Bu önerme dahil hiç bir önerme kesin değildir” diyen Pyrrhon (MÖ 365–275) yüzyılda herkese her şeyden şüphe etmelerini öğütlüyordu. Çağdaşı Epikür (MÖ 341–270) ise felsefeye
“Daha iyi bir hayata kavuşmak ve mutlu olmak”
gibi bir misyon yüklemiş ve ölüm üzerine çokça düşünmüştü.
“Akıl doğru bir hayat yaşayabilmek için gerekli bilgiyi üretir; doğru bilginin kaynağı duyular ile haz ve acı duygularıdır.”
diyerek bilgiye ve hayata dair fikirlerini sunmuştur.
Üstte gördüğünüz binaya Stoa derler ve Stoacılık ismini bu sokak şeklindeki binadan alır. Stoacılara göre de insanın bu dünyadaki temel amacı mutluluk olmalıdır. Kıbrıslı Zenon (MÖ 334–262) ile başlayan Stoacılık Antik Yunan’da uzun süre devam ederken M.Ö. 146 yılında Yunanistan’ı işgal ederek oradaki fikirleri ve el yazmalarını Roma’ya götüren Roma İmparatorluğuna da geçmiş ve MÖ 1. yüzyılda Sezar döneminde yaşamış Cicero (MÖ 106–43) gibi ve MS 2. yüzyıla kadar gelmiş diğer Romalı filozofları da etkilemiştir. MS 391 yılında İmparator 1. Theodosius İznik Hristiyanlığını Roma’nın resmi dini ilan eder. Bu dönemin ilk Hristiyan filozoflarından kabul edilen Augustinus (MS 354–430) gibiler hala antik felsefeden beslenebiliyorlardı. Ancak işin içine Hristiyanlığın dahil olması artık felsefeyi çok dar alanlara hapsetmişti. Muhtemeldir ki; Hristiyanlığı/İsa’yı ortaya çıkaran şey M.Ö. 63 yılında Kudüs’ü işgal ederek oradaki yerleşik halk olan Yahudilere eziyet eden Roma Generali Pompei Magnus’dur. İsa doğup da 33 yaşına gelen kadar geçen 96 yıllık ezilmişlik, hor görülmüşlük bir tepki olarak o bölgedeki kimi Yahudilerde yerleşik dinlerine duydukları saygıyı yitirmelerine ve yeni bir din kurmalarına neden oldu; ironi buradaki bir kaç yüzyıl sonra bu din Roma’nın mutlak hakimi olacaktı. Bu dinin içine doğan filozof Augustinus’un bütün hayatı nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini düşünerek geçecek ve eğer yanlış bir hayatı seçerse sonsuza dek cehennemde yanacağına inanacaktı. Felsefe tarihinde cehennem tehdidi ilk kez bu denli güçlü şekilde ortaya çıkmıştır.
MS 476 Yılında Hunlar, Vizigotlar, Frenkler, Vandallar ve Burguntlar Batı Roma’yı parçaladıktan sonra İtalya bir krallığa dönüştü. Boethius (MS 480–524) Felsefenin Tesellisini yazdı ve mutlak iyiliği emreden bir Tanrının Platon’un tanrısı olabileceğini söyledi. Artık felsefe, varlığın tanımı, hakikati, aşkı, insanın doğası, devletin tanımı, ahlakın içeriği gibi konular yerine sadece İsa’nın inancına cevap vermekle meşguldü. Bir süre sonra Avrupa ve Bizans Thales’i, Zenon’u, Platonu, Aristoteles’i, Cicero’yu unutacak onların yerine papaları ve azizleri koyacaktı.
Anselmus (1033–1109) Tanrının varlığını akıl yoluyla bulma konusunda bir çaba içine girecekti: Kozmolojik Delil ve Ontolojik Delil ile Tanrının varlığını ispatladığını iddia ediyordu. İsa’nın inancının mutlak hakim ideoloji olduğu 600 yıllık süreçte antik filozoflar bilhassa Aristoteles’in metinleri önce İran, Irak ve Suriye’ye uğrayacak orada El Kindi (801–873), İbn-i Sina (980–1037), Farabi (872–950) gibi Arap, Fars ve Türk filozoflarla Kuzey Afrika’yı geçecek Cebelitarık boğazından kayıklarla İspanya’ya gelecek; oradan da İbn-i Rüşd (1126–1198) ve İbn-i Meymun (1135–1204) gibiler aracılığı ile 1260'lı yıllarda Avrupa’ya; Albert The Great, Siger of Brabant, Bonaventure, Boetius of Dacia gibi Aristotelesçi Hristiyan Filozofları ile ve özellikle İtalya’ya Thomas Aquinas (1225–1274) ile geri dönecekti. Buna İngilizce Felsefe Terminolojisinde “ Recovery/Rediscovery of Aristotle” diyorlar. Aristo ile tekrar buluşmak akıl ile tekrar buluşmak anlamına geliyordu. Avrupa 600 yıllık karanlık bir orta çağ yaşamış; din, bilim, sanat, hukuk, devlet, insanlık, ahlak ve düşünce gibi ne kadar önemli kavram varsa hepsi bir grup papazdan oluşan kilisenin tekelinde olmuştu. Kilise de doğru bilginin mutlak kaynağı olarak Kutsal Kitabı ve kutsal metinleri görmüş bu yüzden adalete, tekniğe, sanata, bilime, hümanizmaya, insanlığa, mutluluğa dair düşünceler kendilerine gelişebilecek alanlar yok olmuştu. Aynı zamanda bir Papaz olan Thomas Aquinas aracılığı ile tekrar serbest kalan akıl Rönesansın doğmasını sağlamıştır.
Buraya kadarki süreci özetlemek gerekirse: milattan önce altıncı yüzyılda Thales ile başlayıp milattan sonra ikinci yüzyılda Stoacılara kadar olan 800 yılda içine akıl/bilgi/fikir/diyalektik biriken bir kavanoz vardı. Bu kavanozun kapağı milattan sonra altıncı yüzyılda kapatıldı ve 12. yüzyılda tekrar açıldı. 21. Yüzyıl itibari ile hala açık ve içi epeyce dolu. Rönesansın özü hümanizm/insancılık idi; Lorenzo Valla, Marsillio Ficini, Giovanni Pico della Mirandola, Nicolas of Cusa gibi düşünürler skolastik düşüncenin yıkılmasında etkili oldu ve Rönesansın özellikle Kuzey Avrupa açısından en önemli filozoflarından biri Germen Desiderius Erasmus (1466–1536) idi; İstanbul’un fethinden İtalya’ya kaçan Yunan entelektüellerin Avrupa’da yaygınlaştırdığı Yunanca İncili okumak için Yunanca öğrenmişti. Roma’nın Latince İncili (Jerome’nin Vulgatası) ile fetih sonrası İstanbul’dan gelen Yunanca İncili karşılaştırma fırsatı elde etmişti. Ona göre papalık gerçek Hristiyanlığı temsil etmiyordu, sonradan değişmiş ve bozulmuştu, gerçek din ve Tanrı asıl antik çağdaydı; Aristoteles zamanındaydı. Antik çağ felsefesinin Avrupa’da özellikle Germen halklar arasında yayılmasında emeği çoktur, Sırf Yunanca İncil üzerinden getirdiği farklı yorumlar ile dahi Avrupa Reformunun en önemli öncülerinden biridir Erasmus ve Thomas More (1478–1535) yakın dostturlar. Mina Urgan’ın yazdığına göre batının ilk sosyalisti olarak görülür More. Ayrıca rönesansçı ve hümanist olduğunu da belirtmek gerekir. İngiliz Hümanizminin başyapıtı olan “Ütopya” isimli eserinde; tasavvurundaki “mükemmel” devleti bir adada izole olmuş sınırlar içinde resmetmiştir: bu devlette mülkiyet yoktur. Mesela Ütopyalılar her 10 yılda bir kura çekerek evlerini değiştirirler; tebdili mekanda ferahlık vardır hesabı. Para diye bir kavram yoktur; Kral Utopus Ütopya ülkesinin kara ile bağlantısını kopararak onu 500 mil X 200 mil boyutlarında bir adaya dönüştürdükten sonra 54 tane büyük ve güzel kent oluşmuştur ve bu kentlerdeki çok güzel çarşılardan her vatandaş istediği kadar gıda maddesini bedavaya temin edebiliyordur; vatandaşlar devlete ve yöneticilerine mutlak bir güven duyduklarından asla ihtiyaçlarından fazla ürün almazlar, devlet de çok hassas planlama ile bütün vatandaşlara yetecek kadar ürünü üretip dağıtabilmektedir. Sekülerizmin temellerini de görürüz bu metnin “Ütopya’da Dinler” başlığında:
Ütopyalıların en eski yasalarından biri şudur: kimse dininden ötürü kötülenemez.
Rönesans sonrası dönem aynı zamanda felsefenin Hristiyanlık dışı işlerle de tekrar haşır neşir olmaya başladığı dönemdi. Niccolò Machiavelli (1469–1527) “Prens” isimli kitabını yazacak ve ilk defa Tanrı’dan ve kiliseden bağımsız “Laik/Yercil İktidar” fikrini ortaya çıkaracaktı. Ayrıca devlette hakimiyetin ve egemenliğin nasıl sürdürülebileceğine dair fikirlerini beyan ederek siyaset felsefesinin merkez düşünürlerinden biri olacaktı: iktidarda kalmak isteyen prens/kral hep iyi olmak zorunda değildir, hatta hep iyi olmamalıdır da, kötü olmayı da öğrenmelidir. Devlet, havuç ve sopa ikilisi ile yönetilir ve dengeyi iyi tutturabilen muktedirler kitlelerin rızasını ve itaatini kazanan başarılı krallar olurlar. Ve amaca giden yolda her türden değerin araç haline getirilebileceğini ifade eden Makyavelist diye bir küfür ortaya çıkacaktı. Machiavelli, kendi siyaset felsefesini -ve kendinden sonra gelecek siyaset felsefecilerinin ve siyaset bilimcilerinin zeminini- yaratırken kendinden sonra gelen bir çok filozofun yaptığı gibi Hristiyanlık öncesi Roma ve Antik Yunan metinlerini rehber edinmiştir; mesela Platon’un “Devlet/Πολιτεία” isimli metnine göndermeler yapmıştır.
Michel de Montaigne (1533–1592) Rönesansın yüz akı, kilisenin aklı nasıl sınırlandırdığını anlatmıştır ve Modern Avrupa‘nın kuruluşu sırasında özgürce düşünmenin ne anlama geldiğini ilk o göstermiştir. Pyrrhon ve Gorgias’ın kayıp metinlerinde binlerce yıl öncede kalan “kuşkuculuğu” hortlatmış ve Avrupa’ya yaymıştır; işte bu kuşkuculuktur dogmaları sorgulayan ve modern felsefenin doğuşuna önayak olan… Meşhur “Denemeler” adlı eserindeki 107 ayrı deneme bugün için dahi ufuk açıcı düşünceler içerir, okuyanların dünyaya bakışını değiştirir. Thomas Hobbes (1588–1679) fikirleri ile Rönesans ve Aydınlanma arasındaki en önemli basamaklardan biriydi. Siyaset bilimi, siyaset felsefesi ve hukuk felsefesinin temel metinlerinden biri olan “Leviathan” isimli kitabı ile ilk kez etraflıca devlet-birey ilişkisi üzerinde duracak, ilk defa ahlakı laik ve doğal bir temele oturtacak; devlet iktidarının kaynağını göklerdeki Tanrıların katından yere indirerek insanların toplam iradesini temsil eden krala teslim edecek, bunu yaptıktan sonra egemenlerin olmadığı, insanların hepsini korku altında tutacak ortak bir gücün var olmadığı bir düzenin kaosa neden olacağını, toprağın ekilemeyeceğini, denizciliğin duracağını, ferah binalar yapılamayacağını; sanatın, bilgeliğin ve yazının tamamen kaybolacağını iddia edecek ve bireylerin haklarından ve özgürlüklerinden feragat etmek pahasına sırf daha fazla yaşayabilmek/ en azından hayatta kalabilmek için egemenlerin otoritesi altında kalması gerektiğini söyleyecekti. Bu metin Kamu Hukuku alanında da oldukça önemlidir. Dünya tarihinde “Birey” ilk defa Rönesans ile keşfedilmişti, “Ulus” kavramının oluşması da Hobbes’un metinleri ile başlar.
Francis Bacon (1561–1626) -kendini hayatın, bilimin ve düşüncenin sahibi- olarak gören; bunlara tapulu malı gibi muamele eden Kilise ve onun Skolastik Felsefesinin yıkıcılarından biridir. Bilimin kılavuzu olarak felsefeyi gösterecek, insanın doğayı anlamasının gerekliliği ile bilimsel keşiflerin insanı doğadan üstün kılacağını, bu şekilde insanın doğaya hükmedeceğini ön görecekti. Başyapıtı olan “Denemeler” de Hakikat hakkında şunları söylemiştir:
Hakikati sevmek ve hakikat ile sevişmek demek onu bulmaya çabalamaktır; hakikat ile göz göze gelmek ona inanmaktır ve Hakikat Aşkı insanın sahip olabileceği en yüce erdemdir.
Aslında Erasmus, Montaigne ve Bacon ile başlayan hümanizma; ardından gelen aydınlanma ve sanayi devrimi modernlik kağıt denen teknolojik buluşun Avrupa’ya ulaşmasının sonucuydu. Otsu bir bitkiden elde edilen Papirüs Mısır’da M.Ö. 3000 yılında kullanılıyordu, Parşömen’in tarihi M.Ö. 1500'lere dayanır; kağıt Çin’de M.S. 2. yüzyılda icat olmuştur ve 9. yüzyıllardan itibaren Abbasilerde epeyce kullanılmıştır ama felsefe metinlerinin tarihini Avrupa ve Yakın Doğu merkezli; yani batı felsefesini ve Sami dinlerini merkeze alarak yaygın olduğu dönemleri görmek istersek aşağı yukarı şu şekilde bir tarih ekseni oluşur:
Yazı yazma araçlarındaki teknolojik gelişme ile dinler tarihi, felsefe tarihi ve edebi metinler arasında derin bir ilişki vardır. Papirüs olmasaydı Yahudilik dini nesilden nesle aktarılamazdı; felsefe ortaya çıkmazdı. Parşömen olmasaydı Hristiyanlık ya da İslam bugünkü anlamda “büyük” dinler olmazdı, bu dinler ortaya çıksa bile bu derece sistematikleşemez ve farklı coğrafyalara yayılamazdı. Kağıt olmasaydı Rönesans döneminde bu kadar çok kitap basılamazdı; oğlak ve kuzu derisinden bin bir zahmetle yapılan parşömenden bir yılda kaç tane üretebilirsin ki en fazla? Oysa kağıt öyle mi; odunu rendeleyip talaşa dönüştürdükten; talaşı da suyla karıştırıp hamur yaptıktan ve silindirden geçirdikten sonra kurutunca çok kısa sürede bir dünya kağıt üretebiliyorsun. Ve kağıt olmasaydı modern felsefe, bilim, edebiyat, sanayi ve teknoloji ortaya çıkamazdı; mesela 17. yüzyılda Descartes gibi bilginler yaratamazdı kağıtsız bir Avrupa. Rönesans, Reform, Aydınlanma dönemleri kağıdın yaygınlaşmasının sonuçlarıdır. Çünkü bu sayede bilgiler ve fikirler birikerek sonraki nesillere aktarılabilmiştir. Böylece her nesilde kendinden öncekileri eleştirme gücüne erişenler sayesinde düşünce gelişebilmiş, daha önce yaratılmış kavramlara ve bilgilere yeni kavramlar ve bilgiler eklenebilmiştir.
Kağıt ve matbaanın icadı ile birlikte kitaplar ve fikirler çoğalmaya başlayınca Martin Luther (1483–1546) Katolik Kilisesinin tekelindeki cehennemi satınaldı ve böylece insanlara Vatikan’daki Katolik Kilisesinden korkmamayı öğretti; İncil’i tarihte ilk defa -hem de Vatikan’ın dayattığı Latince nüshayı esas almadan doğrudan İbranice aslından ve Yunancasından Almanca’ya -yani Almanya’da halkın okuyunca anlayabileceği dile- çevirdi. Böylece Hristiyanlığın reformu yani dinin yeniden yorumlanarak değişmesi ve dönüşmesi süreci başlamış oldu. Martin Luther sadece bir başlangıçtır; kendisinden sonra Hristiyanlık sayısız mezhebe ve alt ve hatta daha da alt mezheplere bölünmüştür. Luther’in ardından Fransa’da Jean Calvin ve benzerlerinin girişimleri ile Protestanlık türleri çoğalmış ve Katolik Kilisesinin Avrupa’daki otoritesi yok olmuştur. Böylece felsefeye, bilime ve düşüncelerin çeşitlenmesine imkan doğmuştur.
Hegel’in “ilk alman filozof” diye tanımlayacağı Jakob Böhme (1575–1624), Martin Luther reformu ile yetişmiş bir Luteryandı; dünyayı ve evreni Tanrının zıtlıklar çerçevesinde kendini gerçekleştirme platformu olarak görürdü. Şu anda acaba rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mı? Var oluşumu/ var olduğumu nasıl kanıtlayabilirim diye düşünüyorken tüm bu süreçleri var olmayan ya da rüyada olan birinin “düşünebilmesinin” mümkün olmadığını fark eden Rene Descartes (1596–1650) düşünüyor olmak var olduğumun delilidir:
“Düşünüyorum o halde varım”
Latincesiyle “Cogito Ergo Sum” diyerek modern felsefe dönemini başlatacaktı. Ve var isem ben bir özneyimdir; böylece her şeye aklın penceresinden bakabilirim. Bu keşif rasyonaliteyi/akılcılığı doğurmuştur ve akıl çağını başlatmıştır. Yani insanın düşünme yeteneği ile kendini bu dünyada temsil etmesini; insanın nesne olmaktan çıkıp artık bir özneye dönüşmesini sağlamıştır. Descartes’e göre üç farklı cevher/töz vardır: Tanrı, ruh ve madde; yani kainatta bunlardan başka hiçbir şey yoktur. Onun çağdaşı olan ve:
“Ben Tanrıya inanıyorsam ve Tanrı yoksa ikimiz de sonsuz bir ceza almayacağız ancak sen inanmazsan ve Tanrı varsa sonsuz bir azap göreceksin ben ödüllendirileceğim, diğer ihtimallerde de sana göre bir kaybım yok”
Şeklindeki tanrıya inanmanın olasılıksal açıklamasını yapan Blaise Pascal (1623–1662):
“Descartes’i affedemem, bütün o felsefesinde, Tanrı’yı dağıtmak için elinden geleni yaptı.”
demiştir. İnsan medeniyetinin çıkardığı en büyük adamlardan biri olan Baruch Spinoza (1632–1677) kutsal metinlerin eleştirisini başlatan Avrupalıdır:
Eski ahitteki on emirden biri “öldürmeyeceksin” iken yine Eski Ahitteki İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye götürmesi kıssasında bizzat Tanrı tarafından “öldüreceksin” emri veriliyor; bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur?
diyecekti.
Din meselesini epeyce kurcalar ve Hristiyanlığın ve Yahudiliğin Tanrı fikrini derinden sarsan bir tez ortaya atar:
“Tanrı sonsuz büyüklükte ise sonsuz her şeyi kapsayacağına göre ben de o sonsuzun bir parçasıyım”
Evet Hallac-ı Mansur’un Enel Hak ve İbn-i Arabi’nin Vahdet-i Vücut fikrine benzer bir düşünce aşağı yukarı; bir büyük farkla ki Spinoza’nın Tanrısı onlarınki gibi “akıl ile kavranamaz bir Tanrı” değildi. Hem Spinoza Tanrı tarifini Musa’dan beri süregelen dini yazıtlardan ayrı şekilde yapıyordu ve içinde bulunan her şeyle birlikte doğanın kendisini Tanrı olarak tanımlıyordu; yani dünyayı ve diğer bütün maddi varlığın toplamını Tanrının bedeni olarak görüyordu; ve bütünsel anlamda Tanrı bütün maddeler ile bütün zihinlerin toplamıydı. Her insanın zihni, Tanrının zihninin bir parçasıydı ve işte bu yüzden Tanrının kutsal kitap falan göndererek insanlarla iletişme geçmesi ihtimali absürttü. Spinoza, cevher meselesinde Descartes’ten farklı düşünüyordu: kainatta üç farklı töz (cevher) yoktu, tek bir töz vardı: o hem doğa (madde), hem ruh, hem de Tanrı idi; yani doğa ve içindeki her şey bizzat Tanrının kendisi idi. Her şey matematikseldi; her şey neden sonuç zincirlerine ve determinizme uygundu. Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme isimli eseri kısa bir özet halinde ilkokullarda okutulmalı, sonra orta uzunlukta bir özeti liselerde tekrar ve bütünü de üniversitelerdeki bütün bölümlere tekrar ve tekrar okutulmalı: işte dünya böyle kurtulabilir ancak.
John Locke (1632–1704) Isaac Newton ve Robert Boyle’un arkadaşıdır. Amerika Birleşik Devletlerinin kurucu babaları John Locke’un:
“Yaşam, özgürlük, mutluluk ve mülkiyet hakları insanlara Tanrı tarafından verilmiştir; bunlar insanın doğal haklarıdır. Dolayısıyla dinin bunları kısıtlaması düşünülemez, eğer kısıtlanıyorsa bu dinin değil dini temsil ettiklerini iddia edenlerin suçudur, herkes inancında özgürdür”
görüşünden etkilenerek ilk ABD anayasasını yazarlar. Bu anayasaya Avrupa’nın krallıklardan kurtulup da meşruti monarşi hayali kurduğu çağlarda doğrudan doğruya bir cumhuriyet anayasasıdır, medeniyet tarihinde bir sıçrama noktasıdır. Yine 1776 Tarihli Bağımsızlık Bildirgesini yazan Thomas Jefferson’ın bu metinde kullandığı “yaşam, özgürlük ve mutluluk hakkı” ifadesi de John Locke’a aittir. Locke “doğal durum” u baz alır. Yani en eski zamanlarda insanın doğal durumu neydi? İnsanın doğası nedir? Adaleti, devleti ve hakları da işte o doğal duruma göre tasarlamalıyız. Lock’a göre bilgi ancak deneyimle elde edilir: insan doğduğunda zihni boş bir sayfadır (tabula rasa) ve yaşadıkça deneyimleri bu boş sayfada bilgilere dönüşür.
George Berkeley (1685–1753) “var olmak algılanmaktır” diyerek zihin-beden ve dış dünya tartışmalarını başlatmıştır. Bir şey algılanabilir olduğu sürece mi vardır yoksa hiç algılayanı olmasa bile mi vardır? Şu dışarıda gördüğün duyduğun her şey gerçekten var mı yoksa var olan tek şey senin zihnin mi? Tüm bunların ispatını asıl yapabilirsin? Ve bu curcuna senin zihindeki bir takım imgelerden, hayali şekillerden ve hareketlerden mi ibaret? Peki hiç algılayanı olmayan, algılanamayan ve algılanamayacak olan şeyler de mevcut mudur evrende? Kalkülüsü keşfeden; yani diferansiyeli ve integrali bulan -ki hala matematikte onun kullandığı notasyonu takip ederiz- Otuz Yıl Savaşlarının içine doğan Gottfried Leibniz (1646–1716) tarihin en büyük matematikçilerinden biri olmanın yanı sıra önemli bir filozoftu da. Monadoloji isimli meşhur kitabı ile metafiziğin o zamana kadar ki en sağlam yorumlarından birini yapan Leibniz, Kötülük Problemine de; “Tanrı mükemmel yetkinliktedir, böyle mükemmel bir Tanrının yarattığı evren de mükemmeldir, dolayısıyla dünyada kötülük diye bir şey var olamaz” yorumunu yaptığında ömrünün büyük bölümünü kilisenin zorbalığıyla mücadele ederek geçiren Voltaire (1694–1778) “Candide” isimli romanı ile Leibniz’in felsefesini karikatürize etti. Romanın kahramanı Candide neredeyse bütün dünyayı dolaşır; hatta İstanbul’a bile gelir. Yolculuğu boyunca savaşlara girer, dayaklar yer, işkencelerden geçer, depremler ve felaketler gelir başına; kötülüğün her türlüsünü yaşar. Romandaki Pangloss isimli felsefe hocası bir süre yoldaşı olur Candide’in ve başlarına ne gelirse gelsin: işkence, savaş, afet vs. tıpkı Polyanna gibi tümünü mümkün olan en iyi dünyada yaşadıklarının kanıtı sayar. Avrupa Aydınlanmasının birçok filozofunda olduğu gibi Voltaire de bir deistti.
Montesquieu (1689–1755) hukuk ve siyaset felsefesine yaptığı katkı ile bugünümüzü şekillendiren büyük düşünürlerden biri olmuştur. Modern demokrasinin en temel ilkesi olan Kuvvetler Ayrılığını: yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız olması gerektiği fikrini ilk kez Montesquieu savunmuştur. David Hume (1711–1776) İslam dünyasının aksine tersten kullandığı şüphecilik ile bilimi, bilgiyi ve geri kalan her şeyi sorguladı. Yaptığı şey Gazali’nin 600 yıl önce yaptıkları ile aşağı yukarı aynıydı; sadece Gazali Allahçı tarafta idi Hume ise karşı tarafta: bir ağaç, bir göz, bir canlı görürüz evet bunlar tasarlanmış gibi durabilir ancak olası bir tasarımcı hakkında bu ihtimalin dışında başka ne söyleyebiliriz? Söyleyebileceğimiz tek şey “bunların tasarlanmış gibi göründüğü”dür. Bunlar tasarımcının varlığına delil değildir.
Akıl hapsedildiği şişeden serbest bırakılmış ve Akılcılık (Rasyonalizm) başlamıştı. Ve akılcılık, kadim düşmanı dinciliği yenerek Avrupa’da Aydınlanma Dönemini başlatmıştı. David Hume’un arkadaşı Jean-Jacques Rousseau (1712–1778) kendisi kralların alaşağı edildiğini göremese de artık değişen dünyanın farkındadır ve krallar alaşağı edildikten sonra devletlerin nasıl olabileceğine kafa yorar. “Toplum Sözleşmesi” isimli kitabını yazar. Rousseau’ya göre:
“ İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur.”
Daha önce devlete dair fikirler öne süren Hobbes ve Locke da geniş bir topluluk içinde yaşarken yasaların sınırlamasına rağmen nasıl hala özgür olunabileceğini sorgulamışlardı ancak Rousseau buna çözüm bulduğunu düşünüyordu: Toplumsal bir sözleşme ile herkes birbirini özgür ilan edecek, toplumsal sözleşme ile genel bir irade tesis edilecek, genel iradenin faydasına olan şey savunulacak, genel iradeye itaat edilecek. Bugün Türkiye de dahil olmak üzere dünya genelinde ekseri devlet sistemleri aşağı yukarı bu şekildedir: Russocudur. On parmağında on marifet olan Rousseau için 18. yüzyılın Leonardo Da Vinci’si denebilir: büyük bir filozof, anayasa kuramını başlatan bir hukukçu, siyaset bilimci, eğitimci ve edebiyatçı olmanın yanı sıra aynı zamanda muhteşem bir opera bestecisidir. Eğitim kuramlarının ve eğitim felsefesinin modern babası da Rousseau’dur: yazdığı Emile isimli kitapta Emile isimli farazi bir çocuk üzerinden çocukların nasıl eğitilmesi gerektiğini yedi temel prensipte açıklayarak modern pedagojiyi başlatmıştır.
Reddettiği Hristiyanlığı kilisenin para kazanma aracı olarak gören Denis Diderot (1713–1784) romantizm akımının öncülerindendi. Şef editörlüğünü yaptığı ve D’Alembert ile birlikte Rousseau, Voltaire, Montesquie, D’Holbach gibi büyük filozofların katkıları ile hazırladığı “Encyclopédie” dünyayı değiştirmiştir: 25 yıl süren, dönemin en ileri devleti Fransa’nın en büyük beyinlerinin dünyadaki bütün bilgileri bir tek eserde toplama girişimi… Bilgiyi tasnif eden, tarif eden ve bu bilginin içinde “aydınlanma” fikrini yazılı biçimde sıradan insanların hizmetine sunan dönemin en değerli kaynak kitabıydı. Voltaire, ansiklopedinin önemini göstermek için Fransız kralının bir yemek sohbetinde barutun neyden yapıldığını bilmeyen dostlarına barutla ilgili maddeyi ansiklopediden gösterişini anlatan bir hikaye kaleme almıştı. O hikayede geçen ve bilginin gelecek nesillere aktarılmasının önemine değinen şu ifadeler, son 300 yıllık tarihte kimin neden ilerleyip kimin neden geri kaldığını gösteren en temiz özet olsa gerek:
Majesteleri, zanaatlarında ustalaşmış ve bilgilerini gelecek nesillere aktarabilen insanlarla aynı dönemde yaşadığınız için şanslısınız. Toplu iğne yapımından ateşli silahların dökümü ve ateşlenmesine kadar tüm bilgiler burada mevcut.
1760–1780 Yılları arasında Paris adeta bir filozof cennetiydi. Dönemin birçok büyük entelektüeli d’Holbach’ın şatosunda toplanırdı: Rousseau, Hume, Diderot, Adam Smith, D’Alembert, Edward Gibbon, Grimm, Marmontel, Turgot, Condillac, Condorcet, La Condamine, Raynal, Helvétius, Galiani, Morellet, Naigeon, John Wilkes, Horace Walpole, David Garrick, Laurence Sterne, Cesare Beccaria ve hatta 100 doların üzerinde fotoğrafı bulunan ABD’nin 8 kurucu babasından biri olan Benjamin Franklin de Avrupa’daki resmi görevleri sırasında bu toplantılara katılmıştır. Bu toplantılarla ilgili meşhur anekdotlardan biri Hume ile ilgilidir: Bir agnostik olan Hume ateizm hakkında konuşurken “ateizmin var olduğunu sanmıyorum, hayatımda hiç ateist görmedim” dediğinde d’Holbach’ın ona “nasıl görmedin, şu anda 18 tane ateistin arasındasın” diye yanıt verdiği rivayet edilir.
Immanuel Kant (1724–1804), 1784 Yılında yazdığı “Aydınlanma nedir?” başlıklı makalesinin ilk cümlesi ile aydınlanmayı şu şekilde tanımlamıştır:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”
Yani aydınlanma aklını bir başkasının kılavuzluğuna ihtiyaç duymadan kullanmak, çocukluktan çıkmak ve artık ergin bir birey olmak gibidir. İnsan, dinler ve Tanrılar yaratarak, sahip olduğu iktidarı altın tepside teslim ettiği kilisenin ve ruhbanların denetiminde kendisini bir kuyunun dibine zincirlemiş ve bu yüzden bir türlü gün yüzü görememekteydi; aklını kullanma cesaretinden yoksundu. Çünkü insan bir nesneydi, edilgendi, korkaktı, bilgiyi ve varoluşu inkar ederdi ve kendi aklını en absürt mitolojik anlatıların karşısında dahi aciz görürdü. Ve akıl yoluyla bu zindandan çıkmanın yolunu buldu felsefe sayesinde. Immanuel Kant, felsefe tarihinin en önemli kavşak noktalarından biridir. Çünkü insan aklının tarih boyunca ulaşabildiği en yaratıcı bakış açısı ile aklın sınırlarını sorgulamıştır, bilgiyi sorgulamıştır, varlığı sorgulamıştır, insanı sorgulamıştır, ahlakı sorgulamıştır ve yaşamı sorgulamıştır, Newtoncu bilimin felsefi temelleri Kant tarafından atılmıştır; Kant’tan sonra gelen neredeyse her filozof, eğer yeni bir şey söyleyecekse öncelikle Kant’ı aşması gerektiğini bilerek işe başlamıştır. Kant ile birlikte “insana verilen bilgi” anlayışından insanın “inşa ettiği; daha doğru bir tabirle yarattığı bilgi” anlayışına geçilmiştir. Peki bu neyi değiştirir? Bu, insanın yaratıcılığını bilginin kaynağı yapar; bilim, hukuk ve siyaset bu kaynaktan beslenir. “Neyi bilebilirim ve neyi bilemem” sorusunu merkeze alarak yazdığı Saf Aklın Eleştirisi ile aklın sınırlarını araştıran Kant, o tarihe kadar var olmayan bir fikir bulmuştur:
Var olduğu iddia edilen her şey anlaşılmak için insanın düşünebilme becerisinin seviyesine inmeye muhtaçtır. Mesela Tanrı iddiası, eğer benim onu anlama kapasiteme ihtiyaç duyuyorsa doğrudan doğruya absürt bir iddiaya dönüşmüş oluyor zaten.
Bu yaklaşım Teoloji/İlahiyat gibi uğraşların akıl sınırlarının dışında olduğunu; dolayısıyla bunların oksimoron olduğunu göstermiştir; bu metin ayrıca daha sonraları Edmund Husserl ile başlayacak Fenomenolojinin de köküdür; transandantal yaklaşım: tıpkı gözün kendini görmeye çalışması gibi hep dış dünyayı kurcalayan aklın da içeri bakıp kendini incelemeye çabalaması.
Pratik Aklın Eleştirisi ile “neyi yapmak meşrudur, nasıl davranmak doğrudur” sorularını merkeze alarak insanın anlama yetisinin ötesinde olduğu iddia edilen bir yerden (dini ve mitolojik metinlerden) temellendirilen ahlakın çürüklüğünü; yani din ve Tanrı temelli ahlakın tutarsızlığını gösterir; akla bir sınır çizilmiştir ve işte ahlak da bu sınırlar içinde insan tarafından inşa edilecektir: bugün İnsan Hakları Temelli Seküler Ahlakın dayanaklarından biri de bu fikirdir: bu ahlak kaynağını hiçbir dini metinden almaz. Kant’ın üçüncü eleştirisi ise Yargı Gücünün Eleştirisidir; bu kritik de inanç ile ilgilidir, inanmanın sınırlarını keşfetme çabasıdır. Thomas Aquinas’ın Summa Theologicasında latince “Quinque viæ” dediği ve günümüzde hala Katolik Hristiyanlığın savunucularının otoriteleri tarafından resmen kabul gören “Tanrı’nın varlığına beş kanıt” argümanlarını darma duman etmiştir Kant. Keza Türkiye’deki “İslam Akıl Dinidir” tayfası Kant’tan bihaber olduğundan ya da onu anlayamadıklarından hala daha Tanrı’nın varlığını akıl yoluyla ispatlamak gibi bomboş bir çaba içinde sefil ömürlerini harcarlar.
Jeremy Bentham (1748–1832) tam da Kant’ın ikinci kritiğinde belirttiği şeyi yaptı ve ahlakı göklerden yerlere indirerek onu tıpkı bilimsel bir denklem oluşturur gibi formülize etmeye başladı; bir eylem ne kadar çok haz getirirse o kadar iyidir, ahlakidir. Mutluluk acının minimize hazzın da maksimize halidir. Olaylar verdiği hazza göre “mutluluk puanları” şeklinde tanımlanabilir ve her şey hesaba katıldığında herkes için en fazla mutluluk nasıl elde edilebiliyorsa işte en ahlaklı olan o seçenektir. Hukuk felsefesinin babalarından biri olan Bentham, ayrıca ceza hukukunun amacını bulmuştur: suçluyu cezalandırma “öç alma” amacıyla yapılamaz, ıslah ederek topluma kazandırma amacı taşımalıdır. Bugün bütün medeni dünya cezalandırmada bu amacı esas alır.
Ve Wilhelm von Humboldt (1767–1835) modern üniversiteyi yarattı: evet bugün dünyada üniversite eğitimi alan herkes Humboldt Modeline tabidir. Bir Fransız olan Voltaire yaşadığı dönemde, Almanları hala barbar görür ve Alman dili ile dalga geçerdi. Hatta Immanuel Kant mucizesi ortaya çıkana kadar Almanya’nın felsefe yapabileceğine çok inançları da yoktu; ne birlik olabiliyorlar ne de Fransızlar’dan tokat üzerine tokat yemeyi durdurabiliyorlardı. Ta ki Prusya Reform Hareketine kadar; kaynağını bilim ve felsefeden alan ve özellikle askeri, bilimsel ve eğitim alanında yürütülen bu reform hareketinin sonucu Almanya’nın dünyanın en güçlü devletine dönüşmesidir. Bu reform hareketinde eğitim alanında sorumlu kişi, bir filozof olan Humboldt’tur. Ondan önceki üniversiteler başlangıçta kilise tarafından kurulmuş ve bilgiyi muhafaza ve müdafaa etmek için mücadele eden, bilimsel araştırma olanağı sunmayan, sadece seçkin bir azınlığı eğitme amacı taşıyan kurumlardı. İşte Humboldt, bugün hala uygulamada olduğu gibi akademisyenlerin hem bilimsel araştırma yaparak hem de kitlelere eğitim vererek organize olduğu modern üniversite modelini bu reform hareketi sırasında Berlin (Humboldt) Üniversitesini kurarak yaratmıştır. 19. ve 20. yüzyılda başta Amerikan, İngiliz ve Fransız üniversiteleri olmak üzere dünyanın bütün yüksek öğretim kurumları Almanya’nın Humboldt Modelini benimsemiştir. İçinde yaşadağımız Teknoloji Devriminde bu benimseyişin etkisi büyüktür.
1789 yılında Fransa’da çanlar çalar, toplar patlar ve tarihte ilk kez yığınlar ayaklanarak kralı tahtından eder. Fransa tarihinin en talihsiz kralı 16. Louis 1793 yılında giyotinle idam edilir. Yeni çağ son bulur.. Peki ne olmuştu? Bilinen tarihin ilk kralı Sümerli Alulim’den beri nasıl olmuştu da yığınlar bir kralı indirip monarşiye son verebilmişlerdi? Din ve siyasal iktidarın, rahiplerle kralların 6000 yıllık ittifakı Paris’te ilk kez mağlup olmuştu. Geri planda Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot ve John Locke bu ittifakı yıkan yığınları yönlendiren kişilerdi. Aslında 6000 yıllık iktidar felsefe sayesinde tuz buz olmuştu. Charles Dickens ve Victor Hugo’ya da olup biteni anlatmak kalmıştı.
İşte Fransız İhtilalinin olduğu dönemde yaşadı G. W. Friedrich Hegel (1770–1831). Sonraki yıllarda devrimi anmak için ağaç bile dikmişti. Hegel, fesefeyi düşüncede yakalanmış zaman olarak tanımlardı ve belki de fikirlerindeki en orijinal taraf tarihselci olmasıydı. Bunu güncel tartışmalardan örneklendirmek gerekirse; gerçek İslam nedir? sorusunun özde yatan ve bir gün keşfedilebilecek bir cevabı yoktur. Gerçek İslamın ne olduğuna düşünme yetisi olan herkes farklı bir cevap verebilir ancak bu cevapların hiçbiri evrensel olmayacaktır. Bunun yerine gerçek İslamın ne olduğu şöyle tanımlanabilir: Gerçek İslam, İslamın tarihidir. Yani Hegel’e göre şeyler özler üzerinden değil ancak tarihleri üzerinden tanımlanabilirler; hiçbir şeyin mutlak kökeni yoktur. Ve ona göre birey yerine toplum vardır. Bu noktada “tin” (geist) tarifi yapar Hegel. Geist dediğimiz şey İngilizce’deki ghost ile aynı etimolojik kökenden gelir: din-ötesi anlamıyla ruh/spirit demektir. Toplumların da tini vardır. Mesela bir Antik Yunan Tini vardır ve 2000 yıl önce ölmüştür bu tin. Keza bu dünyada binlerce yıl boyunca var olan Konar Göçer Türk Tini de uzun zaman önce ölmüştür; bugün dünyada modern ya da modern sonrası tin mevcuttur. Yine de Hegel, tinin ilerlemeci olduğunu söyler, diyalektiğin modern tarifini yapar: fikirler çatışır ve bu çatışmalar sonucu daha üstün fikirler ortaya çıkar.
Hegel ile aynı tarihlerde ve hatta aynı saatlerde aynı üniversitede dersler veren Arthur Schopenhauer (1788–1860) Hegel’in felsefi fikirlerini saçmalık olarak nitelemiş Hegel de ona yazılarının mide bulandırıcı ve cahilce olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Schopenhauer, insanın isteklerinin asla bitmeyeceğini, bunun sürekli bir mutsuzluğa neden olacağını ve bu durumun sonsuza dek artarak devam edeceğini söylemiştir. Tarihin gördüğü en pesimist insanlardan biridir. Dünyayı sonu gelmez acılar ve sefaletlerden mürekkep gördüğünden hiç doğmamış olmayı yeğlemiştir. Tanrıya değil ama bir güce; daha doğrusu iradeye inanıyordu. Zihinlerimizde dünyayı algılayışımıza “tasarım” diyordu ve aslında dünyanın özünün iradeden yani kör bir güç ten oluştuğunu söylüyordu.
Hepimiz tek bir gücün bölümüyüz bir bütünün parçalarıyız dolayısıyla başka bir insana zarar vermek esasında kendine zarar vermektir
şeklinde tanımlıyordu ahlakı. Varoluşla başa çıkmanın yolunu fakir ama ahlaklı bir hayat sürerek çileyi kabullenmede görmüştü. Schopenhauer’un en büyük keşfi “istenç/isteme” kavramıdır; insan başta olmak üzere var olan her şeyin ardında, onu harekete geçiren bir kuvvet vardır; işte bu kuvvettir istenç.
İşçi sınıfı ve endüstriyalizm terimlerinin mucidi olan Saint-Simon’un (1760–1825) öğrencisi Auguste Comte (1798–1857) pozitivizmin kurucusu ve sosyolojinin babasıdır. Tarihi, dinin ve rahiplerin iktidar gücüne göre çağlara bölmüş: Teoloji Evresi, Metafizik Evre, Pozitif Evre. Pozitif dönemin; yani poztivizimin başlatıcısı da kendisi; kendisinden sonra başka bir nebi gelmeyecek bir tür peygamber adeta. Pozitif evre salt akıl ile şekilleniyor: görünen, bilinen ve duyularla algılanan dünyanın dışında metafizik olarak müdahil olabilecek başka bir parametreden söz edemeyiz. Fen ve teknik akılla sorgulanıyordu artık sosyal bilimler de salt akılla sorgulanacak. John Stuart Mill (1806–1873) on dokuzuncu yüzyılın belki de en berrak, en duru beyni. Özgürlük kelimesi kendisi ile apayrı bir anlam kazanmış. Babası, faydacı filozof Jeremy Bentham’ın yakın arkadaşı ve John Locke’dan etkilenerek oğlunu bir deney yapar gibi diğer çocuklardan izole ve Sokratik tarzda sürekli bir eğitimle yetiştirmiş. Öyle ki 7 yaşında Platon’un diyaloglarını orijinal dilinde okuyabiliyordu ve 20'li yaşlarında dünyaca ünlü bir düşünürdü John Stuart Mill. Zarar İlkesi olarak bilinen:
Bir kişinin özgürlüğünün sınırı başka birinin hakkını gasp etmeye başladığı noktadır. Bir bireyin eylemlerine müdahalede bulunulmasının yegâne meşru nedeni de onun diğer bireylere zarar vermesini önlemektir.
ifadesi Mill’in önemli bir mesajı ve modern hukukun özetidir. Basit göründüğüne bakmayın Fransız İhtilalinden tırsan Viktorya dönemi dünyası için epeyce büyük bir laf. Devletin/muktedirlerin ya da birilerinin yaşam tarzı dayatmalarının yanında “çoğunluğun tiranlığı” dediği sosyal baskı, mahalle baskısı ile de mücadele içindeydi. Kimsenin kimse için mutluluk planı hazırlama yetkisi olmadığını söyledi. Belki de en önemli tespiti:
Aydınlar ve bilginler toplumun geri kalanından daha fazla özgürlüğe muhtaçtır. Eğer bir toplum aydınlarının gelişimine/özgürlüğüne ket vurursa aslında en büyük kötülüğü kendine yapmış olur.
Liberalizmin önde gelen düşünürlerinden biri olan J. S. Mill aynı zamanda feminist hareketin/ kadın haklarının; daha doğrusu kadın erkek eşitliğinin, döneminde pek rastlanmaz şekilde, radikallik yaftasını göze alarak savunuculuğunu yapmıştır.
Belki de her düşünür hayatında en az bir kez, yoksa Max Stirner (1806–1856) haklı mıydı lan? demiştir. Stirner genç Hegelcilerden, Hegelin öğrencilerinden biri. Anarşizmi, birey olgusunu ve egoizmi Stirner kadar net anlatabileni görmedim:
“Biricik olduğumu bildiğim andan itibaren kendimin sahibiyim. Tanrı’nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri… Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi. Hiçbir şey benden üstün değildir!”
Ludwig Andreas Feuerbach (1804–1872) Hegel’in bir diğer öğrencisidir. İyi bir Tanrı/din eleştirmenidir. Dine inanmak Tanrı ile hemfikir olmayı gerektirir bu da sosyal çevrelerde dinsel bir dizayn oluşturur. İnsan, kendi duygusal eylemlerini Tanrıya atfeder: cezalandırmak, ödüllendirmek, sevmek, kızmak, affetmek, merhamet etmek vs. Bunlar Tanrının insan icadı olduğuna delilidir ona göre. Hegel’in diyalektiği idealara ilişkindi, tin ile ilgiliydi. Feuerbach, içinde din yerine aşk olan bir tür hafif materyalizmi savundu. Bu ikisinin sentezini yapmak Marx’a nasip olacaktı. Felsefe tarihi bence Charles Darwin’i (1809–1882) okumuş filozoflar ve onu okumamış olanlar/eskiler şeklinde ikiye ayrılmalı. Ufak bir azınlık dışında evrim teorisi kimseyi dinden çıkarmamıştır ancak evrim teorisinden sonra Tanrının olmadığı fikrine ikna olmak hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştır. David Hume Tanrıya inanıyor muydu? Muhtemelen hayır.. Ancak inanmıyorum dediği zaman da “madem kendi kendine oldu bu çiçek nasıl bu kadar güzel o halde” gibi sorularla karşılaşacaktı. Oysa sadece en güzel çiçekler ilgi çeker ve polenleri döllenme şansı yakalar, sadece sivri gagalı ispinozlar daha fazla üreme şansına sahiptir, eğer erkek bir cennet kuşu iseniz dansınız ve şarkınız en az Micheal Jackson’ınki kadar güzel olmalı ki dişinin ilgisini çekip de çoğalabilesiniz; yeni nesiller daha güzel danslar daha güzel şarkılar bulsun, evrimsel olarak avantajı olan ürer ve çoğalır her zaman.
Hume, Spinoza, Kant tümü evrimin varlığından habersizdi ve ne kadar akıl yürütme yaparlarsa yapsınlar varoluşu ve canlılığı açıklamakta metafiziğe muhtaçtılar. Ve diğer onlarca büyük filozof da doğal seçilim denilen doğanın bir numaralı kanunundan bihaberdi. Doğal seçilim kör bir mekanizma ve bunun ne olduğunu açıklayabilmek için Tanrıya ihtiyaç yok. Bugün itibariyle eğer Hawking’in de savunduğu Sıfır Enerjili Evren (Zero Energy Universe) kuramı sizi ikna etmiyorsa Tanrıya sadece Big Bang’in öncesini açıklayabilmek için ihtiyaç var. Richard Dawkins, Darwin’den önce yaşasaydı ateist olabilmeye ikna olamayacağını söylemiştir. Modern biyoloji biliminin kurucusu sayılan Darwin bir filozof olarak görülmez ancak türlerin kökenini yayımladığı 1859 yılı felsefe tarihinin dönüm noktalarındandır. Soren Kierkegaard (1813–1855) varoluşçuluğun babası olarak bilinir; fikirleri Heidegger ve Sartre sayesinde 100 yıl sonra gündeme geldi. Felsefesi bireyi merkeze alan, dini bireye endeksleyen, varoluşun somutluğunu diğer her şeyden daha yüce addeden, Hristiyanlığı ve hatta Protestan Hristiyanlığı yozlaşmış olarak gören ve dinde yeni bir reform talep eden türdeydi. Ona göre dinler saçmadır; inanmak eylemi de saçmadır; dolayısıyla saçma bir şeye saçma bir şey yapmak yani dinlere inanmak tutarlıdır. Bir münzevi gibi yaşayan Kierkegaard’ın hayatında başına gelenlerle oluşturduğu felsefe arasında paralellik vardır. Mesela babası onu bir papaz olması için ruhban okuluna yollamıştır; yani onu Tanrı için kurban etmiştir. Tıpkı oğlu İshak’ı Tanrı için kurban etmeye kalkışan İbrahim gibi. Keza aşık olduğu kadından vazgeçişi de bu kurban ritüeline bir başkaldırıdır; münzevi melankolik hayatına alarak onu -İbrahim peygamber ya da babasının kurban edişi gibi- kurban etmemiştir. Ama farkeder ki İbrahim’in kıssası kendi hayatı gibi hüzünlü bitmemiştir; İshak ölmemiştir ama onun aşkı elden gitmiştir; işte bu aradaki fark İbrahim’de var olan ama kendinde var olmayan imanın sonucudur. Hegel’in insanın varoluşunu mantığa indirgeyen epistemolojisine karşı çıkmıştır; ona göre hakikat nesnel değildir, özneldir; yani herkesin kendi hakikati vardır. Bu hakikati bulmayı göze alamayanlar yığın olurlar ve başka şeyler uğruna, başkalarının buldukları hakikatlerle, bütün seçimlerini, tercihlerini o yoldan hazır alarak yaşarlar. Bu hakikati bulmayı arzulayanlar ise kendi varoluşlarının karar vericileri olurlar ve kendilerini yaratırlar; kendilerine bir öz yaratırlar. İşte onlar seçim yapabilenlerdir; kendi hayatının öznesi olan insanın kendine inşa ettiği öz seçimlerinin toplamıdır. Böyle insanlar nadirdir. İnsanoğlu genelde yığın olmaya eğilimlidir.
Karl Marx (1818–1883) İngiltere’deki madenlerde ve fabrikalarda bizdeki Soma Faciası gibi felaketlerin rutin olduğu bir dönemde yaşadı. İnsanlar ve hatta ufacık çocuklar 14 saat çalışıyor ve anca karınlarını doyurabiliyorlardı. Gördüğü manzarayı matematikleştirmişti: ham madde fabrikaya geliyor, işçiler emekleri ile ham maddeye bir artı değer katıyor, çıkan ürün ham maddenin örneğin üç katı değerde oluyor, aradaki kârın neredeyse tümünü sadece fabrika sahibi alıyordu. Yani artı değer burjuvazinin cebine gidiyordu ve burjuvazi bu artı değerle kral gibi yaşıyor bir yandan da daha fazla insanı kendine köle yapabiliyordu. Açıklamak için farazi değerler kullanıyorum: işçiler öncelikle burjuvazi için on saat çalıştıktan sonra kendi karınlarını doyurmak için üç saat daha çalışma hakkı elde ediyorlardı. Haksızlığa tahammülü yoktu. Ve var edenin yok da edebileceğini keşfetti: burjuvaziyi yaratan işçi sınıfının emeğiydi ve burjuvaziyi yok edebilecek olan da yine işçi sınıfı olacaktı. Eğer üretim araçları işçilerin eline geçerse artı değerin de işçilere yani bütün insanlara eşit dağılabileceğini görmüştü ve hatta bunu ekonomik bir dille formülize dahi etmişti. Bu sistemin gelecekte bir gün patlayacağını ön görüyordu. Fransız Devrimi yapılalı henüz yüz yıl dahi olmamıştı ve yığınların günün birinde tıpkı daha önce Sezarları indirdiği gibi Patronları da indireceğini düşünüyordu. Ama bu gidişatı hızlandırmaya çabalamak da fena olmazdı, bu yüzden gelecekte olması kaçınılmaz işçi devrimi için devrimci sosyalizm örgütlenmeliydi. Marx’ın en önemli tespiti “yabancılaşma” kavramıdır belki de. Arılar nasıl ki tabiatlarına uygun biçimde arılık yapıyorsa; karıncalar nasıl ki doğalarına uygun şekilde karıncalık yapıyorsa; insan neden doğasını inkar ederek kendisinden farkı olmayan bir insana kulluk yapıyordu, neden aslında olduğu şeye yabancılaşmıştı? İnsan özünde ya da varoluşunda bugünkü halinde değildi. Tarihin bütününün ya da son demleriyle kapitalizmin insanı insan olmaktan uzaklaştırdığına, komünizmin insanı tekrar insan yapacağına, hakiki özüne döndüreceğine inanıyordu. Fikir adamı olduğu kadar eylem adamıydı, devrimciydi; felsefenin artık dünyayı yorumlamayı bırakıp onu değiştirmesi gerektiğini söylüyordu. Marx, şunu fark etmiştir: sanayi devrimi ile birlikte bir zengin sınıfı otaya çıktı ve bu zengin sınıfını var eden işçilerdir; dolayısıyla yok edebilecek tek güç de işçilerdir; zira bir şeyi var eden onu yok da edebilir. Marksizme isteyen istediği anlamı verebilir; benim gördüğüm Marksizmin çıkış noktası, işçi ve gariban (proleterya) sevgisinden çok zenginlere (burjuvaziye) duyulan nefrettir. Hatta bunu Sovyet Kızıl Ordu’nun kurucusu Lev Troçki (1879–1940) yarım yüzyıl sonra çok güzel ifade edecekti:
Sadece burjuvazi için parlayacaksa güneşi de söndürürüz.
Friedrich Engels (1820–1895) ile beraber bugün herkesin Marksizm dediği Modern Komünizm Felsefesini ortaya çıkardılar. Marks ve Engels, büyük filozoflar olmalarının yanı sıra modern komünizmin ve modern sosyalizmin kurucusu oldukları kadar; sosyolojinin, iktisat biliminin ve tarih biliminin de önemli isimleri arasındadırlar. Marks’ın Tarih Felsefesi; insanlık tarihini sınıflar arası mücadele olarak görür. Marksist İktisat Teorisi, halen daha iktisattaki en iddialı yaklaşımlardan biridir. Yine Marks ve Engels ikilisine ait olan “alt yapı üst yapıyı belirler” gibi tezler ise sosyolojiye ve tarihin sosyolojik yorumuna katkı sağlar. Marks ve Engels’e kadar “insan” kelimesi asla gerçek anlamı ile kullanılamamıştır. Daha önce bu kelimeyi kullananlar, bu kelime ile ya “efendi” ya “özgür erkek” ya da “sermaye sahibi burjuva” demek istemişlerdir. En nihayetinde Marks’tan sonra aydın olmak marksist olmak ya da ömrünün bir döneminde marksist olmak ya da en azından birazcık marksist olmak diye tanımlanabilir. Marks’tan sonra marksizm bilmeyen adam aydın falan değildir, marksizmi okuyan adam da marksist olmasa bile marksizmin bir çok tarafına karşı çıkamaz dolayısıyla ucundan da olsa biraz marksçı olur. Bugün algılanan “sol” kavramı Marks ve Engels ile başlar. Marks ve Engels’in yazdıkları Çin’den Rusya’ya, Doğu Avrupa’ya, Latin Amerika’dan Balkanlara ve hatta Arap dünyasına kadar bütün toplumlarda milyarlarca insanın hayatını etkilemiş dünya genelinde muazzam etki yapmıştır. Kaddafi, Esad ve Saddam… Bunlar bile kendi çapında Sosyalist, Marksist insanlardır. Marksın Komünizm Ütopyası aslında güzel bir ütopyadır ancak en nihayetinde Farabi’ninki, More’unki, Bacon’ınki gibi sadece bir ütopyadır.
Amerikan Kapitalizminin ve Amerikan Rüyasının temelleri Amerikan Pragmatizmidir. İşte William James (1842–1910) Pierce ve Dewey ile birlikte Amerikan Pragmatizminin en meşhur filozoflarından biridir. Kimdir Amerikan Pragmatisleri? Onlara göre doğru olan şey işe yarayan şeydir; bu yüzden haticeye değil neticeye bakarlar. Felsefenin akış yönünü daha pratik ve kullanışlı amaçlara çevirmişlerdir; pratik faydası olmayan şeyleri ayıklamışlardır. James, Amerikan psikolojisinin babası olarak bilinir. Psikolojinin prensiplerini yazmış ve psikolojiye yeni terimler kazandırmıştır.
Henüz 24 yaşında Basel Üniversitesinde profesör olan Friedrich Nietzsche (1844–1900) tarih sahnesindeki konumunu; insanlık tarihinde çok ama çok ender görülen dehasının yanı sıra İncil eleştirileri, materyalizm ve Darwin’in evrim teorisine borçludur. İncil ve Tevratın modern eleştirisi Hobbes ve Spinoza ile başlar. 18. ve 19. yüzyılda zirve yapar. Protestanlıkla İsa’nın dinini parçalara bölen Almanlar kadim germen atalarının pagan dinlerinin öldürülmüş olmasının intikamını alırlar adeta Kudüs’ün çocuklarından. Johann Gottfried Eichhorn, Leberecht de Wette, Julius Wellhausen gibileri Tevratı ve İncili kelime kelime, cümle cümle, ince ince eleştirirler.
Ateizmin üç şartı:
1- Kutsal metin eleştirisi
2- Materyalizm (madde dışında başka bir varlık yoktur)
3- Bilim ve Evrim
İşte Nietzsche tüm bunlara vakıftı ve insanoğlunun kendi aklıyla yaratıp da yaklaşık 9000 yıldır başına dert edindiği Tanrının en nihayetinde yine insanın kendi aklıyla öldüğünü düşünüyordu. İngiliz Evrimcileri, Fransız Pozitivistleri ve Alman Sosyalistleri Tanrıyı öldürdükleri halde hala daha onun ahlakı ile yaşamakla ve bunu hiç sorgulamamakla eleştiriyordu. Ve asıl soruyu soruyordu:
E Tanrı öldü şimdi ne yapacağız?
Nietzsche her ne kadar yığınlardan tiksinse de fikir babalarından olan Schopenhauer kadar karamsar değildi. Öncelikle “ahlak” kavramıyla yüzleşmeliydi insanoğlu, ve ahlakı Platon, İsa ve “Kant” gibi tek tipçilerin elinden kurtarmak gerekirdi: “ahlak” yok “ahlaklar” vardı, bu ahlakları da üstinsanlar yaratacaktı. Ahlakın soykütüğünü çıkardı ve ahlakın Kadim Yunanda başka bugün başka anlama geldiğini, gelecekte de muhtemelen başka bir anlama geleceğini söyledi. Ahlak, zaman ekseni olan bir grafikte değişken konumlar alan bir mefhumdu. İyinin ve kötünün ötesinde bir ahlakın var olabileceğini ve insanoğlunun bunu bulmaya muktedir olduğunu iddia etti. İnsanoğlunun bugünkü hisleri: merhamet, acıma vs. bunlar İbrahimi dinlerin ahlaki değerleriydi belki de. Belki de kadim Yunandaki gibi cesaretti en yüce erdem; savaşlarda en fazla adam öldüren kahramanların daha büyük görülmesiydi, Bismarck’ın yüceliğiydi mesela... Tragedya’nın Doğuşu isimli metni ile Sokrates öncesi Antik Yunan’ı sanki onların içlerinde yaşamış gibi anlatır. Sokrates ile birlikte ortaya çıkan felsefenin sadece akıl yoluyla kavramaya odaklanmasını eleştirir; insanın aynı zamanda bir bedene/gövdeye de sahip olduğunu söyler ve akılla kavramanın dışında bu beden tarafından üretilmiş “dürtü” gibi farklı kavrama yetenekleri de vardır. Sokrates sonrası düşüncenin “kavram”lara indirgenmiş olmasını eleştirir. Zaten bu yüzden bir çok eseri felsefe metninden çok edebiyat metnine benzer: kavramlar aracılığı ile bulunacak hakikat her daim yarım olacaktır; hatta edebiyat ile ya da sanatla bulunacak hakikatler kavramlarla, akılla ya da mantıkla bulunanlardan daha yeğdir. İşte bu anlayış ile yazılmış, Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ü insanın ifade gücünün; insan dilinin bir başyapıtıdır: bana göre insanın düşüncesinin ulaşabildiği en uç sınırdır; insanlığın bütün düşünce gücünün sıkıştırılıp yoğunlaştırılarak ufacık bir kitabın içine konulmuş bir hali gibidir; dünyadaki bütün kitapların içinde “kutsal kitap” olmayı en fazla hak eden eserdir.
Tıpkı Comte, Hegel ve Marx gibi insanlığın tarihini o da kategorize etmiş; insanın evriminin henüz tamamlanmadığını söylemiş ve Tanrı öldükten sonraki insanın Übermensch (Üst insan) olabileceğini söylemiştir. Üstün bireyi yaratmak yerine toplumun genel mutluluğu gibi meselelerle uğraşmak boş iştir, üstün tipler, yaratıcı insanlar çıkmazsa toplumlar varsın batsın daha iyidir. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için sadece bir amaçtır, ötesi değil. Nietszche’nin Marx’ı hiç okumadığını Oruç Aruoba’dan öğrendim. Okumuş olsa acaba dünya nasıl bir yer olurdu diye sorar kendisi.
Bir açıdan Darwin nasıl ki Nietzsche’nin manevi babası ise Nietzsche de Sigmund Freud (1856–1939)’un manevi babasıdır diyebiliriz. Nietzsche’ye Tanrı’yı öldürecek kılıcı Darwin vermişti; Freud da Nietzche’nin omuzlarına çıkarak daha önce hiç açıp bakamadığımız bir pencereye ulaştı: İnsanın Kendisi. Belki de tarihte peygamber olmayı en fazla hak eden insan Freud’dur. Sonuna kadar araladığı bu yeni pencere bütün tarihi ve felsefe tarihini en baştan yorumlama ve anlama özgürlüğü getirdi bizlere. Freud’dan önce psikoloji bir takım hurafelerden ibaretken Freud sayesinde bilimsel bir temele oturmuştur. Onun icadı olan psikanaliz psikolojiyi aşmıştır. Onun türettiği bilinçdışı kavramı başlı başına bir bilim dalına dönüşmüştür. Onun deyimiyle insanlık tarihinde üç büyük devrim vardır:
1- Kopernik’in -dünyanın değil- güneşin merkezde olduğunu keşfi
2- Darwin’in doğal seçilim tanımı
3- Freud’un bilinçdışı tanımı.
Bütün bir insanlığın aslında henüz keşfedilmemiş ve hiç farkında olmadıkları bir hastalığa yakalanmış olduğunu düşünün. Bu tespit Nietzsche’ye aittir ve übermensch olarak bu hastalıktan kurtulunabilinir. Günlük klinik amaçtan öte felsefi açıdan bakarsak olaya işte bu hastalığın ismini Freud “nevroz” diye tanımlamış ve tedavisini de kendisi ve kendisinden sonra gelen freudyenler bulmuştur: Psikanaliz. Tanrı üzerine fikirleri de benzerdir. Nietzsche:
“Sonsuza kadar bir bebek gibi kendi yarattığımız ve anne gördüğümüz Tanrı’nın memesini emmeye devam mı edeceğiz? Artık kendi başımıza yürümenin vakti geldi”
derken Freud:
“Tanrı, insanın babasıdır onu icat etmesindeki temel neden insanın kendini bu dünyada terk edilmiş ve yalnız hissetmesi ve bu terk edilmişliğin çocuksu hüznünü de ancak baba olarak gördüğü Tanrı hayaline sarılarak atlatabilmesidir.”
demiştir.
Edmund Husserl (1859–1938) bir ömür yazmış; tam 40.000 sayfalık külliyatı var. Onca yıl boyunca bir tek şeyi aramış: Bilimlerin Bilimi. Ona göre böylece, felsefenin başındaki “metafizik” denen bela da yok olacaktı. Şöyle düşün; oturduğun yerden ayağa kalkıyorsun ve kendi kafanın içine -biyolojik olmayan anlamda- giriyorsun, nasıl çalıştığını incelemeye çabalıyorsun, çalışma prensibini bulmak için onunla beraber hareket ediyorsun: o sırada zaten bilincin çalışıyor ve sen bilincinle beraber hareket halindesin; bilincini daha detaylı görebilmek için ona daha yakından bakmaya çalışıyorsun ama ne yaparsan yap çok yaklaşamıyorsun, bilincinin sınırlarını görmek için çeperindeki zarına dokunuyorsun boydan boya. İnsan bilinci, dış dünyada ne varsa onu gözle görür, kulakla duyar, elleriyle hisseder, tadar, koklar, hormonları ile kavrar, refleksleri ile tepkiler, amigdalası ile silkinir ve topladığı bütün bu bilgileri içeri yollar: bilinci de bu bilgileri tanımlar, tasnif eder ve işler. İşte gündelik algıları bırak, en büyük fizik teorileri bile bu tanımlama, tasnifleme ve işleme sürecinin sonucunda oluşur. Bilimlerin Bilimi bu süreci açıklığa kavuşturacaktı: düşünerek düşünmeyi kavrayacaktı. Fenomenolojik Tavır bu çabayı tekrar ve tekrar göstermektir. Husserl, Descartes ve Kant’tan ilhamla işte bu şekilde Fenomenolojiyi bulmuştur ve fenomenoloji insanın düşünme kabiliyetini bir üst seviyeye çıkarmıştır.
Max Weber (1864–1920) malumun ilanını ortaya koymuş: eski gelenekçi çağdan modern döneme geçiş Protestan reformu ile başlamıştır ve protestanlar mezheplerinin içeriği gereği Katoliklerden daha çalışkandır, kültür ve medeniyet olarak öndedir, dolayısıyla bugün en yüksek teknoloji Protestan Alman teknolojisidir. Yani, bir toplumda din ve hatta mezhep her şeye etki ediyor. Hayatın kendisine ve insana bile. Toplumlar dinlerine ve mezheplerine göre geri kalabiliyorlar ya da öne geçebiliyorlar. Marx’ın tarih kuramı merkeze ekonomik faaliyetleri alır: ekonomik alışkanlıkların kültürünü, dinini, hukukunu, töreni yaratır. Buna bir örnek vermek gerekirse eğer konar göçer toplumsan konar göçerliğin ekonomik alışkanlıklarına tabi olduğun için hukukun, kültürün ve dinin de bu ekonomik alışkanlık üzerinden şekillenir, mesela sürekli at binip savaşmak zorunda kalırsın ve ortaya Gök Tanrı dini gibi bir inanç ile Cengiz Han yasaları gibi bir hukuk uygulaması çıkar; fakat göçebeliği bırakıp da yerleşik hayata geçerek tarım yapmaya başlarsan kültürün ve dinin de büyük olasılıkla değişecektir, ambarındaki mahsulüne göz diken işgalcilerden korunmak için daha güçlü bir birliktelik ve teşkilatlanma sunan bir dine ve hukuka geçerek Türkler gibi Müslüman ya da Gagavuzlar gibi Hristiyan olursun. Weber ise bu durumu çok daha farklı açıklar: mesela modern öncesi dönem ile modern dönem arasındaki fark salt ekonomik alışkanlıkların değişmesi ile ilgili değildir, insanlar feodal dönemden modern döneme geçince kitlesel anlamda daha gelişkin ve daha akılcı olmuşlardır; modern dönem büyük oranda bu akılcılığın eseridir. Weber, sosyolojinin temel taşlarından biridir; bürokrasinin mucidi, şehirlerde ve devletlerde bürokratik örgütlenmenin en önde gelen kuramcısıdır.
Bertrand Russel (1872–1970) analitik felsefe geleneğinin kurucularından biridir. Felsefe bugün özellikle ABD’nin gözünde iki kampa ayrılmış durumda: analitik felsefe ve kıta felsefesi. Analitik felsefenin önde gelen temsilcileri Russel, Wittgenstein, Frege, Gödel, Carnap ve Popper iken Kıta felsefesinin en meşhur temsilcileri Kant, Nietzsche, Heidegger, Sartre ve Foucault’dur. Bu iki gelenek arasındaki temel fark; analitikçilerin matematiksel mantıkçı olması ve kıtacıların da genelde matematiksel mantıkçı olmaması. Başka hangi mantıklar var derseniz: mesela klasik mantık, transandantal mantık ve bulanık mantık var. Russel aynı zamanda 20. yüzyılın en sağlam dinsizlerinden biridir. Hatta dini insanın mutsuzluğunun temel kaynağı olarak görür; insanın ölüm korkusunun bir tezahürü olduğunu söyler; diğer bir çok filozof gibi Budizm dışındaki dinlerin insana bu dünyada fayda vermediği gibi en büyük zararları verdiğini düşünürdü. J.S. Mill’den çok etkilenmiştir kendisi hatta dinden çıkması da Mill’in biyografisini okuduktan sonra olur. Russel‘a göre:
İyi bir yaşam ilhamını aşktan alır; yegane kılavuzu da bilgidir.
Rasyonel insan, haklı olduğundan o kadar da emin olmayan insandır.
Carl Schmitt (1888–1985) modern siyasetin teorisini kuran kişidir; kendisi bir anayasa hukukçusu olmasına rağmen modern siyaset felsefesinin önemli düşünürlerinden biridir. Nasıl ki estetik değerlemede kullanılan sıfatlar güzel ve çirkin; ahlakta iyi ve kötü ve bilimde de doğru ve yanlış ise siyasetin niteleyici kavramları da dost ve düşmandır. Yani dost-düşman ayrımı yapılabiliyorsa orada siyasetten bahsedilebilir: bu ayrımın yapılabildiği her şey siyasaldır. Modern demokraside siyaset düşman yaratmaktan ibarettir. Zira kitleleri politize ederek demokratik seçimlerde aktif olmaya iten şey karşı tarafta bir düşmanın varlığı korkusudur. Yani bir adam oy kullanırken ülkenin iyi yönetilmesi kaygısından çok karşı taraftaki düşmana haddini bildirme ihtiyacına yaslanır. Carl Schmitt aynı zamanda liberalizmin ve liberal demokrasinin önde gelen eleştirmenlerinden biridir. Ona göre eskiden krallar, diktatörler; yani egemenler vardı ve bu egemenlerin meşruiyeti sorgulanarak belli toplumsal olaylar sonunda devletler demokrasiye geçtiler: ancak insanlık hala egemenler tarafından yönetiliyor, pek değişen bir şey olmadı, sadece şaşalı meclisler ve devasa parlamento binaları bunu gölgeliyor; en önemli meselelerde dahi sanki bir egemenin kararları uygulanmıyormuş gibi bir algı oluşturuyor. Schmitt, anayasanın koruyucusunun kim olacağı hususunda bir diğer büyük hukukçu; Normlar Hiyerarşisinin mucidi Hans Kelsen (1881–1973) ile Hitler öncesi dönemde bir tartışmaya girer; Kelsen, olgucu bir yaklaşımla “anayasayı korumak ve kollamak, anayasal karışıklıklara son hükmü koymak anayasa yargısının görevidir” derken Schmitt realist bir yaklaşımla “eğer anayasa halkın nihai kararı ise anayasanın korunması ve anayasal tartışmaların çözülmesi halkı temsil eden iktidarın görevidir” diyecektir. En nihayetinde Schmitt haklı çıkmamıştır: Anayasanın iktidara emanet edilmesi, ülkeyi diktatörlüğe kadar götürebilmektedir.
Martin Heidegger (1889–1976) Edmund Husserl’in öğrencisi ve Hannah Arendt’in de öğretmenidir. Hitler’in Nazi partisine üyeydi; hatta rektör olduğu dönemde Yahudileri işten falan atmıştır. İnsanın varoluşunun bu dünyaya öylece bırakıldığını; fırlatıldığını düşünürdü. Hocası Husserl, nasıl ki icat ettiği fenomenoloji ile zihnin ve bilmek fiilinin ne olduğunu kendine dert edinmişse aynı fenomenolojik tavırla Heideger’in bir ömür boyu cevabını aradığı soru şudur: varlık nedir? İşte bu soru 2400 yıldır doğru şekilde sorulamamıştır zira Heidegger’e kadar “varlık” ile “varolan” ayrımını kimse yapmamıştır. Filozofların temel meselelerinden biri ve hatta belki de en önde geleni olan Metafiziği Aşmak iki adımda mümkündür: ilki varlığı doğru tanımlamak ve ikincisi de hiçliği doğru tanımlamak. Burada şu sorun ortaya çıkıyor: kendisi de bir “varlık” olan insan varlığın anlamını kavrayabilir mi? Tıpkı derya içindeki balıkların derya içinde olduklarını kavrayamayışı gibi bir durum oluşur mu? Bu sorgulamanın mevcut kavramlarla yapılmasının mümkün olmadığını gören Heidegger yeni kavramlar yaratmıştır.
Ludwig Wittgenstein (1889–1951) adına kısaca Tractatus denen kitabı ile bütün bir felsefe tarihinin zeminini bir deprem gibi sarstı. Sorduğu şey şu: felsefe falan yapıyorsunuz, aklın sınırlarını hesaplıyorsunuz, bilimi tarife kalkışıyorsunuz ama ne yaparsanız yapın tümünü dil ile yapmak zorundasınız; dolayısıyla dilinizin sınırları düşüncenizin sınırlarıdır. İnsanın dili üç arşınsa düşüncesi nasıl beş arşın olacak? Dilde var olmayanı nasıl tarif edecek? Hakkında konuşmanın dahi mümkün olmadığı; kelimelerle ve kavramlarla ifade edilemeyen bir sorunu nasıl çözecek? Sonradan fikrini değiştirmiş olsa da oldukça ilginç bir kitap olan Tractatus’ta : 6 ana önerme, bunların alt önermeleri ve daha alt önermeler ile Wittgenstein felsefenin bütün problemlerini çözdüğünü iddia eder, bazı önermeler şu şekilde:
-Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.
-Mantıksızlığı düşünemeyiz.
-Bir zamanlar Tanrının her şeyi yaratabileceği ama mantık yasalarına aykırı bir şeyi yaratamayacağı söylenirdi, çünkü mantıksız bir dünyanın neye benzediğini söyleyemeyiz.
-Düşünce anlamlı cümledir, cümlelerin toplamı dildir.
-Şu soru anlamlı mı: neyin olması gerekir ki bir şey olduğu gibi olabilsin?
-Önündeki her şeyi gören göz kendini göremez.
Jacques Lacan (1901–1981) Psikanalizi, yeniden yorumluyor. Yaptığı şey Alfred Adler ve Carl Jung’ın ötesinde. Psikanalizi bilinçdışının bilimi olarak görüyor ve psikanalize dil felsefesinin pencersinden bakıyordu: Ona göre Freud’un psikanalizi yarımdı ve dilbilimin babası Ferdinand de Saussure (1857–1913) ile Freud’un sentezi gerçek psikanlizi ortaya çıkaracaktı. “Dil” dediğimiz şey dış dünyayı, varlığı ve düşünceyi simgeleştiren bir sistemdir ya hani; dilde eksik olması şeylerde de eksik olduğu anlamına gelmez. Şeylerin tümü vardır ancak dil bunların belki sadece bir kısmını ifade edebiliyordur. İşte Lacan, psikanalizi de tıpkı dil gibi zihni ve şuuru simgeleştiren bir sistem olarak görür ve hatta ona göre dil, kültürün de simgeleştirilmiş halidir. Dil üzerinden kültüre girildiğinde bilinçdışını oluşturan alana girilmiş demektir. Bilinçdışı; din, kültür ve tarih üzerinden aydınlatılabilir. Lacan, psikanalizde tıpkı Melanie Klein’ın (1882–1960) yaptığı gibi insanın bebekliğini analiz eder: bebekler, insan olmanın ya da var olmanın ne anlama geldiğini kavrayamadıklarından her gün gördükleri annelerinin yüzüne bakarlar ve o yüzü kendilerine ait zannederler. Hatta belli bir yaşta bir ayna ile karşılaşıp da aynada kendi yansımalarını görene, bu yansımanın kendileri olduğuna ikna olana kadar bu inanç devam eder. Annenin bebeği arada bir bırakıp gitmesi bebekte “arzu”yu tetikler: annenin tekrar yanına gelmesini arzular bebek ve bu arzunun oluşması bebeğin sağlıklı zihinsel gelişim göstermesi için bir zaruriyettir. İşte insanın ve onun zihninin bebeklikten itibaren oluşumu buna benzer bir sürü sürecin sonucudur. Bu süreçlerde eksiklik olursa insan yetişkinliğinde çeşitli nevrozlara sahip olabilir.
Karl Popper (1902–1994) fikirlerinde Einstein’ın çalışmalarından etkilenmiştir. Popper’ı Bilim felsefesinin merkez düşünürü yapan şey kendinden önceki herkesten büyük bir ciddiyetle sorduğu sorudur: bilimin sınırlarını nasıl çizebiliriz? Piyasada bir dolu teori dolaşıyor ama gerçek bilim nedir ve sahte bilim nedir? Bu ayrımı nasıl yapacağız? Darwin’in doğal seçilim kuramını, Marx’ın tarih teorisi ve Freud’un psikanaliz kuramını incelemeye alır ve bu üç teorinin de bilim sayılamayacağını çünkü test edilebilir olmadıklarını söyler. Yani hayvanlar doğal seçilime tabidir dediğinde bunu test etme olanağın yoksa bu söylediğin “bilim” değildir ona göre. Tabi, uzun tartışmaların ardından 1978 yılında doğal seçilimin bilimsel olduğunu kabul etmiştir ama psikanaliz ve Marksist tarih kuramı için aynı durum söz konusu değildir. Açık Toplum ve Düşmanları kitabında; Platon, Marx ve Hegel’in fikirlerine yaptığı eleştirilerle ideal bir toplumun tarifini yapar aslında: temelini bilim felsefesinden alan ve böylece gerçek bilimin sahtesinden ayrıldığı ve gerçek eleştirel aklı rehber edinen, ifade özgürlüğünün kutsal sayıldığı, fikirlerin susturulmadığı, özgürlüklerin en uç sınırlarda olduğu, hesap veren devlet anlayışına sahip, bireyi yüceltip kolektivist ideolojileri yeren açık toplum fikrini savunur.
Theodor w. Adorno (1903–1969) , modern kapitalizmin oluşturduğu sorunların psikolojik temellerini kavrama amacıyla başlayan Frankfurt Okulu denen geleneğin kurucularındandır. marksist. Max Horkheimer (1895–1973) ile beraber Marksizme yeni tanımlar ve içerikler sunarak onu kapitalizmin aldığı yeni forma göre yeniden yorumlamaya çalıştılar. Bunlardan biri Marks’ın ekonomi-politik eleştirisinden türettikleri Eleştirel Teori diğer bir deyişle “sosyolojik pozitivizmin eleştirisi”. Adorno’nun yarattığı en önemli kavram Kültür Endüstrisi kavramıdır. Radyo, sinema, televizyon, dergi ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının içerikleri insanların siyasi gerçeklikleri kavrayamaması için tasarlanır ve kapitalizmde insanların iş sonrası boş vakitlerini bu araçlarla geçirmeleri aslında bir tür açık hapishanede yaşamak gibidir. Kültür endüstrisi insanın dikkatini kendinden başka yerlere vermesine, uysallaşarak koyunlaşmasına ve bu endüstrinin iplerini elinde tutanlardan ürken bir tavırla yaşamasına neden olur.
Varoluşçuluk tanımı tam olarak yapılabilmiş bir şey değil ama Jean Paul Sartre (1905–1980) bir varoluşçu filozoftur; insan doğarak var olur ve ölerek de yok olur: varlık ile yokluk arasında geçen süre varoluştur. Varoluş, insanın tenini saran ve kurtulması olanaksız kumaş gibidir. Sartre’a göre:
Her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür.
Bazıları “öz varoluştan önce gelir” derken kendisi varoluş özden önce gelir demiştir: yani önce var olursun sonra kendine bir öz inşa edersin. Zira klasik bir İsviçre çakısının 33 tane işlevi vardır oysa insanın bir tane bile yoktur. İsviçre çakısını İsviçre çakısı yapan şey onun özüdür yani fonksiyonlarıdır. İnsan ise işlevsizdir, görevsizdir, fonksiyonsuzdur. Öylece, nedensizce varolmuştur. Özünün ne olduğu belli değildir. Önemli olan var olmuş olmasıdır. İslama göre mesela insanın özü, Tanrının dünyadaki sınavını geçme işinden gelir. İslama göre öz vardır ve tanımı yapılmıştır. Diğer bütün din ve inançlara göre de bu böyledir. Ancak inancın olmadığı bir durumda insanın özünün tam olarak ne olduğunu söyleyemeyiz ama varoluşuna tanık oluruz, var olduğuna eminizdir. Sartre’a göre insan özgür olmaya mahkumdur. En istemediğiniz bir durumdasınız diyelim.. O da sizin özgür tercihlerinizin sonucudur. Eğer içinde bulunduğunuz inanç türü hayatınıza dair belli kısıtlamalar getiriyorsa aslında hala daha özgürsünüz zira bu kısıtlamaları kabullenmek de sizin kendi özgür seçiminiz. Özgürlükle başa çıkmak zor iştir ve insanlar genelde özgür olmaktan olabildiğince kaçarlar. Halbuki kaçtıkları yerde de hala daha özgürdürler; özgürlüğe mahkumdurlar.
Ayn Rand (1905–1982) en çok iki kavramla mücadele etmiştir: kolektivizm ve altruizm. Objektivizm adını verdiği felsefesi birbirinin üzerine binmiş beş katmandan oluşur. Temelde metafizik vardır: metafizik ona göre insanın müdahil olmadığı/olamadığı şeylerdir: mesela doğa yasaları ve bu yasalar sonucu gerçekleşen doğa olayları. İkinci katman, bu doğa olaylarını gözlemleyen insanın akıl yürütme ile elde ettiği rasyonel bilgidir. Üçüncü katman rasyonel bilgi üzerinden elde edilen rasyonel ahlaktır. Dördüncü katman rasyonel ahlakın toplumsal karşılığı olan politikadır ve beşinci katman da bütün bu süreçlerden beslenen estetik ya da sanat katmanıdır: insan bilincinin ihtiyaçlarına odaklanır. Ayn Rand, liberal düşüncenin en radikal savuncularından ve Marksizmin başta gelen eleştirmenlerinden biridir: “öyle ki “sosyal devlet” anlayışına bile karşıdır; devlet vergi bile toplamamalıdır. Ona göre Marksizmdeki “sömürü” kavramı yanlış analiz edilmiştir; hatta Marksizmin “alt sınıflar sömürülüyor” şeklinde söylediğinin aksine esas sömürülen daha üst sınıflardaki becerikli azınlığın yetenekleridir. Ayrıca Marksizm’deki “emek” kavramını da eleştirir: Bir uçağın üretilebilmesini sağlayan uçak fabrikasındaki işçinin emeği değildir; fabrikayı kuran girişimcinin yeteneği, vizyonu ve cesareti, tasarım yapan mühendis, uçağı bulan mucit, mucidin icadında dayandığı temel bilimi bulan bilim adamı ve en tepede de bilimi var eden felsefe… İşte bir uçağın üretimini olanaklı kılan zincir budur: Marksizmin “emek” kavramı ise popülist bir safsatadan ibarettir. Bunu, “Atlas Silkindi” isimli romanı ile çok güzel anlatır: Dünyanın bütün yetenekli insanları bir anda ortadan yok olmuş, ayrı bir dünyaya göç etmiş ve bu yüzden geride kalan yeteneksiz yığınlar dünyayı berbat bir yere dönüşmüştür: köprüler çöker, trenler rayından çıkar, enerji sorunları ortaya çıkar, dünya yaşanılmaz bir hal alır. Bir otorite altında birlik olmak, omuz omuza yürümek, başkaları için yaşamak ve ölmek; kendini feda etmek (altruizm/özgecilik) insanın bir hastalığıdır Rand’a göre. Bu meselede Atlas Silkindi’de geçen en sarsıcı cümle şudur:
Hayatım ve hayatıma olan sevgim adına yemin ederim ki asla bir başkası için yaşamayacağım ve kimseden de benim için yaşamasını istemeyeceğim.
Hannah Arendt (1906–1975), tıpkı Adorno, Horkheimer ve Freud gibi Hitler’den ABD’ye kaçan onlarca Yahudi kökenli Alman filozoflardan bir diğeri. Gerçi kendini bir filozoftan ziyade Siyaset Düşünürü olarak tanımlıyor ama felsefe tarihi; özellikle de siyaset felsefesi tarihi anlatılırken Arendt’ten muhakkak bahsedilir. Zira “Totaliterizm” kavramını en iyi analiz eden düşünür odur. Etkisiz ve kukla bir muhalefetin var olabildiği rejimler “otoriter” kabul edilirken böyle bir muhalefete dahi müsaade etmeyen rejimler “totaliter” rejimlerdir: Sovyetler Birliğinde Komünist Parti dışında, Suudi Arabistan’da Suud Ailesi dışında ve Türkmenistan’da da Hayattaki Devlet Başkanı dışında en ufak bir siyasi oluşuma; bir muhalefet hareketine müsaade edilmez. İşte bunlar ve bunlara benzer özellikteki rejimler totaliter rejimlerdir. Türkiye’de son 20 yılda olup biteni anlamaya çalışıyorsanız onun “Totaliterizmin Kaynakları” serisinin üçüncü cildi olan “Totaliterizm” kitabındaki fikirleri oldukça aydınlatıcı olacaktır:
-Yalnızca seçkinler ve ayak takımı totalitarizmin kendi momentumuyla harekete geçer; kitlelerse propagandayla kazanılmalıdır…
-Totaliter propagandanın içkin zayıflığı yenilgi anında görünür hale gelir. Hareketin gücü olmadan, mensupları daha dün yaşamlarını kurban etmeye hazır oldukları dogmaya duydukları inancı anında yitirirler. Hareket yani onlara barınak olmuş kurgusal dünya yıkıldığı anda ya değişmiş dünyadaki yeni görevi mutlulukla kabul eden ya da o eski kendi umutsuz gereksizliği içine gömülen kitleler kendi eski yalıtılmış bireyler konumuna dönerler.
Albert Camus (1913–1960) “hayat hiç bir şey değildir onu itina ile yaşayınız” diyen adam. Bu sözünün ince bir roman hali olan Yabancı isimli kitabı edebiyatın şaheserlerinden biridir. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar” diye başlar Sisifos Söyleni isimli kitabına. Ömrünü “ hayat, yaşanmaya değer midir?” sorusu ile geçirmiştir. Yani hayatın anlamını en açık şekilde sorgulayan ve bu sorgulamaya en objektif ve yaratıcı yanıtları bulan filozoftur ve İşte Camus en çok da bu yüzden önemlidir. Tanrı’ya inanmaz, inananların Tanrısını da kötü bulur; çünkü haklı olan bir Tanrı asla öldürmezdi, en başından kendisi yoktan yaratmış olsa dahi. İnsanlar arsındaki iktidar-korku ilişkisine son noktayı tek bir cümle ile koyar:
Hayatta hiçbir şey korku sebepli saygıdan daha iğrenç değildir.
Camus tarafından yaratılmış absürd kavramı, Tanrısız bir dünyada hayatın anlamı; varoluşun şuura yaptığı dayanılmaz baskı sorununa bulunmuş iyi bir çözümdür alsında. Zira akıl ve rasyonalite çerçevesinin içinde ne kadar dolanırsan dolan bu dünyanın anlamının ne olduğunu bulamıyorsun. Ama akıl çerçevesinin dışına çıktığında işte absürd ya da saçma denen yere varıyorsun. Orada hayatın anlamının bir ehemmiyeti de yok. Ona göre tarihin en büyük başkaldıranı, yeryüzünü aşan her şeye başkaldıran Nietzsche’dir çünkü metafiziğe başkaldırı sürecini bir hamlede Tanrı’nın ölümü ile sonlandırmıştır.
Michel Foucault (1926–1984) bir modern dönem allamesi; bilgi arkeoloğu. Siyaset ve iktidar meselelerine daha önce akla gelmemiş bakış açıları ile bakmayı becerdi. Özellikle solcular iktidarı hala daha Bastille Sarayını, Kremlin Sarayını ya da Bâb-ı Âli’yi işgal ederek ya da devletin kurumlarını ele geçirerek elde edilebilen bir şey sanıyorlardı ama modernite sonrası iktidar ve rıza gösterme bambaşka formlara dönüşmüştü artık. İktidar artık insanın hayatını dört bir yandan kuşatan, tarihin bir döneminde öznel deneyimlerle kurulmuş bilgide, kelimelerde ve kavramlardaydı; bu kavramların içine mahkum olmuştu tüm insanlar. Mesela cinsellik kavramı; tamamen öznel bir deneyim olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır; insanlar cinselliğin yasak olmasından o kadar çok yakınırlar ki bu yakınma sayesinde bu kavramı yaratmış olurlar. Modernitenin cinsellik diye bir aygıtı olur ve modernite içerisinde artık hiç kimse bu kavramın yer almadığı bir hayatı yaşayamaz. Foucault’nun metinlerini okuduğunuzda o kaynakçayı tarayabilmek için kütüphanelerde ve arşivlerde geçirdiği ayları ve yılları düşünmeye başlarsınız. Mesela 1757'de Paris’in orta yerinde bir suçluya çektirilen işkenceyi anlatan gazete haberini okumuştur; 1762 yılında Fransa’da yayımlanan bir hukuk kitabını taramıştır ve bunun gibi binlercesi… Böyle kapsamlı bir araştırmanın sonunda Hapishanenin Doğuşu isimli kitabını yazmıştır. Foucault’nun önceliği özgürlük meselesidir. Başkaları tarafından başka tarihlerde kurulmuş kavramlarla yaşayan modern insanın, kendini özgür sanmasına rağmen hiç de özgür olmadığını; tersine çok güçlü bir iktidara boyun eğerek yaşadığını söyler.
Jürgen Habermas (1929-…) Frankfurt Okulu’nun halen hayatta olan temsilcisidir. Yeni nesil felsefecilerin bir çoğu özellikle Nietzsche, Husserl ve Heidegger sonrası özne kavramının ve bilinç felsefesinin içinde boğulduklarından aydınlanmanın ve akılcılığın neredeyse düşmanı haline geldiler. Felsefe öyle bir noktaya geldi ki: “anything goes” / “her şey uyar” formunu aldı. Bu yüzden, Habermas postmodernizmin ve postmodernlerin karşısındadır; aklın ve aydınlanmanın daha doğrusu modernitenin eleştirel savunusunu kendine görev edinmiştir. Marx, Nietzsche ve Freud’un yarattığı modern dünya bugün insanoğluna yeterli gelmemektedir evet ancak bunun çözümü de postmodern kuramlar değildir. Habermas kamusal alan kavramından Avrupa Birliği Anayasası fikrine kadar güncel bir çok meselede yazmıştır, tartışmalara girmiştir. Ve hatta her geçen gün hacmi artan anlaşmalar ve sözleşmeler sonucu oluşan uluslararası hukukun bir Dünya Anayasasına dönüşme kapasitesini sorgulamıştır.
Jean Baudrillard (1929–2007) dünyanın modern patlama sonrası; bilhassa her şeyin özgürlüğüne en üst mertebeden takık 68 kuşağı ile birlikte çığırından çıkmışlığını olabilecek en açık biçimde anlattı. Bunu anlatabilmek için de simülasyon, simülakra, tüketim toplumu gibi kavramlar yarattı. Ona göre bugün artık hakikat yok olmuştur; onun yerine simülasyonlar vardır. Mesela kimse gerçekten güzel ya da cezbedici olmaya çalışmıyor; onun yerine bir görüntünün, imajın peşinde koşuyor; o güzelliğe değil o imaja/görüntüye sahip olmak istiyor: I am in love with the shape of you/ senin vücut şekline aşığım şarkı sözündeki gibi. Bu patlamış çağda “her şey politiktir” söylemi yatak odalarına kadar girmiştir. Sanat bir kopyalama ve açık arttırmalarda para kaldırma davranışı düzeyine düşmüştür. Siyaset, terörizmin kucağına oturmuştur. Daha önce, oluşması için binlerce yıl geçmesi gereken kimlikler bu çağda tüketim alışkanlıkları düzeyine inmiştir. Tüketim artık ihtiyaçların karşılanması için yapılan ticaret demek değildir; birey tüketirken özgür de değildir
Yukarıda, adları en çok bilinen filozofların fikirlerine çok kısa değinmelerle anlatmaya çalıştığım şey felsefedir. Yani, Osmanlı’da felsefenin var olup olmadığını araştırabilmek için öncelikle felsefenin ne olduğunu bilmek gerekir düşüncesiyle felsefe tarihini ve filozofların bazı önemli fikirlerini anlayabildiğim kadarıyla mümkün olan en kısa biçimde anlatmaya çabaladım. Felsefeye yine de bir tanım yapmak gerekirse:
Felsefe, papirüsün icadından beri insanı sorgulayan, hayatı sorgulayan, Tanrıyı sorgulayan, varlığı sorgulayan, zamanı sorgulayan, bilgiyi sorgulayan, dili ve zihni sorgulayan, devletleri ve iktidarları sorgulayan; tarih boyunca yaşamış çok çok cüzî sayıda denilebilecek insanın birbirinin üzerine birikerek çoğalan,gelişen ve her jenerasyonda derinleşen; akıl yürütme ve gerekçelendirme üzerinden yaratılmış fikirleridir.
Bu fikirler kimi zaman birikerek ve kimi zaman da diyalektikle birbirini çürüterek ve devirerek içinde yaşadığımız modern dünyayı yaratmıştır. Bu modern dünyayı eğitiminden, siyasetine, hukukundan, bilimine, devlet yapılanmasından, medyasına ve hatta teknolojisine kadar bütünüyle felsefe yaratmıştır. Yani bu insanlar felsefe yapmasalardı; bilimin nasıl çalıştığına kafa yormasalardı, ahlakın ne olduğunu kendi kendilerine sormasalardı, iktidarın kaynağını ve devletin nasıl olması gerektiğini sorgulamasalardı, eğitimin nasıl verilmesi gerektiğini düşünmeselerdi, kuvvetler ayrılığını akıllarına getirmeselerdi, anayasayı icat etmeselerdi, bürokrasiyi yaratmasalardı, işçi sınıfının sorunlarını dert edinmeselerdi, otoriteyi ve en önemlisi de dini ve dini örgütlenmeleri sorgulamalasalardı içinde yaşadığımız dünya -ki sürekli eleştirmemize ve aşırı derecede irrasyonel bulmamıza rağmen- bu derece organize olmayı ve bu seviyede akılcı kararlarla yönetilmeyi dahi beceremezdi ve bambaşka; ilkel, vahşi, geri kalmış, haksız, hukuksuz, sanatsız, bilimsiz, hala dinlerin ve şehirlerin birbiriyle savaşıp durduğu bir korku cehennemi olurdu.
Felsefenin ne olduğu hususu biraz olsun açıklığa kavuştu ise şimdi Osmanlı İmparatorluğundaki fikirleri, düşünceleri ve sorgulamaları aramaya başlayabiliriz:
Osmanlı’da filozof ya da felsefe var mıydı? Osmanlı’da kim ne düşünüyordu? Derinlikli bir düşünce geleneği mevcut muydu? Osmanlı düşünmezlikten mi çökmüştür? Osmanlı başlarda biraz daha düşünceye önem verir görünürken, sonradan ne değişmiştir? Osmanlıyı düşünmezliğe götüren etmenler nedir? Bu tip sorulara yanıt arıyorum. Mesela Spinoza’nın 1670 yılında yazdığı Teolojik-Politik İncelemesinde Osmanlı ile ilgili şunları düşünüyor:
Türkler tartışmayı bile küfür sayar ve her insanın kişisel yargısını öylesine çok ön yargının boyunduruğu altına alırlar ki, sağlıklı akla zihinde hiç yer bırakmazlar; bir kuşkuyu dile getirmek için bile olsa…
Spinoza, burada kullandığı “Türk” kelimesi ile o dönemde İslam Coğrafyasının hakimi olan Osmanlı’yı hatta daha genel anlamda Müslümanları kastetmektedir. Tabi buna birçok itiraz gelebilir: “Spinoza ne anlar İslamdan! Acaba İslama dair ne biliyor, ne okudu, Arapça bilir miydi? Hangi Müslüman yurduna gitti de Müslümanların tartışmayı gerçekten bir küfür saydıklarına şahit oldu?” gibi argümanlarla. Hatta Spinoza’nın, tarihin ilk oryantalistlerinden biri olduğunu iddia edenler de olabilir. İlk bakışta haklıdır bu itirazlar. Ancak bana kalırsa burada Spinoza bir çeşit “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” taktiği uyguluyor: Aslında sadece Müslümanlar değil, mesele dinlerinin sahihliği konusu ise, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu tartışması ise, kutsal metinlerde geçen ifadelerin akıl ve vicdan süzgecinden geçirilmesi çabası ise Yahudiler ve Hristiyanlar da tartışmayı küfür sayarlar. Zaten bu yüzden Spinoza’yı aforoz etmişlerdir. Bu nedenle Spinoza Yahudilere ve Hristiyanlara söylemekten çekindiğini; ortak bir öteki olan Müslümanlara söylüyor: Müslümanlar (aslında dindarlar demek istiyor) tartışmayı küfür sayarlar.
Tüm bunlara rağmen, Spinoza “Müslümanlar tartışmayı küfür sayarlar” tespitinde sadece 17. yüzyılda değil 21. yüzyılda bile haklıdır. Neden?
Çünkü:
— Birincisi, felsefenin üç ayağı: varlık nedir? bilgi nedir? ahlak nedir? sorularının cevapları İslam’da “imanın şartları” diye geçen dogmalardır, yani bunlar üzerine düşünmek imanın şartlarını sorgulamaktır, dolayısıyla haramdır: Zira yegane varlık, iman edilmesi gereken Allah’tır; bilgi onun peygamberler aracılığı ile konuştuğu ve kitabında yazana imandır; ahlak kitaba, meleklere, peygamberlere, ahirete inanarak yaşamaktır. Bu yüzden -1400 Yıldır uygulanan- İslam’da felsefenin/tartışmanın var olması mümkün değildir.
— İkincisi, -1400 Yıldır uygulanan- (Sünni/Selefi/Şii) İslamda felsefe, yani sorgulama ve tartışma, otoriteler tarafından yüzlerce yıldır defalarca (hem de yazılı olarak) haram ilan edilmiştir.
— Üçüncüsü, bugün bile -1400 yıldır uygulanan İslamın- Müslümanları, mezheplerinin çizdiği, çok dar bir çerçeve dışında tartışmayı hala küfür sayarlar. Mesela namazın 5 vakit olup olmadığını ya da İslamda tesettürün ya da ezanın yerini kimseye tartıştırmazlar; kendileri de tartışmazlar.
***
Türkiye üniversitelerinin çoğunda; özellikle İlahiyat Fakülteleri, İslam Felsefesi Bölümleri ve Hukuk Fakültelerindeki seçmeli derslerde size Türk-İslam Felsefesi ve bu felsefenin tarihi ile ilgili derslerde şunları sayarlar: Kindi (801–873), Farabi (872–950), İbn-i Sina (980–1037), Gazali (1058–1111), İbn-i Tufeyl (1105–1185), Fahreddin er-Razi (1149–1210), İbn-i Rüşd (1126–1198), İbn-i Arabi (1165–1240), İbn-i Haldun (1332–1406)…
Burada komik olan şudur ki; Farabi hariç bunların hiçbiri Türk değildir. Farabi’nin Pers olduğu iddiaları da mevcut elbette ama bu meseleye girmeyeyim. Üstelik bu kişilerin yazdığı her harf ve her cümle Arapçadır. Yani ben şunu anlamıyorum; Avrupa’ya küfrederek “güneş doğudan doğar, nehir doğudan batıya aktı, hepsini İslamdan çaldınız” diye bağıran bir Türk İslamcısı, bir Arap entelektüeli ile karşılaştığında Arapça yazmış, Arapça düşünmüş, Arapça yaşamış İbn-i Sina’nın bir Arap filozofu değil de Türk-İslam filozofu olduğunu nasıl savunabiliyor. Şunu mu söylüyor ona
“Ey Abdullah , bunlar Arapça düşünmüş ve yazmıştır ama biz Türkleri de bir sığıntı olarak aranıza kabul edin lütfen”
Her neyse, bunların hiçbiri Osmanlı İmparatorluğunda yaşamamıştır zaten. Dolayısıyla bunlar, bu yazının meselesi değildir.
Bir diğer yaklaşım Osmanlı’da yaşamış tasavvuf, kelam, İslam tarihi, fıkıh, münevver erbabını Filozof diye yutturma çabasıdır. Bu çaba özellikle son on yılda inanılmaz çoğaldı. Mesela Türk Üniversitelerinin Felsefe lisans bölümlerinin artık herhalde birçoğunda açılan “Osmanlı Düşünce Tarihi” ve benzeri dersleri incelediğinizde Teftâzâni (1322–1390), Molla Fenari (1350–1431), Hocazâde (1434–1488), Molla Lütfi (?- 1494), Merkez Efendi (1463–1552), İbn-i Kemal (1468–1536), Ebussuud Efendi (1490–1574), Taşköprülüzâde Ahmet (1495–1561), Kınalızade Ali Efendi (1510–1571), İmam Birgivî (1523–1573), Katip Çelebi (1609–1657), Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703–1780), Akkirmanî (18. yüzyıl) isimleri ile karşılaşırsınız. Peki bunlar filozof mudur, değil midir? Felsefeyi yukarıda yaptığım gibi şüphe ve kuşku üzerinden girişilen sorgulamaların gerekçelendirilmesi şeklinde tanımlıyorsanız; yani felsefe sizin için safsatadan ibaret değilse; bu sayılanların hiçbirinin filozof olmadığı gerçeğine de itiraz etmemeniz gerekir. Zira bunlar -ki Molla Lütfi’yi ve kısmen Katip Çelebi’yi tenzih ederek söylüyorum- Sünni İslamın izin verdiği çerçevenin dışına çıkmadan ve Sünni İslamın memurları olarak Sünni İslam için düşünmüşlerdir. Molla Lütfi ise bu çerçevenin dışına birazcık çıktığı anda, diğerlerinden farklı bir şeyler düşünmeye başladığı anda zaten bunun bedelini padişah fermanı ile başının gövdesinden ayrılması ile ödemiştir.
Yukarıda sayılanların metinlerinde de felsefenin şerhi vardır; filozoflara atıf vardır; felsefenin adı da vardır ama felsefenin kendi yoktur: şüphe üzerinden girişilen sorgulamaların gerekçelendirilmesini bulamazsınız. Bu isimlerle aynı dönemde yaşamış; Bacon, Descartes ya da Hobbes ile karşılaştırdığınızda aralarında binlerce yıllık bilişsel farklar olduğunu ve ayrıca inanılmaz bir düşünme becerisi farkı olduğunu görürsünüz. Mesela Taşköprülüzade Ahmet’in ilimlerin tasnifini yaptığı sayılır; halbuki bunu Farabi 500 sene önce ve Aristoteles de 2000 sene önce zaten yapmıştı; daha önce defalarca girişilmiş bir çaba olan “ilimlerin tasnifi” felsefe yapmak mıdır? Bunlardan kimi Gazali’nin tehafütüne şerh düşmüştür ya da haşiye yapmıştır. Kimi de İsagoci adlı klasik mantık kitabının şerhini yapmıştır. Bunların ötesine geçememişlerdir. Peki “Tehafüt Yapmak” felsefe yapmak mıdır? Yoksa felsefeye, şüpheye, eleştirel düşünceye küfretmek midir? Osmanlıdaki Tehafüt geleneği Gazali’nin “Teha füt’ül Felasife= Filozofların Tutarsızlığı” kitabı üzerine fikir yürütmelerden ibarettir. Bu kitap bir felsefe kitabı da değildir; İslamın tutarsızlığını ortaya çıkaran felsefe karşısında Ehli Sünnet İslamı savunma kitabıdır. Zaten burada geçen “Felasife” kelimesinin Osmanlı’da özellikle halk arasında kullanılan anlamı “DİNSİZ”dir. Şüphesiz bu durum bile, yani kitabın adında geçen ifadenin halkın ağzında karşılığının olması durumu: İslam alemindeki yığınların, Gazali tarafından yaratılmış kavramlar ve Gazali tarafından verilmiş anlamlarla yaşadığının göstergesidir.
Son dönemlerde “İslam Siyaset Düşüncesi Projesi” adı altında devlet destekli bir proje yürütülüyor.
Buna göre Osmanlı Dönemi’nden yukarıda saydığım bir takım alimlerin, İstanbul Beyazıt’taki Süleymaniye Kütüphanesi ya da Laleli Yazma Eserler Kütüphanesi gibi yerlerdeki el yazmalarını Türk Alfabesi ile yeniden yayımlıyorlar, aslında bunu oldukça değerli ve faydalı bir girişim olarak görüyorum: link
Bu çevirilerden temin edebildiklerimi okudum. Bunlar felsefe kitabı falan değildir. Aşık Çelebi’nin (1520–1572) siyasetnamesi örneğin ağır bir ehli sünnet terminolojisi ile yazılmış; devlet idaresine dair fikirlerini paylaşırken Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim gibi hadis kitaplarına ya da İmam-ı Serahsi gibi Hanefi fıkıhçılara bol bol atıf yapan bir eserdir. Sadece, kitabın son bölümünde ordu ve savaş sanatı üzerine deneyim kökenli bilgiler var. Piyade askerin ön safta olmasından, piyadelerin komutanının taburun ortasında yer almasına, kale kuşatması sırasında kaleye giden suyun kesilmesine kadar birçok konuda malumat vermektedir. Osmanlı gibi bir barut imparatorluğunda yazılmış olması son derece normal sıradan bir eserdir. Misal, Aşık Çelebi‘nin doğduğu yıllarda Makyavelli meşhur eseri “Prens” i yazıp tamamlamıştı. Bugün “Prens” Japonya’dan Arjantin’e kadar dünyanın her yerinde neden Siyaset Felsefesinin merkez metni olarak görülürken aynı yüzyılda yazılmış Aşık Çelebi’nin Siyasetnamesinin esamesi okunmuyor? İslamcılar bu soruya asla dürüst bir cevap veremezler zira felsefenin yüceliğini hala daha kabul etmediklerinden “Prens” in siyaset felsefesinin merkez metinlerinden biri oluşunu da kabul etmezler. İmam-ı Azam, İmameyn, Tahavi, Maturidi, Gazali, Serahsi, Kuduri, Cassas gibilerin fikirlerini çürütebilecek ya da bunların fikirlerini diyalektikle geliştirebilecek bunlardan öte bir bilginin/dahinin gelebileceği iddiasını da küfür sayarlar. Gazali aşılamaz! İmam-ı Azam aşılamaz! Şu kafa yapısı ile felsefe yapmak mümkün müdür? Aşık Çelebi’nin Siyasetnamesi’nin Türkçe tercümesinin ön sözüne yazdıkları şu zırvalara bakın, dinin kıyamete kadar kalması, siyasetin Kuran ve Sünnetten beslenmesi gibi saçmalıklar, bu kafa yapısının her hangi bir orijinal düşünceyi üretebilmesi mümkün müdür:
Kadı Hüseyin’in (16. yy) Siyasetnamesi ise siyaset ahkamı, peygamberler ve halifeler tarihi, edebiyat, ahlak, cinler, farklı milletler, Çin’den Avrupa’ya kadar çeşitli coğrafi bilgiler sunuyor. Bu kitap da ağır bir ehli sünnet terminolojisi içerir; kaynakları da yine ehli sünnetin “makbul” hadis, tabakat, tevarih, siyer ve fıkıh kaynaklarıdır. Kadı Hüseyin ahlaka dair bir şey düşünmemiştir; onun yerine hadis rivayetlerindeki ahlaka dair hükümleri yorumlamıştır. Mesela 86. sayfada ilk insan Adem ile Muhammed arasındaki sürenin 5550 yıl olduğunu bir rivayet üzerinden yazmıştır. Eserin ileriki sayfalarında edebiyata, zekaya dair ifadeler bulunur ancak bunlar kesinlikle felsefi bir açıdan ele alınmaz. Mesela zeka üzerine şöyle rivayetler sayarak ve kıssalar anlatarak konuşur:
Yukarıda saydığım diğer eserler de bundan farksızdır. Yıllardır, Osmanlı döneminde yazılmış metinlerde felsefe ve düşünce kırıntıları ararım. Hiçbir şey bulamadım desem yeridir.
Osmanlı Düşünce Tarihinin bir diğer bölümü Alevi/Rufai/Vefai/Batınî düşünce geleneğidir. Bunlar temelini Ahmet Yesevi (1093–1166), Hacı Bektaş-ı Veli (1209–1271), Mevlana (1207–1273) ve Yunus Emre (1238–1321)‘den alır. Bu isimler uzun felsefi metinler bırakmamışlardır geride; eserleri daha çok nazım türündedir ve ben onların filozof kabul edilmesinde en ufak bir mahsur görmem. Ancak bunların hiçbiri Osmanlı değildir; Osmanlı’dan önce yaşamışlardır. Bu kökten doğan gelenek Osmanlı döneminde Nesimi (1369–1417) ve Pir Sultan Abdal’ı (1480–1550) ortaya çıkarmıştır. Bunlardan Nesimi zaten Osmanlı sınırlarından değildir: Halep Türkmenidir. Pir Sultan Abdal ise Osmanlı ile bitmeyen mücadelesi ve Safevilerle bitmeyen muhabbeti nedeniyle Osmanlı’dan ziyade Safevi sayılabilir. Dolayısıyla bu alan da tartışmanın dışındadır.
Diğer bir bakış açısı Osmanlı’da Tanzimat sonrası felsefe yapılmaya başlandığı iddiasıdır. Ahmet Cevdet Paşa (1822–1895), Ali Suavi (1839–1878), Namık Kemal (1840–1888), Ahmet Midhat Efendi (1844- 1912), Şemseddin Sami (1850–1904), Beşir Fuad (1852–1887), Emrullah Efendi (1859–1914), Filibeli Ahmed Hilmi (1865–1914), Abdullah Cevdet (1869- 1932), Babanzâde Ahmet Naim (1872–1934), Celal Nuri İleri (1881–1938), Baha Tevfik (1884–1914), Rıza Tevfik (1869–1949), Prens Sabahattin (1879–1948). Bu dönemde felsefe metinlerinin Türkçe’ye çevrildiğini görüyoruz. Ahmet Midhat Efendi’nin Schopenhauer çevirisi var; İbrahim Edhem Mesut Dirvana, Descartes’ın Metot Üzerine Konuşma’sını çevirmiş. Rıza Tevfik, Henri Bergson’u çevirmiştir, Darülfünun için Felsefe Ders Notları hazırlamıştır, Fatma Aliye Hanım filozofların biyografilerini yazmıştır. Baha Tevfik, Büchner’i çevirmiştir. İsmail Fenni Ertuğrul, Felsefe Terimleri Sözlüğü yazmıştır.
Peki bunların dışında özgün bir takım içerikler üretilemedi mi? Böyle eserler de var; İsmail Ferid’in Materyalist Öğretinin İptali ya da İbrahim Edhem’in Hayat ve Mevt; Ahmet Midhat’ın Ben Neyim? Hikmet-i Mâddiyyeye Müdâfa’a gibi eserleri var. Bunlar felsefe değil midir? Kimsenin kaile almadığı bir takım mülahazalardır. Bugün iktidardakiler, İslamcılığı tarihi ile birlikte yücelterek Türkiye’nin ana akım ideolojisi yapmak için kaynak ayırıp da bir takım ekiplere bu kitapları harıl harıl çevirtmese kimsenin umurunda olmayacak, kütüphane raflarında eski tozlu eserler olarak kalacak basit, yavan düşünce kitaplarıdır. Bu basit kitapların yazıldığı tarihte Avrupa’da Nietzsche, Ahlakın Soykütüğünü yazıyordu; Spencer Evrimci Felsefeyi inşa ediyordu, Marksizm dünyayı değiştirecek bir külliyat oluşturuyordu, Max Planck kuantaları bulmuştu ve Osmanlı’nın hala anlayamadığı 300 yıllık Newton Evrenini çökertecek Kuantum Çağı başlamak üzereydi, Görüngübilim, Amerikan Pragmatizmi ve Formal Mantık icat olmuştu. Dil Felsefesi ve Zihin Felsefesi tartışmaları başlamıştı. O tarihte Avrupa ile Osmanlı arasındaki arasındaki bilinçsel fark bir trilyon ışık yılı vardır herhalde.
Oysa Osmanlı onbeşinci yüzyıl sonlarından itibaren 200 sene boyunca en büyük Avrupa devletlerinden biriydi; Bütün Orta Doğuyu fethetmiş, Arap yarım adasını tek hamlede almış, Kuzey Afrika’nın tamamı ile aşağı ve yukarı Nil’in hükümdarı olmuş, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, Viyana kapılarına dayanmış; Süleymaniye, Selimiye ve Sultan Ahmet Camileri gibi ikonik yapılar inşa etmişti.
Osmanlı sınırı bu dönemde Roma’ya, Berlin’e ve Paris’e çok yakındır: bir kaç bin kilometre; İstanbul’dan Adana kadar takribi. İşte Osmanlının en ihtişamlı döneminde yazdı Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” diyerek insanı özneye dönüştüren ve dünyada insanın hükümdarlığını başlatan kitabını. Bu Fransızca yazılmış kitap yazıldığı yüzyılda başta Latince, Almanca ve İngilizce olmak üzere tüm Avrupa dillerine çevrilmiştir; Modern İngiliz ve Alman Felsefeleri de bu kitap üzerinden temellenirler. Ancak bu incecik kitabın dahi Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri olan; Avrupa’nın içindeki Osmanlı’ya gelmesi 250 yıldan fazla sürmüştür. Descartes’ın (1596–1650) çağdaşı olan Katip Çelebi (1609–1657) herhalde Osmanlının yetiştirdiği en büyük düşünürdür. Zaten o da Osmanlı’da felsefe olmadığı için işlerin kötüye gittiğini söyler.
Burada bir meseleye dikkat çekilmesi lazım; felsefe tüm filozofların birbirlerini okuması ve fikirlerin birbiri ile dövüşmesi ile yani diyalektikle ancak mümkündür; mesela Descartes olmadan Kant; o olmadan olmadan Husserl ve o olmadan da Heidegger ya da Sartre var olamazdı. Osmanlı Düşüncesi diye sunulan dizgide ise böyle bir durum söz konusu değildir. Yani mesela Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın yazdıkları ile Taşköprülüzade’nin yazdıkları arasında böyle bir bağ yoktur; bunlar birbirinden habersizdirler. Birbirinden haberdar olanlar sadece Tehafüt geleneği içindekilerdir. Dolayısıyla bırakın bu kişilerin filozof olmasını; burada bir felsefi uğraşın varlığından dahi söz edilemez. Zaten şunu kavramak lazım: Türkler ve Müslümanlar bundan bin yıl önce Aristoteles’i de Platon’u da gayet iyi biliyorlardı. 15–16. yüzyılda İbn-i Sina ve Gazali üzerinden hala daha Aristoteles ve Platon’un fikirlerini tartışabiliyorlardı. Peki aradan geçen 300 yıllık Osmanlı Saltanatında ne oldu da bütün bunları unuttular, 19. Yüzyılda Platon’u da Aristoteles’i de Avrupa’dan öğrenmeye başladılar? Olan biten şudur; Halife Ömer zamanında İskenderiye Kütüphanesinin başına gelenler 15–16. yüzyılda Osmanlının başına gelmiştir: Nasıl ki Halife Ömer : “bizim bütün hakikatimiz Kuran’da yazar, başka kitaba gerek yok, yakın hepsini” demiş ve İskenderiye Kütüphanesi’nin bilmem kaçıncı seferki yıkımının faili olmuşsa Osmanlı’da da “biz yolumuzu bulduk, Gazali’dir, Ehli sünnettir, bize başka felsefe gerekmez” diyen şeyhülislamlar (başta İbn-i Kemal (Kemalpaşazade) ve Ebussuud Efendi olmak üzere) Osmanlı’da eleşitrel düşünmeyi, tartışmayı ve sorgulamayı sonlandırmışlardır.
Son bakış açısı ise Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk döneminde yani İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş aşamasında yaşamış; İsmail Hakkı İzmirli (1869–1946), Mehmet Ali Aynî (1868–1945), Mehmet Emin Erişirgil (1891–1965), Mehmet İzzet (1891–1939), Orhan Sadettin Berksan (1899–1964), Hilmi Ziya Ülken (1901–1974), Macit Gökberk (1908–1993), Halil Vehbi Eralp (1907–1994), Takiyettin Mengüşoğlu (1905–1984), Nermi Uygur(1925–2005) gibi felsefe tarihçilerinin filozof olduklarını iddia etmektir. Yani burada çok değerli isimler var elbette ama yine de Osmanlı’da filozof vardı diyebilmek mümkün değil.
Tanzimat Dönemine kadar Osmanlı’da, devlet katında düşünce dört ana kaynaktan beslenir, bunların dördü de Sünnidir :
1- Gazali
2- Meşşâî filozoflarının Gazali Tarafından Caiz Bulunan Görüşleri
3- Kelamcılar
4- Tasavvufçular
Osmanlının düşünsel ve felsefi yapısı bütünüyle dini/İslami temeller üzerine inşa edilmiş ve Tanzimat Dönemine kadar da böyle devam etmiştir. Osmanlının entelektüel tabakası denilen ilmiye sınıfının yani Kadılık Eğitimi almış olanların birincil görevi sosyal düzeni ehli sünnet akaidine/şeriata göre düzenlemektir. Kadılık/Medrese Eğitiminin İçeriği şunlardan oluşur: Kuran Ezberi, Arapça Sarf ve Nahiv, Belagat, Hadis, Fıkıh, Kelam, Akaid, Siyer, İslam Tarihi ve Tefsir.
Okutulan Kitaplar:
KIRAAT VE TECVİD: Cezeriyye, Şatıbiyye, Karabaş Tecvidi, Dürr-i Yetim (Kuran okuma ve Arapçayı telaffuz/mahreç)
SARF: Emsile, Bina, Maksut, İzzi, Merah (Arapçaya giriş, kelime bilgisi)
NAHİV: Bina, Avamil, İzhar, Kafiye, Mollacami, Mugnillebib, Kavaidül İ’rab, Elfiye (Arapça cümle yapısı/ formoloji)
BELAGAT: Şerh-i Miftah, Mısbah, Mutavvel, Muhtasar, Telhis (Hitabet, Düzgün Konuşma)
TEFSİR VE USUL: Kadı Beydavi, Kadı Tefsiri, Keşşaf, Burhan-i Zerkeşi, Suyuti (Kuran tefsirleri, Kuran’ın açıklamaları)
HADİS VE HADİS USULÜ: Buhari, Mesabih, Miskat, Meşarık, İbn Melek, Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif, İbn-i Salah Elfiyesi, Nuhbe, Siretünnebeviyye, Şemaili Şerif, Siyer-i Halebi (Muhammed’in hadisleri, sözleri, sünnetleri)
FIKIH ve FIKIH USULÜ: Hidaye, Ekmel, Sadrüşşeria, Vikaye, El muhtar, İbn Abidin, Dürer, Mevkufat, Kuduri, Tenkih ve Tavzih, Menar, Mirah, Telvih, El Mugni (Sünni İslam hukuku ve bu hukukun metodolojisi)
FERAİZ: Feraizüs’secevandi, Şerhi Feraiz, Şerhussiraciyye (Sünni İslamın Miras Hukuku)
KELAM VE AKAİD: Tecridül Kelam, Haşiye-i Tecrid, Şerh-i Mevakif, Akaid-i Nesefi, Hayali, Tevali-ül Envar (Sünni İslamı inanç anlamında inceleyen, sünni İslamı inanç olarka bir mantığa oturtup doğrulamaya çalılşan teoloji benzeri dogmatik bir disiplin)
MANTIK: İsagoci, Fenari, Şerhu Metali, Şerhuşşemsiye (Aristoteles mantığının İslamalaşmış hali)
Bu eğitimi tamamlama ve hakikatli bir alime dönüşme süresi 15–20 yılı bulmaktadır. Ve bu eğitimin bütünü şeriatı uygulayacak insan yetiştirmekten başka hiç bir işe yaramamaktadır. En sondaki mantık dersleri fetva hazırlanırken uygulanacak mantık kuralları içindir. Ve Osmanlıda ben münevverim diyen herkesin alabileceği tek eğitim budur. Hatta Enderun Mektebinde dahi bu kitaplara ek olarak coğrafya ve matematik gibi cüzi bir kaç müspet bilim okutulurdu devşirme gençlere. Osmanlı ilk medresesi olan Orhan Gazi Medresesini 1330 yılında İznik’te açmıştır. Fatih’e kadar 82 farklı medrese daha açılmıştır. Fatih’ten Kanuni Sultan Süleyman’a kadar olan medreselere Fatih Medreseleri ( Sahn-i Seman Medreseleri) denir ve bu medreselerde sistemli şekilde fizik, matematik, coğrafya, astronomi, tıp gibi pozitif bilimler de okutulurdu. Kanuni Sultan Süleyman’dan sonraki medreselere Süleymaniye Medreseleri denir ve Kanuni’den sonra medreselerden pozitif bilimler neredeyse tamamen kaldırılmıştır. İkinci Abdülhamit devrilip de İttihatçıların 26 şubat 1910 tarihli Medaris-i İlmiye Nizamnamesi yayımlanana kadar pozitif bilimler medresenin kapısından içeri girememiştir. 3. Selim ve 2. Mahmut medreselerin karşısına bir de içinde pozitif bilimler olan Mektep diye yeni okullar açar ancak bu sefer Medrese-Mektep Çatışması başlar. Medreseler Osmanlının her alanda geri kalmasının esas sebebi ve ana damarı olmuştur.
Osmanlıda içinde sıra ve masa olan ilk okul 1773 yılında açılan Mühendishane-i Bahri Hümayun’dur. İlk Kara Harp okulu 1835 yılında açılmıştır. İlk Tıbbiye 1827 yılında açılmıştır. 1824'te sadece istanbul’da ilköğretimin zorunlu kılınmasına dair yasa çıkarılmıştı. Genel ve zorunlu ilköğretime (iptida-i mektepler) dair eğitimi düzenleyen ilk metin 1869 tarihli maarif-i umumiye nizamnamesidir ancak ilköğretim cumhuriyete kadar ve hatta 1940'lı yıllara kadar asla zorunlu ve umumi olamamıştır. Sıbyan Mekteplerinin eğitmenleri cami hocaları idi, müfredatları elifba, sure ezberi, dört işlem ve ilmihalden ibaretti ve mezuniyetin temel koşulu Kuranı hatmekmekti. Tanzimattan sonra sıbyan mekteplerinin içinde matematik/türkçe/tarih/coğrafya gibi dersler olan iptida-i mekteplere dönüştürülmesi kararlaştırıldı ancak 1908 yılındaki ikinci meşrutiyete kadar pek gelişme kaydedilemedi. Sonrası da zaten savaş kıyamet. Osmanlı’nın modern anlamda ilk üniversitesi dar-ül fünun’dur ve 4 başarısız teşebbüs sonucunda açılabildiği tarih 1900 yılıdır. Yani bu topraklarda üniversitenin, ileri seviye fiziğin, kimyanın ve biyolojinin, felsefenin, atıflı makale yazımının, bilimsel çalışmanın tarihi topu topu 120 yıldır. Avrupa’da tüm bunlar en az 500 yıldır yapılıyordu.
Osmanlı’da eğitim hiçbir zaman düzenli ve sistemli olamamıştır. İptida-i Mekteplerin (ilkokulların) ücretsiz olması 1913 yılında ancak gerçekleşir. Medreselerin bir standardı yoktur. Müderrislerin kafasına göre şekillenir eğitim. Yıkılmadan önceki bir kaç on yıl hariç okullara öğrenci seçimi diye bir şey yoktur. Parası olan kişide zeka ve yetenek, liyakat gözetmeksizin okula kabul edilir, mezun edilir, devlet görevi verilir. İşte böyle bir ortamda felsefe Avrupa’ya gidip de dönüşte:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm
şeklinde şiirler yazan Ziya Paşa gibiler için merak edilen ve Türkçe’ye tercümesi yapılan bir şeydir sadece . Osmanlı’da modern anlamda ilk düşünsel hareketlenme 1839 yılında ilan edilen Tanzimat fermanı sonrası ortaya çıkar. Tanzimat münevverlerinin felsefi çeviriler, sözlükler, felsefe tarihi kitapları ve ansiklopediler hazırladıklarını görüyoruz. 2. Mahmut tarihte gavur padişah olarak bilinir. Osmanlı’da Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderen kişi aslında 2. Mahmut’tan önce Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşadır. Zaten Osmanlı’yı isyanında defalarca yenmiş Kütahya’ya kadar gelmiş Rusya’nın 15.000 askeri ile İstanbul’un Anadolu yakasına gelmesi ile geri çekilmiştir.
Daha sonra 2. Mahmut da Fransa’ya öğrenci gönderir. 1830–1839 yılları arasında sadece 37 Osmanlı vatandaşı genç Fransa’da okutulmuştur. 8 yıl aradan sonra 1847'den itibaren Fransa’ya tekrar öğrenci gönderilir. 1850'lerde ve 1860'larda Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin masraflarının artması Osmanlı’yı zora sokar ve Osmanlı Paris’i İstanbula getirir. 1868'de bugün Galatasaray Lisesi olarak bilinen Galatasaray Mekteb-i Sultanisi açılır. 1839–1875 Yılları arasında 166 Müslüman ve 78 Gayrimüslüm toplamda 244 öğrenci Avrupa’da okutulmuştur. Osmanlı yüksek eğitimin yanında kalifiye işçiler yetiştirmek üzere torna, döküm, süsleme sanatı, gravür, modelcilik, marangozluk, saraçlık, makine, terzilik gibi eğitimleri için çıraklar da göndermiştir Fransa’ya. 1880 Yılından sonra Fransa, Belçika, Avusturya, Prusya (Almanya) gibi ülkelere öğrenci gönderilmeye devam etmiştir. İşte Osmanlıya felsefe ekseriyetle bu öğrenciler aracılığı ile gelmiştir. Bunların dışında felsefe ile uğraşanlar ilk Türk materyalisti Beşir Fuad gibi Halep/Suriye civarında Fransız eğitimi alanlardır. İngilizce, Almanca ve Fransızca bilen ve batı felsefesini bunca geniş bir yelpazeyle Osmanlıya tanıtan ilk kişilerden biri olan Beşir Fuad (1852–1887) Osmanlıdaki ilk denemeci, ilk biyografici, ilk eleştirmen gibi sıfatların da sahibidir.
Kendi içinde -Ehli Sünnet mezhebinin katı ahiretçi yapısı gereği- dünyevi eğitim vermeyen ve dünyevi/pozitif eğitim için 1830'lardan itibaren Avrupa’ya muhtaç kalan Osmanlı İmparatorluğunun verdiği dogmatik ve sorgulamayı yasaklayan dini eğitim sonucu bütün felsefi ve düşünsel temeli Tasavvuf denilen ilkel İslam Felsefesine mahkum kalmıştır. Bununla birlikte Osmanlı’da düşünsel anlamda belki sadece tehafüt geleneği vardır. Tehafüt tartışmalarının merkezindeki kitap Gazali’nin Tehafüt’ül Felasife isimli kitabıdır. Tıpkı İbn-i Rüşd gibi her yüzyılda birileri Gazali’yi eleştirir daha sonra başka birileri çıkar ve Gazali’yi göklere çıkarır. Yüzlerce yıl süren bu kısır tartışma sadece ve sadece batının tek seferde vurup devirdiği David Hume’un nedensellik eleştirisi ile onun reddinden ibarettir aslında. İşin garip tarafı en sonunda hep kazanan Gazali olur.
“Kelam ilmi” Osmanlıda tartışılan değil ezberlenen bir şeydir. Zaten kelam gerçekten tartışılsaydı; kelamın tartışılması Ehl-i Sünnet itikadının gerçek olup olmadığının tartışılması anlamına gelirdi: bu da kişiyi ehli sünnetin gözünde mürted kılardı. Fatih Sultan Mehmet Osmanlı’da Tehafüt’ün başlatılmasını ister. Gazali ile İbn-i Sina ve Farabi gibi filozoflar/ Gazali ile İbn-i Rüşd arasında hangisinin haklı olduğunu merak etmektedir. Bu görevi de Ali Tusi’ye verir. Ali Tusi, Kitabüz Zuhr isimli eseri ile kendince Gazaliyi haklı çıkarır, Gazalinin söylediklerini biraz daha kibar söyler o kadar. Fatih’in bir diğer tehafütçüsü de Muslihiddin Bursevi Hocazade’dir. Hocazade, Gazali’ye daha fazla eleştiri getirmiş olsa da Gazalinin çizdiği ehli sünnet çerçevesinin dışına adım atmaya teşebbüs bile etmemiştir. Tehafüt geleneği 16. yüzyılda Şeyhülislâm İbn Kemal (Paşazade) (1535), Muhyiddin Karabağî (1535–36) ve Mestçizâde Abdullah Efendi (1735) ile devam etmiş yüzyıllar Gazali’nin haklı olup olmadığını anlamaya çalışmakla geçmiştir.
Ehli Sünnet Mezhebi Hak mıdır? Din, müçtehitin ne olduğuna kendi beyni ile karar verdiği tapulu malı mıdır? İçtihat kapısı kapanmış mıdır? İslam, Sünniliğin emrettiği gibi toplumsal hayatı ve devletin hukuk sistemini kendisi mi yönetir? İnsanlar müçtehitler ve mukallitler diye iki sınıfa mı ayrılırlar? Hakikatin kaynağı keşif ve keramet midir? Din, doğruluğuna birilerinin karar verdiği mezheplere sorgusuz sualsiz iman etmek ve eskileri taklit etmek midir? Bir şey Kuran’da öyle yazıldığı için mi yasaktır yoksa akla göre kötü olduğu için mi Kuranda yasaklanmıştır? Nedensellik var mıdır yok mudur? Bir okun doğuya doğru atılmış olması okun doğuya doğru gideceğini ispatlamaz mı? Tanrı, dünyayı döndüren yasayı mı yaratmıştır yoksa dünyayı her an kendisi mi döndürmektedir. Doğa kanunları kanun değil de genelde aynı şekilde gerçekleşen Tanrının alışkanlıkları mıdır? Bu sorular Türkiye’de bugün hala aşılabilmiş değildir. Bugünkü İslamcılığın dayanak noktası da zayıf noktası da İslamda reformun ve çağdaşlaşmanın anahtarı da hala daha bu sorulardır.
Tehafüt geleneğinin dışında Osmanlı’da düşünsel anlamda benliğin reddi olarak tanımlayabileceğimiz tasavvuf vardır sadece. Net bir mistizm. “Ben Allah’ım” diyen Hallac-ı Mansur ve ardından Mevlana, İbn-i Arabi gibileri:
“Allah sonsuzsa ben de sonsuzun bir parçası olduğuma göre Allahın da bir parçasıyım”
Fikrinden tıpkı Spinoza’nın yüzyıllar sonra ulaştığı sonuç gibi panteizme ulaşmışlardır. Yunus Emre’nin:
“Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm”
İfadesi benliği reddeder, Allahın varlığının karşısında insanın varlığının olmadığını söyler. Hallac-ı Mansur ve İbn-i Arabi ise “bizler de sonsuz olan Allah’ın parçalarıyız” der. Bu ikisi aynı şey değildir. Bu ikisinin sentezi 16. yüzyılda Hindistan’da (muhtemelen Yunus’tan bihaber olan ancak 9. yüzyıda ortaya çıkan tasavvufun benliği inkar politikasından haberdar olan) İmam-ı Rabbani tarafından Vahdet-i Şühud görüşü şeklinde yapılır ve 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı üzerinde Nakşibendi Tarikatları aracılığıyla muazzam etki yapar:
Evet hem Allah sonsuzdur ve onun parçalarıyız hem de biz benlik olarak yokuz Allah’ın yansımasıyız, onun tecellisiyiz. Platon’un idealar alemi gibi Allahın idealar alemindeyiz.
Hallac-ı Mansur, Mevlana, Yunus Emre, İbn-i Arabi, İmam-ı Rabbani gibilere elbette “filozoftur” denilebilir belki ancak bunların hiç biri Osmanlı değildir. Osmanlıda mutasavvıflar vardır ve bunlar Vahdet-i Vücud tartışmalarına falan dahil olmazlar. İnançları gereği sadece destekçi olabilirler. Çeviri yaparlar, yıkama yağlama yaparlar. Tapınırlar. Dolayısıyla Osmanlı mutasavvıflarının filozof olma şansı yoktur. İmam Birgivi, Merkez Efendi, İsmail Maşuki, Gül Baba, Kutbettin İzniki gibi osmanlı mutasavvıfları bırakın felsefe’yi kelam bile yapmamışlardır, sadece eskileri taklit etmişlerdir, akıl yolu ile sorgulamaya cesaret edemedikleri inançlarının özü de taklit etmektir zaten. İçtihat kapısının kapandığına mutlak iman etmişlerdir, şeyhe tapınmayı el etek öpmeyi İslamın özü telakki etmiş; zamanın şartlarına göre dine yeni yorum getirmeyi düşünmemişlerdir bile. Düşünenleri de anında tekfir etmişlerdir ve hatta bazen Molla Lütfi gibilerin kafasını kestirmişlerdir. Osmanlıda tanzimata kadar olan süreçte benim bildiğim bir şeyler düşünen tek adam Katip Çelebi’dir, ona da filozoftan ziyade münevver ya da aydın diyebiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar halk padişahın kulları idi; Anadolu bir köleler/serfler coğrafyasıydı: her türden mülk ve arazi padişahındı, padişah çağırdı mı asker olur savaşa giderdin; istedi mi kızını hareme alırdı. Milletlik, bireylik, toplum diye bir şey söz konusu değildi bu topraklarda. Adalet, hukuk, felsefe, bilim, sanat… Devlet katında bu kavramların hiç birinin kıymeti yoktu. Eğitim sistemi diye bir şeyin varlığından bahsetmek abesti. Felsefe maddeyi, insanı ve şuuru en önemlisi aklı inkara indirgenmişti. Bilim şeyhlerin ve mollaların fetvaları ile yasaklanmıştı. Adalet, hukuku eskilerin masalları zanneden kadıların elindeydi, oturmuş bir hukuk sistemi yoktu: kimin kime gücü yeterse orman kanunları vardı. 1774 Küçük Kaynarca antlaşması ile eninde sonunda gelecek nihai bir yenilgiyi de kabul eden ve artık alelade güçsüz bir devlete dönüşen Osmanlının 1922'de Polatlı’ya kadar geri çekilmek zorunda kalan halkı kendilerini ölüme terk eden Osmanlıyı bugün yaşadıkları ve onları birey yapan Türkiye Cumhuriyetinden daha fazla sevip sayıyor. Bu bir travmadır. Küçük Kaynarca antlaşması ile elindeki her şeyi kaybeden Osmanlı halkı 1773 yılında saplanıp kalmış halde 1774 yılına geçiş yapmak istemiyor oysa biz bugün 2020 yılındayız. Makul insanlar 1774 yenilgisinin ne anlama geldiğini sorgularlar. Bu yenilgi ile yüzleşirler. Neden böyle olduğunu merak ederler. Bizim bu travma ile yüzleşmemiz gerekiyor. Bugünün İslamcı kara cahilleri -ki bu kara cahillerin en büyükleri İslamcı çakma profesörlerdir- aslında en fazla bu travmanın varlığını inkar edenler. Bu adamlar kendilerini kandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Küçük Kaynarca Antlaşmasının belki bir kaç yüz yıllık bir de arka planı var. Felsefi geçmişi var. Arkasında Rusya’ya akıl denen şeyi getiren Deli (Büyük) Petro var. Osmanlı’yı girdiği savaşlarda defalarca mahfeden Rus teknolojisinden Dostoyevski ve Tolstoy’a kadar tümünü yaratan Rusya’daki Fransız modernizasyonu var. Bugün içinden filozof çıkmış topraklarda yaşayanlar filozofu olmayan toplumlara hükmediyor. İçinde felsefe yapılmış ülkeler günlük güneşlik; diğerleri kan ağlıyor. İçinde felsefe yapılmamış bizim gibi toplumlar da 1773 yılında saplanıp kalmış durumda. “1774 yılına nasıl geldik biz? o antlaşmaya imzayı nasıl attık?” Bunları sorgulamak istemiyor. Kaçıyor. 300 Yıllık bir travmanın içinde yaşıyor hala.
Bütün bileşenleri ile felsefe ve düşünsel tarih bizim kimliğimize bir tehdit değilken bu travma bizi “bizi yok etmek isteyene” düşman olacağım diye düşüncenin kendisine de düşman olmaya itiyor. Bu travma bizi yukarıda özetini sunduğum batı felsefesi tarihinin, benim deyimimle medeniyet kavanozunun bir alternatifinin olabileceğine ve bunun da tasavvuf ile tehafütten ibaret olan İslam düşüncesi olduğuna inandırıyor: bu bir nevrozdur. Bizler artık medeniyet kavanozuna kenarından iğnesini batırıp da asalak beslenen bir takım sivrisinekler olmayı bırakmalıyız. “Bana balık tutmayı öğretme balık ver” diyen sefil parazit bitler olmaktan kurtulmalıyız artık. Bizler bindiğimiz uçağı icat eden zihinleri ve o zihinlerin hangi sosyal şartlar altında nasıl bir eğitimle eğitildiğini merak etmeliyiz. Kullandığımız elektriği yaratan felsefeyi araştırmalıyız. Kıçımıza giydiğimiz donu üreten makineyi yaratan sosyal ve siyasal ortamı merak etmeliyiz. Ne zamana kadar kaçacağız bu sorulardan? Ne zamana kadar kafamızı kuma gömeceğiz? Bütün bir İslam aleminde bir şeyler yanlış değil mi? Nerede yanlış? Tasavvufta mı? Mezhepte mi? İslamın kendisinde mi? Nerede? Bundan ne kadar daha kaçacağız? Üç kıtaya hükmetmiş imparatorluğumuz var 600 yıllık tarihinde özgürce düşünebilmiş bir tek düşünce adamı bile yok! Bu imparatorluğun yıkılmış olmasının gerekçesini nerede arayacağız? Bu küçük düşürülmüşlüğü, bu üzerine basılıp geçilmişliği, bu yenilmişlik travmasını nasıl atlatacağız? Medeniyeti ve felsefeyi inkar ederek mi? Bu ülkenin hiçbir meselesini bu geri kalmışlıktan dolayı; bu hala düşünceyi ve felsefeyi küfür sayan anlayıştan dolayı çözemiyoruz biz. Hala daha 2020 yılında insan aklı ile dalga geçen diyanet diye bir kurumumuz var. Hala daha İslamcılık diye, 1773 yılına dönmecilik diye, nakil peşinde koşmacılık, Osmanlıcılık diye bir davamız var. Türkiye’yi hala daha derinlerde bir tarikatlar oligarşisi yönetiyor. Yığınlara lafım yok ama bunlar hep bir şeyler düşünebilen tarih ve tefekkür algısı olan adamların 1774 yenilgisini kabullenemeyişinin suçudur. Bu kabullenemeyişi 21. yüzyıl aklına hakaret olan bir mistizmle örtmeye çabalamalarının, tarih boyunca var olmuş en büyük konfor mevzisi olan din sığınağına sım sıkı sarılıp da bu dünyaya dair gerçek bir şeyler düşünebilmeye cesaret edemeyişlerinin; korkaklıklarının bir sonucudur.
(Bu yazı 22/01/2016 tarihinde ekşisözlükte “osmanlı imparatorluğu’ndaki filozof sayısı” başlığında yayımlanmış yazının güncellenmiş ve genişletilmiş halidir)