MÜSLÜMAN AKLININ MÜHÜRLENİŞİNİN HİKAYESİ

Hakikat
25 min readFeb 25, 2020

--

Bugün sizlere bir amme hizmeti olarak Robert Reilly isimli Amerikalı bir yazarın “The Closing of The Muslim Mind, How Intellectual Suicide Created The Modern Islamist Crisis” yani “ Müslüman Aklının Mühürlenmesi; İslamın Entelektüel İntiharı Günümüz İslamcılık Krizini Nasıl Yarattı” diye çevirebileceğimiz kitabının özet tercümesini sunacağım. Kitabın ingilizce pdf’sine şuradan ulaşabilirsiniz. Kitap 2010 yılında yayımlanmış ve araştırdığım kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmemiş.

Robert R. Reilly, American Foreign Policy Council denilen Amerikan Dış Politika Konseyi isimli bir kurumun üyesidir. Bu konsey Amerika Birleşik Devletleri Kongresi denilen abd yasama organına danışmanlık yapan ve Vaşington’da çalışan bağımsız bir kuruluştur. Reilly 2002–2006 yılları arasında Irak Savaşında ABD Savunma Bakanlığında ve Irak Enformasyon Bakanlığında kıdemli danışmanlık yapmış. Uzun yıllar İslam alanında araştırmalar yapan bu yazarın uzmanlık alanı İslamdaki Mutezile mezhebinin yok oluşu ve Eşarilik mezhebinin hakim olması ile filozoflar çağının sonlanışı, nihayetinde İslamda rasyonel düşüncenin çöküşü, Selefilik akımının nasıl ortaya çıktığı” gibi konular. Kavramlara aşina olmak adına kabaca hazırladığım aşağıdaki şablonu inceleyebilirsiniz, bugünkü toplam Müslüman nüfusuna göre itikadda mezheplerin toplam Müslüman nüfusuna oranları üüç aşağı beş yukarı aşağıdaki gibidir:

  • %0 Mutezile: Akılcılar. felsefe islamın temelidir.
  • %25 Maturidi: Hanefi mezhebi. felsefe yok. türkiyedeki tarikatlar ve cemaatler, dolayısıyla türk halkı. pakistan vs.
  • %40 Eşari: Şafi ve maliki mezhebleri ile bir kısım hanbeliler. felsefe yok. en kalabalık grup
  • %5 Selefi: Hanbeli mezhebi. felsefe haram. Suudlar, IŞİD, El Nusra, Taliban, Müslüman Kardeşler, Mursi.
  • %15 Şiiler: caferi, zeydi vs. felsefe yok.
  • %15 Geriye Kalan Felsefe Serbest Akımlar: Sekülerler, Aleviler, Nusayriler, Akılcılar, Modernler, Sovyet Müslümanları, Kuran Müslümanları, Balkanlardaki Avrupa Müslümanları ve Şiiliğin İsmaililik kolu.
İslam Mezhepleri Haritası

— İslam dünyasında nereye gidersem hep aynı problemi görüyorum: sebep ve sonuç, sebep ve sonuç… Fouad Ajami
— Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misiniz?” Kuran 2/106
— Felsefe bir yalandır. Ebu said ibn dust (d.1040)

Bu kitap, dünya tarihinin en büyük entelektüel dramlarından birini anlatmaktadır: müslüman aklının mühürlenmesinin dramı. Bu hikaye bir zamanlar Yunan felsefesi ile zenginleşmiş ve döneminin en büyük filozoflarını çıkarmış İslamın en sonunda nasıl aklı resetleme ve mühürleme pahasına sefalete ve zillete düştüğünün hikayesidir.

Öncelikle bir kaç soru ile başlayalım hikayemize:

  • Neden İspanya’nın sadece bir yılda çevirdiği kitap sayısı bütün Arapların son bin yılda çevirdiğinden daha fazla?
  • Neden Suudi Arabistan’da büyük bir kesim hala insanın aya çıkabildiğine inanmıyor?
  • Neden İslam medyası bazı doğa afetlerini hala daha tanrının cezalandırması olarak gösteriyor?

İşte bunlar aklın mühürlenmesi ile ilgilidir. Aklı mühürlemenin iki temel yolu var:

1- Aklın hakikati bulabilme kabiliyetini reddetmek ya da bu kabiliyetini sınırlı kabul etmek
2- Hakikatleri bilinemez olarak görmek

Yani diğer bir deyişle “akıl zaten bilemez” ya da “ortada zaten bilinmesi gereken bir şey yok” tavrı. Eşari ekolünde bu iki tavır da mevcuttu. Tanrı ile onun yarattığı akıl arasından otorite seçme sorunsalı ise bu tavrın temelinde yatan gerçekti.

Eğer birinin gerçeklik algısı ve gerçek dünya hakkındaki dini kabulleri yanlışsa ve bu kabuller onun inancının temellerini oluşturuyorsa, o kişi bu durumdan kurtulup hakikati bulabilir mi?

Bugün bu soruyu İslamda bir problem haline getiren şey “Eşari” düşüncedir. Eşari düşünce 9–12 yüzyıllar arasında gelişmiş ve sonrasında İslam dünyasına hakim olmuştur. Eşari düşüncenin nedensellik denen mefhumu inkar etmesi, bugünün kısmen Arap kültürü temelli Sünni ortodoks islamını yaratmıştır. İşte bu yüzden Lübnan asıllı Amerikan aydını Fouad Ajami’nin

“İslam dünyasında nereye gidersem gideyim hep aynı problemi görüyorum: sebep ve sonuç, sebep ve sonuç…”

tespitine gelmiştir islam dünyası. Pakistanlı reformist düşünür Fazlurrahman’ın:

“Kendini felsefeden mahrum bırakan toplumlar aslında yeni fikirlerden mahrum bırakmışlardır ve bu da aydınlanmanın intiharı anlamına gelir”

sözü ile Papa 16. Benedict’in 2006 yılında söylediği:

“Yunanlıların hediyesi olan “aklın” kaybedilmesi nam-ı diğer “dehelenizasyon” modern çağda batının en büyük problemlerinden biridir.”

Sözü ile paralellik gösterir. İslamın Dehelenizasyonu ise daha az bilinir çünkü bu süreç çok etkili ve direkt bir süreç olarak 9–12 yüzyıllar arası yaşanmış ve bitmiştir. Ürdün Kralı Hüseyin’in dediği gibi:

“İslam bu dehelenizasyon sürecinden sonra yanlış yola sapmıştır.”

Bu kitap “islamın başına bunlar nasıl geldi?” sorusunu değil “neden böyle oldu?” sorusunun cevaplarını anlatmaya uğraşacaktır. Ve “Neler yanlış yapıldı?” sorusundan çok “Niçin böyle kötü sonuçlandı?” sorusuna cevap vermeye çalışacaktır.

9. Yüzyılda Kuran’ın yorumlanmasında iki yöntem mevcuttu: birincisi Allah’ın iradesini ve gücünü merkeze alırken diğeri akılcılığı ve vicdanı (adalet duygusunu) esas alırdı. Bu noktada belli sorular ortaya çıkıyor:

— Akıl ile vahiy arasında nasıl bir ilişki vardır?
— Tanrının vahiylerine aklın bir karşı duruşu mümkün müdür?
ya da
— Akıl vahiylerden uzak mı durmalıdır?
belki en önemlisi de şu:
Akıl yoluyla doğru bilgiye ulaşılabilir mi?

Elbette bu sorular ile bütün diğer dinlerin inananları da karşılaşmışlardır. Tüm tek Tanrılı dinler de İslamın yüzleştiği teolojik, felsefi, metafizik ve epistemolojik sorulara cevap aramışlardır. İşte bu kitap Sünni İslamın bu sorulara tarih boyunca verdiği kabul gören cevapların İslamı nasıl bir forma soktuğu ile ilgilidir. Bugün nasıl ki ortalama bir Hristiyan Augustine’in ya da Aquinas’ın öğretilerinin Hristiyanlık dinine yaptığı etkiden habersizse aynı şekilde ortalama bir Sünni Müslüman da Eşari ve Gazali’nin el yazmalarının islama yaptığı etkinin farkında değildir. Batıda ortalama birinin itikadda Augustinian mı yoksa Thomist mi olduğunu bilmediği gibi İslam dünyasında da sokaktaki adam İtikadda mezhebinin Eşarilik mi yoksa Maturidilik mi olduğunu bilmez. Bugün İslami cenahtan kaynaklanan terör olaylarını anlayabilmek için İslamın derinliğine ve tarihsel felsefesine inmek gerekir. 11 Eylül, Londra, Madrid, Mumbai, Detroit’te olan terör olaylarının islami açıdan gerekçeleri nelerdir? Bu olaylar İslam adına mı yoksa İslamcılık adına mı gerçekleşmişlerdir? İslamcılık, İslamın deforme olmuş hali midir? Eğer böyle ise İslam bu hale nasıl gelmiştir? İslam bu türde deformasyonlara karşı açık ve savunmasız mıdır? İşte bu kitap özetle bu sorulara cevap bulmaya çalışacak.

BÖLÜM 1: İSLAMIN YUNAN FELSEFESİNİ KEŞFİ

İslamda akılcılığın kökenini bilmeden aklın mühürlendiği teşhisini yapamayız. Kabe’de her kabileye ait 360 farklı putun olduğu Çok Tanrılı Putperest (cahiliye dönemi denen) dönemde Yunan Felsefesinin Arap yarımadasına girdiğine dair elimizde hiç bir delil yok. İslam ilk yüz yılında Çin sınırından İspanya’ya kadar bir alana yayıldı.

Özellikle Bizans’tan ve Sasanilerden alınan yerlerde ciddi bir entelektüel birikim, çalışma mevcuttu. Sasanilerdeki hocaların çoğu da Bizanstan gelmeydi ve Avrupa’da kaybolan Yunan Felsefesi burada üzerinde harıl harıl çalışılan bir şeydi. Arapların bu bölgede İslamı yayma çabaları onların da Felsefe yoluyla ve bilimsel ahlakla İslamı aklama ve akıl yoluyla felsefeyle uğraşan Hristiyanlara ve Zerdüştlere kabul ettirme ihtiyaçlarının oluşmasına neden oldu. Ve Araplar, Müslümanlar; Yunan Felsefesi ile Suriye, Irak ve İran’da tanışmış oldular. Bu sırada o bölgede yüzyılların birikimi ile halen uğraş olan ve eğitimi verilen tıp, matematik, doğa bilimleri, kimya ve astroloji ile de ilgilenmeye başladılar. Bu süreç 8. yüzyılda İslamda inanılmaz bir akılcı çağın başlamasına neden oldu. Mutezile Mezhebi doğdu, Müslüman Filozoflar dünyaya geldi. Elbette bunlara tepki olarak gelenekçi gruplar da oluştu: Eşariler ve Hanbeliler gibi.

Bu dönemin ilk tartışması kader ve kaza konusundaki “ kaderiyye ile cebriyye arasındaki tartışma”dır. Bu tartışmaya göre akılcı Mutezililer kaderiyye tarafındadır ve her insanın kendi hür iradesi ile kararlar aldığını ve bu kararlara Allahın müdahil olmadığını söylemişlerdir; diğerleri de Ebu Hureyre’den gelen:

“Kadınlar doğum yapmadan önce kadının karnındaki fetüs’ün yanına iki melek gider ve yaşamı boyunca hak yolu mu yoksa sapkınlığı mı seçeceğini bir deftere yazarlar, fetüs doğunca defterdeki gibi yaşar ve ölür”

Hadisi gibi kaynakları göstererek:

“Hayır her hareketimizin sorumlusu ve yaptırıcısı allahtır, allah bize ister iyiyi ister kötüyü yaptırır, sonunda da ister cennete ister cehenneme gönderir.”

Diyerek cevap vermişlerdir. Bu dönemde Emevi halifeleri Cebriyye tarafını savunmuştur çünkü Cebriyye’nin “her hareketimizi Allah yaptırır” görüşü onların zulmüne meşruluk kazandırmaktadır. Misal birilerini öldürttüğü vakit “bunları bana Allah yaptırdı” diyerek işin içinden sıyrılabilmektedirler. Mutezilenin kurucusu Vasıl Bin Ata’nın hocası Hasan El Basri gibiler ise bu duruma karşı çıkmış ve “insanların kötü hareketlerinin kaynağı Allah olamaz” demişlerdir. 750 Yılında gelen Abbasi hanedanı, Emevilerin tümünü katlederek iktidar elde eder ve Mutezileye de destek olur. Abbasiler bu dönem ulema takımı üzerinde otorite kurma çabası içindedirler. Abbasilerin 7. halifesi Memun tahta oturunca Şii Mezhebine ve Mutezililere daha fazla yakınlaşır, kendisi felsefe tarafından adeta büyülenmiştir.

İkinci önemli tartışma Akıl-Nakil Tartışmasıdır.
İslamda tam anlamıyla kemale ermiş ilk inanç ekolünü mutezililer kurmuştur. Eşarilik ise ikinci ekoldür. Zaten Hasan El Eşarı 40 yıl boyunca Mutezililik yapmış ve sonunda kendi ekolünü kurmaya karar vermiştir. Bu iki ekol arasında başlayan tartışmalara da Kelam İlmi denilmiştir. Kelam ilmi aklın dindeki konumu, ahlakın akıl ile belirlenip belirlenemeyeceği, özgür iradenin gerekliliği, iyiliğin ve adaletin akıl yoluyla mı yoksa Tanrının iradesi ile mi belirlendiği gibi tartışmaların yapıldığı ilim dalıdır. Mutezile aklın iyiliği, kötülüğü, evrensel ahlakı bulabileceğini, insanın ruhunun iyiliği bulma fıtratında yaratıldığını iddia etmişlerdir. İslamdaki teoloji tartışmalarında tartışmayı kaybedenlerin kitapları genelde yakılır. Bugün elimizdeki bilgiler de kazanan tarafın verdiği karşı argümanlardan derlenmiştir. Ancak Mısırlı akademisyenler 1950'lerde Yemen’deki bir camide 10. yüzyıldan kalma çok sayıda mutezile kaynağı buldular. Ve bu kaynaklar artık mutezilenin fikirleri konusunda daha güvenilir bilgiler sunmaktadır. Mutezile diğer ekollerden

“Tanrı insanlara özellikle akıl vermiştir ve insanlar akıl yoluyla tanrıyı, ahlakı, iyiyi, kötüyü bulur; akıl, insan-Tanrı ilişkisinde merkezdedir.

Görüşüyle keskin bir biçimde ayrılır. Mutezileye göre tanrının insandan beklediği ilk vazife akıl yoluyla bir yaratıcı olduğunun bulunmasıdır zira tanrı duyularla ya da ilhamla bulunmaz. İşte bu yüzden akıl vahiyden daha önemlidir. Hiç vahiy gelmese bile insan varoluşunu sorgulamalı ve Tanrıyı vahiyden bağımsız şekilde akıl yoluyla bulmalıdır. Mutezile Tanrının dünyaya doğrudan müdahale ettiği fikrine karşı çıkar. Tanrı dağdan salınan bir kayayı aşağı kendisi yuvarlamaz; bunun için yer çekimini yaratmıştır ve bu görevi her seferinde yer çekimi ifa eder. Mutezile, Tanrının kanunlarını doğa kanunları olarak tanımlar. Her maddenin kendine has bir özelliği vardır, Tanrı böyle yaratmıştır ve bu özellik her seferinde aynıdır. Bu yolla Tanrının varlığına ve insanlarla konuştuğuna ikna olduktan sonra bu sefer Tanrının konuşmalarının (Kuranın) gerçek, orijinal olup olmadığına karar vermek gerekir. Bu da akıl yoluyla gerçekleşir. Bu gerçekleşirken ayetler bize bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna dair bakış açısı verir. Ancak bir şeyin iyi ya da kötü olduğunun net sonucuna biz ancak akıl yolu ile varabiliriz. Mutezile, Thomas Aquinas ve İbn-i Rüşd apayrı yüzyıllarda ortak bir şekilde

“Tanrının sadece güç değil aynı zamanda akıl da olduğunu, insan aklının da Tanrı üretimi olduğunu, insan aklının Tanrının aklından geldiğini, evrendeki rasyonelliğin aklın doğruyu bulabileceğine delil olduğunu, Tanrının ilahi yasaları akılcı bir şekilde yaratıldı ise akıllı bir yaratık olan insanın da akıl yönünden bu sonsuzluğun bir parçası olması gerektiğini”

söylemişlerdir.

Üçüncü önemli tartışma “ iyiyi ve kötüyü akıl ile ayırt etmek mümkün müdür” tartışmasıdır. Mutezileye göre ilahi yasanın bir parçası olan insan bu özelliğinden dolayı iyi/kötü/adil ve adaletsiz gibi kavramların bilincindedir. İyilik ve kötülük standart şekilde evrensel olarak bellidir, bu yüzden akıl iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir. Tıpkı Aristo’nun da belirttiği gibi akıl yoluyla mutlak ahlaka ulaşılabilir. Mutezilenin bu fikri daha önce bahsettiğimiz “özgür irade” tanımından gelir. Allah mutlak iyidir. Allah kötülük diye bir şey yaratmamıştır. Kötülük sadece bu dünyada vardır ve insan üretimidir. Bu da Allahın insanlara verdiği özgür irade sayesindedir. Bu nedenle kötü olan her şey insanidir. İşte bu fikir aklın İslamda geri kalan her şeyden önce geldiğinin göstergesidir. Ancak buna:

Peki hasta çocuklar ve hayvanlar ne olacak, onlara olan kötülük insan kaynaklı değil ki?

sorusu sorulur ve Mutezililer buna da:

Elbette kendiliğinden hasta olanlar için sonunda Allahın genel bir iyilik tasavvuru vardır. yoksa Allahın varlığını ve kitabın haklığını sadece ve sadece akıl ile bulup da bundan sonrasında aklı devre dışı bırakmanın ya da sınırlamanın bir açıklaması olamaz. Allahın kötülük yapabileceğini düşünmek Allaha inanmamaktır” şeklinde cevaplarlar.

Dördüncü önemli tartışma: “ kuran ezelden beri Allah ile varola mı gelmiştir yoksa sonradan mı yaratılmıştır?” Gelenekçiler, ortodokslar, eşariler kuranın ezelden Tanrı ile birlikte geldiğini ve ebede kadar Tanrı ile birlikte var olacağını söylemişlerdir. Mutezililer ise Kuranın sonradan yaratıldığını iddia etmişlerdir. Mutezile, Tanrının kendi farkındalığının kendi varlığı ile birlikte ezelden beri var olduğunu bu nedenle Tanrının özünün onun bilinçsel farkındalığından ayrıştırılamayacağını ve henüz yaratılmamış bir takım sözlerin de (kuran) onun özünde ezelden beri var olduğunu ancak sonradan yaratıldığını, tıpkı henüz yaratılmamış bir insanın ta ezelde bile Tanrının özünde var olması gibi ifadelerle açıklamaya çalışmışlardır. Ayrıca eğer kuran tanrı tarafından yaratılmış bir şey değil de ezeli bir şeyse bu durumda onun da ikinci bir tanrı olması gerektiğini söylemişlerdir. (skocax notu: Kuranın yaratılmış olup olmadığı önemlidir. zira kuran yaratılmışsa akıl da yaratılmıştır ve bu durumda kuranın akıla üstünlüğü değil eşitliği söz konusu olur.)

Beytül Hikmet isimli okulları tasvir eden bir minyatür (13. yy’dan kalma)

Abbasi halifesi Memun 830 yılında beytül hikmet denilen felsefe okullarını ve tercüme merkezlerini açar (skocax notu: Harun Reşid başlatır ancak Memun zamanında sistem olarak oturur. Bunlar daha sonra aklın ve felsefenin kovulduğu yerine keramet, kalp ilmi, tasavvuf ve ilhamın geldiği Nizamiye Medreselerine dönüşecektir) . Buralarda yunan felsefesi Arapçaya çevrilir. Burada yetişen ilk islam filozofu El-Kindi’dir. El Kindi “hakikati arayan için hiç bir şey hakikatin kendisinden daha değerli değildir.” sözünün sahibi büyük bir filozoftur. Tıpkı Mutezililer gibi akıl ve vahiy arasında sade ve hakikatperver bir harmoni oluşturmuştur. Bu dönemde Halife El Memun Abbasi Devletinin resmi ideolojisi olarak mutezililiği ve “Yaratılmış Kuran” fikrini esas alır, ulemasını bu fikirle test eder ve Kuranın yaratılmış değil de ezeli olduğundan bahsedenleri cezalandırır. Ceza alanlardan biri de Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmed Bin Hanbel’dir. Hanbel, mahkemede her türlü soruya hiç yorum yapmadan sadece ayet ve hadisleri ezbere okuma yoluyla cevap vermekte, eğer ayet ve hadiste bulunmayan bir bilgi sorulursa sessiz kalmaktadır. Hanbel’in bu dik duruşu gelenekçileri ve ortodoksları ona hayran bırakır. (skocax notu: Bugün IŞİD ve selefiler Hanbeli mezhebinden ve İbn-i Teymiye’nin yolundandırlar, ibn-i teymiye de Hanbel hayranıdır, Hanbelidir, Hanbelcidir. Selefiliğin kökü olarak en az İbn-i Teymiye kadar Ahmed bin Hanbel de kabul edilir, Eşariler en azından akıl yoluyla tartışmayı kabul ederler ancak Hanbel akıl yoluyla tartışmanın da karşısındadır. İletişime kapalıdır. Sadece ayet ve hadis üzerinden konuşur. Kısaca bugünkü IŞİD’dir, selefiliktir.)

BÖLÜM 2: MUTEZİLENİN ALAŞAĞI EDİLMESİ- AKLI MÜHÜRLEME SÜRECİNİN BAŞLAMASI

Mühürlenen Aklın Sonucu: Türkiye’deki Ehli Sünnet Cemaatlerden birinin Harun Reşid dönemine dair yanlı tarih yorumu ile bunların savunduğu Sünniliğin genel özgürlük ve adalet düşmanı tavrını bu videoyu izleyerek gayet güzel anlayabilirsiniz.

Abbasilerin ve İslam İmparatorluklarının bütün zamanlarda en güçlü olduğu dönem 5. Abbasi Halifesi Harun Reşid dönemidir. Harun Reşid ile onun neslinden 9. Halife Vasık arasında kalan 60–65 yıllık süre de mutezililiğin devletin resmi ideolojisi olduğu dönemdir. Özellikle 7. Halife Memun, geceleri rüyasında Aristo ile tartışacak, Aristo’ya “iyi nedir?” diye soracak o da “iyi rasyonel olandır” cevabını verecektir. Vasık’tan sonra gelen 10. Halife Mütevekkil iktidarının 2. yılında bugünkü Sünniliğin kökü olan ehli hadisçi islamı benimser ve Mutezili düşünceye cephe alır. Hüseyin’in Kerbela’daki türbesi yıkılır. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan Hristiyan ve Yahudilere zulmeder, kılık kıyafet dayatmaları yapar. Daha önce devlette önemli mevkilere gelen Mutezililer görev yerlerinden uzaklaştırılır. Mutezililerin hapse attırdığı İbn-i Hanbel’i serbest bıraktırır ve Kuranın yaratılmış olup olmadığı tartışmasını yasaklar. Beytül Hikmet denen medreselerde kelam ilmi ve felsefeyi kaldırarak sadece bilimsel çalışma ve çeviri yapan okullara dönüştürür. Arapların ilk filozofu olan büyük El Kindi’nin kütüphanesine el koyar ve 80 yaşındaki filozofa zulmettiği rivayet edilir. Daha sonra gelen 16. Halife Ahmet Mutezid döneminde kelam ve felsefe kitaplarının çoğaltılması ve satışı yasaklanır. Mutezililerin Bağdat’ta baskıya uğraması Mutezililiği hemen bitirmez. Bağdat’ta kalmaya devam edenler olduğu gibi başka yerlere çekip gidenler de vardır. Mesela bir kısmı İran bölgesinde ehli beytçiler tarafından kurulan Büveyhoğulları devletine gider. Ve hatta Albert Hourani bugün en fazla kabul görmüş Şii öğretilerin bu dönemki mutezililerin ekolünden geldiğini iddia etmektedir. Dört bir yana dağılan Mutezililer İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd gibi döneminin en büyüğü akılcı filozofların ortaya çıkmasını sağlamıştır. (skocax notu: bugün halife mütevekkilin seçtiği İslamı yaşayan ehli sünnet taifesi bu yazıyı okuduktan sonra kendileri de araştırıp emin olarak bundan sonra artık sağda solda İbn-i Sina ve Farabi ile övünürken bir kez daha düşünürler umarım) Lübnan asıllı İngiliz yazar George Hourani Mutezilenin tam olarak çöküşünün 25. Halife Ahmet Kadir’in 1017 yılında tahta çıkması, 1060'larda Bağdatta Hanbeli eylemleri ve ardından Selçuklu Devletinde Nizamiye Medreselerinin kurulması ile gerçekleştiğini iddia etmektedir. 14. Yüzyılda Tunus’ta İbn-i Haldun doğar ve döneminin en akılcı islam bilgini olmasına rağmen o bile Eşaridir artık.

İslamın en literalist; yani kelimesi kelimesine vahyi ve hadisleri uygulayan ve yaşayan fıkıh ekolü Hanbeliliktir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli Sünni İslamın 4 mezhebidir ve 12. yüzyıldan itibaren 5. bir mezhebin kurulması yasaklanmıştır. Buna Sünniler “içtihat kapısının kapanması” derler. Bu tarihten sonra sadece “mevcut” içtihatlardan biri seçilebilir artık; yeni içtihat yapılamaz. Halen daha öyledir. Bunu daha sonra aşmaya çalışanlar olduysa da “eski insanlardan daha mı iyi bileceksin” diyerek susturulmuşlardır. Bunlardan sadece Hanbeli kelam ilmini tümüyle reddetmiş, diğer üçü kelam ilmine bir süre önem vermiştir. Hanbeli’ye göre:

Allah’ı bulmak için akla ihtiyaç yoktur. Kişi aklını kullanmadan Allaha iman etmeli ve vahiy ile hadis dışında kendi aklından yeni bir şeyler uydurmamalıdır.

Örneğin Hanbeli eğer Muhammed karpuz yemediyse bize karpuz yemek yakışmaz demiştir ve hayatı boyunca karpuz yememiştir.

BÖLÜM 3: İRADENİN METAFİZİĞİ

Eşarilik, Mutezile ile mücadele ederken Hanbeliliği de desteklemiştir. Tanrı mutlak güç ve iradeyi temsil ettiği için aklın iktidarı savunulamaz. Cezayir asıllı Fransız yazar Muhammad Arkoun bu durumu:

“Onlara göre hakikat vahiy ve hadis aracılığı ile bütünüyle verilmişti, “acaba burada ne demek istedi Tanrı” diye sormaya bile gerek yoktu, yani aklın sessiz kalması gerekliydi”

Şeklinde açıklar. Hristiyanlık gibi diğer dinler de mucizeleri onaylar, İslamda mutezile dahil neredeyse bütün akımlar da mucizelerin varlığını belirtmiştir. Ancak Eşari öldükten 150 yıl sonra gelen Gazali, dünyanın her anının bir mucize olduğunu, Allahın her an dünyayı kontrol altında tuttuğunu ve sabit bir doğa yasaları listesinin çıkarılamayacağını; bunun yerine doğada sürekli aynı şekilde tekrar eden hareketlerin en fazla doğanın alışkanlıkları şeklinde ifade edilebileceğini söylemiştir. (Skocax notu: bu demek değildir ki müslümanlar “f=ma’yı kabul etmez, mesela Gazalinin “ahiret aleminin sırları” adlı kitabında yazan ve doğa kanunları ile ve akılla çelişen binlerce zırvayı da f=ma’nın yanında kabul etmelerine yol açar, bu da Müslümanların ben Gazaliyim ya da Gazaliciyim diyen herkesin peşinden akıl kullanmaksızın koşmasına neden olur)

Ebu Hasan El Eşari, Yunan Felsefesinden gelen atomik teoriyi İslama uyarlar. Ona göre dünya atomlardan oluşmaktadır ve atomlar arası bağlantıyı da Tanrı bizzat kendisi sağlamaktadır. Zamanda ve mekanda bütün varlıklar her an atomların tanrının iradesi ile yeni bir form alması ile oluşur ve yok olur. Tanrı bu oluşma ve yok olma süreci arasındaki bağlantıyı iradesi ile sağlar. Bir andan diğerine geçerken bütün resimde değişiklik olması mümkündür ve bu bütünüyle tanrının nasıl istediği ile ilgilidir. Örneğin bir ağacın bir sonraki anda hala ağaç olarak kalıp kalmayacağı net değildir. Tanrı isterse ağaç olarak kalır; istemezse bir domuza dönüşebilir ya da yok olabilir. Eşariliğin radikal metafizik algısını tam olarak anlayabilmek için İslamabad Üniversitesinden Pervez Hoodbhoy’un örneğine bakalım:

“Eşariliğe göre yayından fırlamış ve hızla giden bir okun istikametindeki her an Tanrı tarafından yeniden yaratılır ve yeniden yok edilir. Okun bir önceki konumuna bakarak bir lahza sonraki konumunun neresi olabileceğini çıkarabilmek mümkün değildir çünkü bu Allahın iradesine bağlıdır ve genelde giden bir okun hangi istikamette gideceğini çıkarabiliyor olmamız Allahın alışkanlıklarıdır; yasaları değildir.”

İslamda nedenselliğin kaybedilmesi Eşarilerin “atomik teori ve durmadan yeniden yaratılan anlar” görüşünün Gazali’de zirve yapması ile gerçekleşir. Gazali neden-sonuç ilişkisini tıpkı Eşari gibi reddetmiştir ve Eşari’den siyasi anlamda daha güçlü bir konumdayken bunu yapmıştır. Gazali’ye göre:
— susamak ile su içmek arasında bir neden sonuç ilişkisi yoktur.
— ateşe değmek ile yanmak arasında,
— acıkmak ve yemek yemek arasında,
— hastalanmak ve ilaç içmek arasında
neden sonuç ilişkisi, nedensellik yoktur. Gazali’ye göre:

Nedensellik yerine ilahi bir irade vardır ve mesela kumaşı yakan bizzat Tanrıdır. Yanma başlayınca kumaşın küllerini yaratır ve ona siyah rengini verir. Bu işlem sırasında melekleri kullanır ya da doğrudan kendisi yapar. Filozofların ateşin yanmaya sebep olduğuna dair iddialarında “gözlem” den başka kanıtı yok. Oysa ateşin kumaşı yakmasında nedensellik değil ateş ile kumaşın aynı anda bir arada bulunması; yani eşzamanlılık ve birliktelik vardır, gözlem sadece eşzamanlılığı/birlikteliği ispatlar nedenselliği değil.”

Nedensellik yoksa akıl da yoktur demektir. Akıl denilen şey sürekli tekrar eden bir takım olayların bir düzeni olduğu kabulünü kendine mekanizma edinir. Gazali “peki neden hep aynı nedenler aynı sonuçları doğuruyor?” sorusunu da “bunlar allahın alışkanlıklarıdır, adetullahıdır, her seferinde aynı sonuçların ortaya çıkması nedenselliği ispatlamaz” şeklinde cevaplar. Gazali’nin bu tutumu en nihayetinde şu anlama gelmektedir:

“bu dünyada fiziki, ahlaksal ya metafizik anlamda hiç bir düzen yoktur tüm bu kavramlar havada asılı durmaktadır.”

İbn-i Rüşd buna şu şekilde karşı çıkar:

“Eğer sebepler ve sonuçlar arasında bir bağlantı yoksa bu dünyada bir düzenin ya da nizamın olması mümkün değildir. Eğer düzen ve nizam yoksa; var olan şeylerin bilme ya da irade kullanma gücü yoktur demektir. Oysa düzen ve nizamın bir bilgelik ve akıl aracılığı ile yaratılmış olduğunu görüyoruz.”

İşte bu iki farklı tutumdan Gazalinin Tanrıyı mutlak irade, İbn-i Rüşd’ün de mutlak akıl ya da mutlak bilgelik olarak gördüğünü anlıyoruz.

“Zaten yanmanın sebebi ateştir, ateşin sebebi ısıdır diye en son mutlak sebebe gitmeye kalkarsak sebeplerin sebebi olarak da Allah’ın kendisini görmüş oluruz. Bunun sonucunda Eğer Tanrı tek sebep değilse o zaman Tanrı tek Tanrı da değildir” anlamı ortaya çıkar. Bu yüzden İslam, nedenselliği kabul etmez.”

Demiştir Eşarilik. (skocax notu: bir inanan için Eşariliğin bu kurgusu doğru olabilir. İnananlar için elbette yoktan var edici bir güç aynı zamanda bütün nedenlerin de nedeni olmak zorundadır. Ancak bu düşünceye ulaşabilmek uğruna nedensellik denen ilkeyi harcamış olmaktır asıl problem, f=ma formülünün kanun olmasını Tanrının varlığına tehdit gören bir anlayıştır bu. f=ma kanun değil “alışkanlıktır” bu anlayışa göre.)

Nedenselliğin inkarı bilim için gerekli olan “tahmin yürütme” yi epistemolojik olarak imkansız; teolojik olarak da istenmeyen bir şey yapar. Bu durum bütün günlük hayatı etkiler. Bugün çoğu Sünni ulema yağmurun nedeninin bilimsel açıklamasını “Tanrının insana gösterdiği ilüzyon” olarak görmekte, yağmurun aklın ötesinde bir sebebinin olduğuna iman etmektedir. 1983–1984 Yıllarında:

“Tanrı havayı yaratır ve istediğinde yağmuru yağdırır; hava durumu hesaplanabilir değildir”

Görüşü ile Pakistan’da hava durumu haberleri yayından kaldırılmıştır.

Epistemolojinin, Bilgi Felsefesinin kaybedilmesinin sebebi nedenselliğin inkar edilmesidir. Bu dünya için eğer sebepleri ve tahminleri ortadan kaldırırsanız bilginin kendisini de ortadan kaldırmış olursunuz.

Objektif Ahlakın varolabilirliği fikrinin kaybedilmesi epistemolojinin yani bilgi felsefesinin kaybı ile olmuştur. Gazali ve Cüveyni aynı sözde birleşmişlerdir:

“Akıl ahlaki hakikatin kaynağı olamayacağına göre farzlar ve haramlar için; yani insan davranışını sınırlayan kurallar için de zoraki bir kaynak olamaz, ancak şeriat buna kaynak olabilir.”

Zaten Eşari:

“Bir insan iyilik yaptı ve cennete gitmeyi “hak etti” diye illa cennete gitmesi gerekmez, cennete gitmesi gerektiğine biz aklımızla karar veririz ancak Allahın aklı bütün akıllardan üstündür ve dilerse cehenneme de atar, bütün hayatını ibadetle ve inançla geçirmiş birinin eğer Allah dilerse cehenneme atılması ahlaksızlık değildir, bu Allahın iradesidir ve onun ahlak tahayyülünü, iyi ve kötü anlayışını bizlerin anlayabilmesi mümkün değildir”

demiştir.

Adalet mefhumunun kaybedilmesi objektif ahlakın varolabilirliği fikrinin kaybolması ile ortaya çıkmıştır. Gazali adalet mefhumunu şu şekilde açıklar:

“Allahın adaleti ile insanın adaleti karşılaştırma kabul etmez. İnsan adaleti kurmaya uğraşırken, mesela birinin hakkı savunulurken bir başkasının bundan zarar görmesi gibi belli noktalarda ufak adaletsizliklere neden olabilir. Ancak Allahın adaletinde zerre kadar hata yoktur. Birine hak verilirken diğerinde zerre kadar haksızlık uygulanmaz.”

Gazali adaleti “bir farzı yerine getirmek, bir haramdan sakınmak” tanımına indirgemektedir. Dünyadaki adalet de Allahın koyduğu kurallar ve yasakladığı haramlardan ibarettir. Akıl adaletin bir parametresi olamaz. Yani nedenselliği kaybedince kaybettiğiniz akıl sonunda adaleti de kaybetmenize sebep olmuştur. Felsefe Tarihi dersleri isimli kitabında Hegel, Eşari İslamını şöyle açıklar:

“Bu İslam türünde Tanrının davranışı bütünüyle akıldan yoksun şekilde sunulmuştur. Akılcılıkla ilgili her şeyin ve karşılıklı bağımlılığın bütünüyle dağılması Tanrının davranışını tamamen soyut bir hale getirmiştir. Arapların geliştirdiği bilim ve felsefe bu yönde ilerlemiştir ve sadece kapristen ibarettir.”

Özgür irade kavramının kaybedilmesi; “ilk sebep (sebeplerin sebebi) tek ve mutlak sebeptir” görüşünden dolayı tüm bu süreçler yaşandıktan sonra gerçekleşmiştir. Bu yüzden Eşari’ye göre insan bir eylemin başlatıcısı ya da bitiricisi olamaz.

BÖLÜM 4: EŞARİLİĞİN ZAFERİ

Fazlur Rahman Malik (1919–1988) Sünni İslamda Reform hareketinin en meşhurlarından biridir.

İslam Reformcusu akademisyen Fazlurrahman’ın dediği gibi:

“10. Abbasi Halifesi Mütevekkil’in Aristocu Doktrini reddetmesi Eşariliğin yeni argümanlar kazanmasına neden oldu. Atomik teori güçlendi. Doğal nedensellik inkar edildi. Ve İslam, aklı bütünüyle reddeden adeta devasa bir dogmaya çevrildi. Kalp İlmi, Keşif, İlham ve Keramet gibi bir takım metafizik terimler icat edildi. vahiyler bu terimler aracılığı ile eğilip büküldü. kısaca eşarilik kendi uydurduğu teoloji aracılığı ile gerçekliği reddetmiştir.”

İronik biçimde aslında insanı belki de dinsizliğe götürmesi gereken “şüphecilik” Eşarileri “acaba akıl ile ulaşılan bilgi doğru bilgi mi şüphesi ile demek ki doğru bilgi sadece vahiydir” gibi bir çelişkiye götürmüştür.

Eşarilik oldukça radikal ve irrasyonel bir düşünce olmasına rağmen hemen hemen bütün Sünni İslam dünyasına yayılmıştır. (skocax notu: orijinal halini kaybeden Maturidilik bugün bütünüyle eşarilik hükmü altındadır, Maturidiler kendi Maturidi alimlerinden çok gazali gibi Eşari alimleri okurlar ve onun anlattıklarını yaşarlar bugün)

BÖLÜM 5: GAZALİNİN TALİHSİZ BAŞARISI VE İSLAMIN DEHELİNAZSYONU

Pakistanlı Felsefe profesörü M. Abdul Hye şöyle söylemiştir:

“Gazali, Eşariliği öylesine popüler yapmıştır ki bugün artık müslüman aleminin genel ideolojisi haline gelmiştir Eşarilik. Halife Memun’un Aristolu rüyaları bir kabusa dönüşmüştür.

G.B. Macdonald şunu demiştir:

“Gazali zekayı ve aklı sadece akla olan güveni yok etmek için kullanmıştır”.

Duncan Mcdonald devam eder:

“Gazali işini bitirdiğinde İslamda geriye hayata dair hiç bir entelektüel temel kalmamıştır. Yunan skeptiklerle David Hume’un şüpheciliğinin tarafındadır. Nihayetinde bizleri vahyin ve el yazmalarının sınırladığı dünyaya savurmuştur.”

Gazali’den 100 yıl sonra Endülüs’te İbn-i Rüşd, Gazalinin Filozofların Tutarsızlığı isimli kitabına satır satır reddiye yaptığı Tutarsızlığın Tutarsızlığı isimli kitabında akıl ile vahyin birlikte var olabileceğini anlatır. Ayrıca Gazali’nin “safsata” olarak nitelediği felsefe için tıpkı Mutezililer gibi ilahi yasanın olmazsa olmaz bir ilkesi olduğundan bahseder. Ancak çok geçtir artık. 1195 yılında Cordoba’da İbn-i Rüşd’ün tüm kitapları yakılır ve felsefe yasaklanır. Aristo’nun en büyük çevirmenlerinden biri olan İbn-i Rüşd islam dünyasındaki sıfır etkisine rağmen Avrupanın kaderine muazzam bir değişim getirmiştir. Cordoba’daki kitap yakımından önce Avrupa’ya dağılan kitapları yaratmıştır bu değişimi.

BÖLÜM 6: ÇÖKÜŞ VE SONUÇLARI

İslamın Dehelenizasyonu Yunan düşüncesinin Eşari baskı altında asimile olması ile gerçekleşir. Bu durum İslam dünyasında girişimciliğin, merakın ve hayal gücünün yok olması ile bugünümüzü yaratmıştır. Gazali’nin müridi ve İbn-i Sina eleştirmeni Fahreddin er-Râzî 12. yüzyıldaki Eşari büyüklerinden biridir ve söylediği şey şu:

“Kelam ilminin ve felsefenin yöntemlerini araştırdım, bunlarda vahiyde bulduğum faydanın hiç birini bulamadım.”

13. Yüzyılın en önde gelen hadis merkezi sayılan Şam’daki Darül Hadis Medresesinin rektörü İbn-i Salah (ö.1251) kendisinden kelam ve felsefe çalışmasında bulunmak isteyen talebelerine

“Felsefe çılgınlığın temelidir, karışıklığın sebebidir, külliyen hatadır”

Fetvası ile cevap verir. Eşariliğin zaferi İbn-i Teymiye (ö.1263) ile devam eder. Eşari atmosfer “aklın tanrı ile olan ilişkide hiç bir hükmü yoktur” diyen Hanbeliliği ayrı bir forma sokmuş, Teymiyecilik daha sonra Abdul Vahhab ile Vahabiliğe günümüzde de Selefiliğe dönüşmüş; bugün Suudi Arabistan’ın resmi ideolojisi olmuştur. Gazalinin felsefeye yaptığını İbn-i Teymiye teolojiye yapmıştır. Türk bilgini Katip Çelebi (ö.1657) Osmanlının gerileyişine kafa yorar ve sorunun:

“Eski alimlere sadakat yüzünden yeni ilimlerin ve düşüncenin, felsefenin yasaklanmış olması”

olduğunu belirtir. Fazlur rahman bir röportajında;

Arap dünyasından filozof çıkmasının imkansız olduğunu, modern çağda bir tane bile Arap filozof göstermenin mümkün olmadığını

söyler. Bunun gerekçesi olarak da teolojik etki ile şekillenmiş Arap kültürünü gösterir. Suudi şuura meclisinin temsilcilerinden İbrahim El Buleyhi;
İbn-i Heysem,
Farabi,
İbn-i Sina,
El Razi,
El Kindi,
El Harezmi,
İbn-i Rüşd
gibi muazzam Müslüman filozofların aslında islamın özünün değil mezopotomya ve livan’daki Yunan Felsefesinin başarısı olduklarını itiraf eder. Müslüman akademisyen Bassam Tibi şöyle söyler:

“Siyasi anlamda rasyonel düşünce devlet eliyle sistemleştirilemediği için Yunan düşüncesi İslam dünyasında asimile olmuştur, bugünkü köktendinci İslamcılar İslamın altın çağını yaşatan İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi alimlere bugün bile düşmandırlar”

Mısırlı reformcu müslüman düşünür Tarek Heggy şunu söyler:

“ İslam dünyası katı bir gelenekçi olan ve insan aklını hakir gören Gazali ile akla ve mantığa hak ettiği değeri veren İbn-i Rüşd’ün fikirlerinin çatıştığı bir savaş alanıydı ve çoğunluğun gözünde bu savaşın galibi Gazali oldu”

Ve Fazlurrahman şunu demektedir:

“Eğer Gazali olmasaydı bugün dünya bambaşka bir yer olurdu”

Gazali yerine İbn-i Rüşd’ün fikirleri kabul görseydi müslüman aklı mühürlenmeyecekti. Kahire Üniversitesinde felsefe kürsüsü sahibi Hassan Hanafi Gazali’nin aklı ve rasyonaliteyi eleştiren bilinmezci Eşari tutumunun siyaset anlamında tarih boyunca tüm hükümdarlara inanılmaz kolaylıklar sağladığını iddia eder. Buna karşı olabilecek bir örnek Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ün kendi döneminde Gazali kitaplarının Türkçe’ye tercümesini yasaklatmış olmasıdır. Bugün İslam ile demokrasinin bir arada olamayışının nedenleri merak ediliyor. Eşari ve Hanbeli (Selefi) düşüncenin olduğu yerde demokrasinin olma şansı yok. Demokrasinin ön koşulu insan aklının öncelikli olduğunun gerek felsefi gerek teolojik anlamda kabulüdür. Aksi halde meşru kaynak ne olacak? Aklın kovulduğu, neden sonuç ilişkilerinin meşru görülmediği bir yerde bir yasa, düzen, uygulama akılların çatışması ile meşru yoldan nasıl yapılabilir? Eğer bir insan akla ve mantığa uymayan, nedenselliği reddeden bir dünyada yaşıyorsa kaderden başka sarılabileceği dayanağı yoktur. Ülkelerin yönetimlerinde uygulanabilecek yöntemler, anayasa yazmak, yasa oluşturmak, idari yapılanma çeşitleri… Bunların tümü içtihat kapısı (yani yeni doktrinler ve hükümler ekleme kapısı) 13. yüzyılda kapanmış Sünni İslamla nasıl mümkündür?

Anayasa 13. yüzyılda yazılmıştır, yasalar oluşturulmuştur, devlet idaresi üzerinde çalışılmasına gerek olmayan bir şeydir bu durumda. Oysa siyaset bilimi ve hukuk her geçen gün daha da gelişen bilimlerdir. Bu gelişmeden uzak kalmak ve siyaseti, hukuku 13. yüzyıla hapsetmek demokrasiyi imkansız kılar. Demokrasi olmadan medenileşme, gelişme, kalkınma, ilerleme ve adalet de var olamaz. Eşari etkiyle şekillenmiş İslam, namazda devlet başkanı ve kölenin aynı safta durarak ya da kabede tavaf sırasında tümünün aynı ihrama girerek eşitlendiğinden; bu İslam türünün insanları eşitleyen bir din olduğundan bahseder. Oysa bu İslam türünde kadın ve erkek ayrı haklara, inanan ve inanmayan ayrı haklara sahiptir. İnsanları eşit görmez. İnsanların eşit olmadığı yerde demokrasinin oturması mümkün değildir.

Bugün bütün İslam ülkelerinin anayasalarında dahi inanç ya da resmi inanç adına yapılan insan hakları ihlalleri ve özgürlük kısıtlamaları vardır. 1990 yılında Kahire’de yayınlanan İslamda insan hakları deklarasyonun evrensel insan hakları deklarasyonu ile arasındaki farkları çıkardığımızda insan hakları ihlali olan maddelerin “bunlar Allahın vahiyleridir” şeklinde açıklandığını görüyoruz. Şeyhül El Ezher, yani Mısırdaki meşhur El Ezher Üniversitesinin şeyhi olan ve Sünni İslamın en yetkili mercii olarak görülen Muhammed Said Tantavi 2000 yılında Suudi Arabistanı dünyada insan haklarını en iyi koruyan ülke olarak göstermiş; gerekçe olarak da;

“Allahın kanunları ile insan haklarını koruyorlar, onlardan iyisi olamaz”

demiştir. Gazali’nin dolaylı etkilerinin dışında doğrudan etkileri de hala devam etmektedir İslam dünyasında. Bir kaç on yıl önce Pakistan’da fizikçilere sebep/sonuç ilişkisini inkar etme eğitimleri verildi. Çocuklara derste:

“oksijen ve hidrojen birleştiği için su oluşur”

demek yerine

“oksijen ve hidrojen bir araya gelince Allah suyu yaratır”

demeleri telkin edildi. Gündelik hayatta ve temel bilimsel çerçevede nedenselliğin reddi insanları gerçekliğin reddine götürür. 1990 Yılında Suriye’de Sadık Celal El Azm isimli felsefeci, kasıtlı olarak “sünni islamın kutsal kabul edilen kaynaklarını kullanarak islama göre dünyanın düz olduğunu ve güneşin etrafında dönmediğini, dolayısıyla gerçekte de dönmediğini” anlatan bir kitap yazdı ve El Ezher’den buna reddiye vermelerini istedi. Sünni İslamın kalbi olan kos koca El Ezher’den hiç kimse El Azm’a karşı çıkamadı. Hizbuttahrir örgütüne göre bütün doğal felaketler Tanrının cezalandırmasıdır bu yüzden doğal felaket sigortası yaptırmak haramdır. Hatta “eceli geldiğinde Allaha karşı çıkmak olmaz” diye otomobillerde emniyet kemerine bile karşı çıkarlar. Şunu anlamalayız ki; İslama yerleşmiş bir kelime olan “İnşallah” basit bir sözden ibaret değil çok ciddi bir dini doktrindir. Suudi Arabistan’da hemen hemen herkes petrol zengini olmalarını:

Doğru yolda oldukları için Allahın onlara lütfu

olarak algılar. Pakistan’ın Taliban kontrolündeki bölgelerinde çocuk felci aşıları “ecel gelirse önünde kimse duramaz bu aşılar ecele müdahale ediyor” gerekçesi ile ulema tarafından haram kabule edildi.

BÖLÜM 7: ENKAZ- MÜSLÜMANLARIN KENDİ İFADELERİ

İslam Toprağından akın akın kaçıp varabildiklerinde “Yeryüzündeki Cennet” dedikleri “Kafir Avrupa” toprağına ulaşabilmek için canlarını hiçe sayan Müslüman Sığınmacılar.

Bugünkü İslam anlayışı aynı zamanda baştan sonra komplo teorileri ile doludur. Komplo teorilerine inanmak İslam kültürünün parçası haline gelmiştir. 2004 Yılında üst düzey Suudi bir yetkili televizyonda:

“Noelde zinacılar ve kafirler küfre daldıkları için Allah onları tsunami ile kahretti”

Şeklinde bir açıklama yapmıştır. Yine Katrina Kasırgası da Allahın Amerika’yı cezalandırmasıdır, hemen hemen bütün Arap basınına göre. 2005 Yılında 90 bin kişinin öldüğü Pakistan Depremi de günahkar Müslümanların cezalandırılması olarak görüldü. 2009 Yılında Mısır’da bir gazete:

“Yahudiler gıda maddelerine kanser şırıngalayıp müslümanlara satıyor”

Haberi yaptı. 2008 Yılında Hamas TV:

“Bilim adamları AIDS’in çaresini peygamberin hadisinden buldu”

Şeklinde haber yapmıştır.

— Saddam değil onun dublörü asıldı,
— Tom ve jerry yahudilik propagandası yapıyor,
— Danimarkalı kadınların %54'ü babasının kim olduğunu bilmiyor,
— Batıda kadınlar köpeklerle ve eşeklerle evleniyor vs.

Bunların tümü “yetkili merciler, gazetlerin, kişilerin” açıklamalarıdır ve bunlara ciddi ciddi kitleler halinde inanıyor insanlar.

Bugün bir çok arap kendi medeniyetlerinin bir enkaz olduğunun farkında. Ve tarih boyunca bu sürekli sorulageldi… Neden böyle oldu? Bir zamanların ihtişamlı İslam dünyası nasıl bu hale geldi? 2005 Yılında Nobel edebiyat adayı olan Suriyeli şair Ali Ahmed Said:

“Bugün Araplara ve diğerlerine bakıyorum Araplar kendini yok etmek üzere, bu dünyaya hiç bir katkıları da yok”

Şeklinde beyanda bulundu. Tunuslu düşünür Abdulvahhab Meddeb:

“Avrupa, Japon, Çin, Amerikan, Hint ve İslam medeniyetlerinin insanlığa katkısına bakıyorum… İslam medeniyete ne vermiş? Belki sadece sufizm… Onun dışında hiç bir şey yok. Yeni bir yöne sapmadığı sürece İslam Medeniyeti yok olmaya mahkumdur.”

şeklinde yazdı. Mısır Müftüsü Dr. Ali Gum yazdığı kitapta peygamberin idrarını ve terini içmenin helal olduğunu belirtmiştir. Bugün Mısır’da fetva meclislerinde “yetişkinlerin emzirilmesinin günah olup olmadığı” tartışılmaktadır.

Malezya İslam Üniversitesinin yaptığı araştırmaya göre;

— İslam Ülkelerinde ortalamada her 1000 kişiye 8.5 bilim adamı, mühendis ve teknik eleman düşmektedir

— Bu oranın dünya ortalaması 1000 kişiye 40.7'dir.

— OECD ülkeleri için 1000'de 139.3'tür.

— Sadece Hindistan ya da İspanya tek başına 46 islam ülkesinin toplamından daha fazla bilimsel yayın yapmaktadır.

— Pakistan son 43 yılda sadece 8 tane uluslararası patent alabilmiştir.

— Güney kore bir milyon kişi başına 144 bilimsel makale üretirken bütün Arap ülkeleri bir milyon kişi başına sadece 26 bilimsel makale üretebilmektedir.

— 1980–2000 yılları arasındaki 20 yıllık sürede sadece Güney Kore’nin 16.328 bilimsel patenti; bütün Orta Doğu Arap ülkelerinin ise toplamda sadece 370 patenti vardır. Bu 370 patentin bir kısmı da Orta Doğudaki gayrimüslümlere ve yabancı yerleşimcilere aittir.

Bu içler acısı durum Batı Bilimi yerine İslam Bilimi sloganlarıyla ve ülkelerin İslamcı politikaları ile daha da derinleşmektedir.

Bu enkaz sadece bilimsel alanda değildir elbette. Arap dünyası insani gelişim, eğitim, sağlık, GSYİH gibi alanların tümünde listelerin en sonlarındadır. 2002 Yılı verilerine göre bütün Arap ülkelerinin toplam GSYİH değeri 531 milyar dolar ile 595 milyar dolarlık bir tek İspanya’dan bile düşüktür. Eğer petrol ihracatı düşülürse bütün arap ülkelerinin ekonomik toplamı sadece Finlandiya kadar bile değildir. Arap coğrafyası bütün petrol kaynaklarına rağmen ekonomik büyüme oranlarında 1975'ten beri sadece Sahara altı Afrikasını geçebilmiştir. Unesco istatistiklerine göre 1991 yılında bütün Arap dünyası sadece 6500 kitap üretebilmiştir. Bu rakam Kuzey Amerika’da 102.000 ve Güney Amerika’da 42.000'dir. Son olarak Halife Memun’dan beri Arapçaya tercüme edilen toplam kitap sayısı kabaca 10.000'dir ve bu rakam sadece İspanya’nın bir yılda çevirdiği kitap kadardır.

BÖLÜM 8: İSLAMCILIĞIN KAYNAKLARI

Halife Memun’dan bugüne kadar epeyce zaman geçti. Bugünkü 1.5 milyarlık islam dünyası 20–30 milyonluk Abbasi dönemi Müslümanlarının ürettiği kadar bile bilim ve yaratıcılık üretemiyor. Moğol akınları ile çöken İslam medeniyeti Osmanlı Devletinin yıkılışı ile bir kez daha çöktü. Ve bu çöküşler sorgulanmıyor. Küçük Kaynarca Antlaşması ,1798'de Napolyon’un Mısırı işgali ile çöken ve ardından Birinci Dünya Savaşı ile bütünüyle yenilen Osmanlıdan geriye sömürgeleşmiş Orta Doğu kaldı. İslam Medeniyeti neden yenildi? Müslümanların da bu soruya cevapları var. Bunlardan önden geleni:

İslami düşünce bozuldu, gerçek İslam uygulanmaz oldu ve bu çöküşü getirdi. Bu yüzden İslam dünyası batıdan bilim ve düşünce, felsefe almalıydı bunun için de İslamda bir reforma ihtiyaç vardı. Birçok reformist var ve bunlara karşı çıkan ortodoks ulema takımı da var bugün. Ancak bu ulema takımı hiç bir şeyi sorgulamıyorlar. Biz kimiz? Bu elektrik, bilim, teknik, demir yolları, arabalar ve uçaklar nereden geliyor? Kim bulmuş, nasıl bulmuş? Sadece kullanıyorlar. Hiç merak etmiyorlar.

El Afgani, İslam aleminin geriliğini Müslümanların dinden, inançtan ve ibadetten uzaklaşmalarına bağlıyor. Ona göre İslamın bilimden ve felsefeden uzaklaşmış olmasının geri kalmışlıkla alakası yok, bu sonucu Allah dinden uzaklaşan müslümanları cezalandırmak için yarattı. Tek kurtuluş da dine daha fazla sarılmak. Hanbeli ve Eşari dinlerine. Dünyanın dört bir yanında bugünün islamcıları hala daha 1924'te halifeliğin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırılmış olmasının şokunu yaşıyorlar. Elbette İslam dünyasının çoğu kısmı kabul etmiyordu ancak halifeliğin kaldırılmış olması ile Sünni İslam dünyası müslüman kardeşler gibi örgütleri islamın temsilcisi sayarak onların eline düştü. Müslüman Kardeşler gibi İslamcılar İslam dünyasının geçen yüzyılda yenilgilerden sonra aşağılanmış olmasının müslümanların hafızasında açtığı yaraları kullanarak, Müslümanların içindeki o aşağılanmışlık duygusunu sömürerek halifeliği yeniden tesis etmeye çalışıyorlar. Onların İslam Enkazına dair açıklamaları da yukarıda bahsettiğimiz gibi, Müslümanlarda imanın kaybolması ve zayıflaması.

Seyyid Kutup da bunlardan biridir. Bugünkü Radikal İslamın modern dönemdeki ideolojik babası. Ona göre Halifelik İstanbul’daki Yahudiler tarafından kaldırıldı. Seyyid Kutup 1949–1950 yıllarında Amerika’da yaşar ve Amerikayı Materyalist Düzen olarak tanımlar. Ona göre bütün batı alemi sapkınlık içindedir ve bunun sebebi de materyalizmdir. Bu nedenle bütün batı dünyasına kin ve nefretle bakar. Çözümün İslam olduğunu ve batının bu rezillikten kurtulabilmesi için müslümanlar tarafından bir dava güdülmesi ve cihat yapılması ama öncelikle halifeliğin yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyler. 1966 Yılında Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır tarafından asılır. Seyyid Kutup islam dünyasına büyük etki bırakır. İran lideri Humeyni bile şii olmasına rağmen Seyyid Kutup kitaplarını farsçaya çevirtmiştir.

İslamcılık bir din değil ideolojidir. Araplar komünizmi ya da faşizmi kabullenemediler ancak İslamcılık onları büyüledi. Seyyid Kutub’un akıl hocası selefi Mevlana Mevdudi:

“İslam aslında sosyal hayata ve sosyal düzene alternatif sunan bir ideolojidir, cihat da İslamcının devrimidir”

demiştir. Seyyid Kutub, Hasan El Benna ve Mevlana Mevdudi gibi Müslüman Kardeşler ideolojisini yaratan yakın dönem Selefi alimleri ve onların yarattığı Bin Ladin, Şeyh Ömer Abdulrahman gibi cihatçı liderlere göre:

Büyükçe bir yıkım yaşanmadan islam selefi köklerine geri dönemez, islam adına işlenen suçların tümü kutsal bir dava uğrunadır, bu dava dünyadaki bütün adaletsizlikleri bitirecek olan Allahın davasıdır, mücahitler için ilahi bir ödül vardır, Tanrının yeryüzündeki krallığı yeniden inşa edilmelidir, İslam sadece kendi bölgesini değil bütün dünyayı içinde olan her şeyle birlikte istemektedir ve alacaktır, İslam Medeniyeti seküler batı demokrasilerinin antitezidir, İslamın bugünkü mücadelesi geçici değildir ve mutlak hakimiyete kadar sürecek bir savaşın başlangıcıdır, cihatın anlamı son kaleyi de alana kadar savaşmaktır, bütün kafirlerden nefret edilmelidir, demokrasi şeytan icadıdır, demokrasi bir dindir ama Allahın dini değildir, İslamda demokrasi olmaz; kuranı eğip bükerek İslamda demokrasi varmış gibi davranmayın, demokrasi şirktir ve haramdır; müslümanlar, kafirleri nerede görürse görsün öldürmelidir, Amerika Şerr-i Mutlaktır ve ABD’nin kafir demokrasisi yok edilmelidir. Bu uğurda terör, katliam, toplu katliam ve her türlü ahlaki cinayet meşrudur.

Tüm bunlara rağmen malesef bugün islamda reform fikirleri sadece Avrupa’da dolanırken İslam dünyasından içeri giremiyor. Müslümanlar reformun varlığından ve gerekçelerinden bihaber yaşıyorlar, sorgulamıyorlar.

BÖLÜM 9: MÜSLÜMANLARIN KRİZLERİ: MODERN DÜNYAYA DAHİL OLUP BİR YANDAN DA İNANCIMIZI KORUYABİLİR MİYİZ?

Usame Bin Ladin’in bu soruya cevabı elbette:

“Hayır koruyamayız, bu yüzden seküler moderniteyi yok ederek islam halifeliğini kurmalıyız.”

olmuştur.

Bugün Türkiye, Endonezya, Malezya ve Hindistan Müslümanları dışında modern dünyaya girme talebi olan başka hiç bir İslam ülkesi yok. Artık İslam dünyasında birinin Thomas Aquinas’ın Hristiyan dünyası için yaptığını yapması gerekiyor. Ya da 21. yüzyıl Müslümanları bütün dünyadan nefret eder bir halde dünyaya ayak bağı olarak yaşamaya devam edecekler. Üçüncü bir yol yok maalesef. Orta Çağdaki Mutezile ve filozoflar dönemindeki zihniyeti tekrar edinmezse İslam dünyası daha fazla şey kaybedecek. İslam dünyası yüzyıllar önce kendi özünden kovduğu ve dışladığı aklı tekrar bulmalı ve tarihin gördüğü bu en büyük entelektüel dram artık sonlanmalıdır.

Originally published at https://eksisozluk.com (29/11/2015)

--

--