
Piyasa koronavirüs komplo teorilerinden geçilmezken vatandaş koronavirüs ile ilgili hakikati; yani tüm alternatiflerinin içinde gerçeğe en yakın bilgiyi nereden ve nasıl öğrenecek? Bu yazının çıkış noktası bu sorudur. Nasıl ki uçakta uçmak için pilot olmanıza, domates yiyebilmek için çiftçi olmanıza gerek yoksa koronavirüsün ne olup ne olmadığını anlayabilmek için de biyolog, mikrobiyolog, patoloji uzmanı ya da virolog olmanıza gerek yok. Ben de bunların hiçbiri değilim zaten. Size koronavirüsün protein yapısından, konak hücrelerinden, geçirdiği mutasyonların tarihinden ya da insan hücresine bağlanma mekanizmasından falan da bahsetmeyeceğim ki zaten bilmiyorum. Ben sadece birazcık bilim felsefesi ve biraz da bilimsel makale yazma usulünü bilirim. Bu yüzden internet dünyasındaki bilgi kirliliğinin içinden sıyrılmanın yöntemleri üzerine düşünerek sizinle birlikte bir çıkış yolu keşfetmeye çalışıyorum.

Aslında her komplo teorisi bilimsel yöntemle ispatlanmamış bilimöncesi bir iddiadır; ispatlayabilirseniz bilime dönüşür. Örneğin, koronavirüsün kaynağı ne olabilir? Piyasadaki teorilerden ve benim uydurduğum teorilerden bir demeti inceleyelelim:
— Acaba koronavirüs birilerinin dediği gibi Amerika tarafından -dünyayı domine etmeye başlayan Çin’in ekonomisini yok etme amacıyla- laboratuvarda mı yaratıldı? Sonra Wuhan’da bir balık pazarında sağa sola serpilerek salgının o bölgeden başlamasına mı neden oldu?
— Aslında virüs falan yok ama yeni çıkan 5G Teknolojisi mi bütün bu curcunanın sebebi?
— Yoksa Çin, nüfusun %3'ünü katledip diğerlerinin korkudan devletin sağlık imkanlarına ve dolayısıyla devletin kendisine sığınması suretiyle koronavirüsü yaratarak dünyayı bir tür Dijital Diktatörlüğe mi hazırlamak istedi?
— Ya da yaşlılardan ve kronik hastalardan nefret eden bir patoloji laboratuvarı sahibi mi üretti bu virüsü?
— Veyahut Çin’in sürekli artan nüfusundan ve Çinlilerden nefret eden bir ırkçı bilim insanının işi mi bu?
— İllüminati mi yaptı yoksa Rockefeller ve Soros ortaklığında dünya nüfüsunu biraz azaltmak için mi yapıldı?
— Ya da veganlar, hayvan endüstrisinde “meta” muamelesi göre esaret altında doğup büyüyüp kesilen çiftlik hayvanların intikamını mı almak istediler insanlıktan?
— Allah, insan nüfusu çoğalmasın diye yarattı bu virüsü??!!

Komplo Teorilerinin sonu yok, çünkü komplo teorisi oluşturmak bedava. Üstelik yarattığınız komplo teorilerinden biri ileride bir gün hafiften tutarsa sizi meşhur bile edebilir.
Birileri uhd çekim yapma özelliğine sahip web kamerasını bilgisayar ekranının tepesine takarak karşısına geçip sağdan soldan derlediği bir takım iddiaları; 2015'te yayımlanmış bilimsel bir makalede geçen laboratuvarda yapay coronavirus mutasyonu olayını, Kore’de 2018 yılında çekilmiş bir dizideki Coronavirus diyaloğunu, 2011 yılında ABD’de çekilmiş bir virüs salgını filmini falan referans göstererek kendinden emin bir üslup ve vücut dili ile anlatabilir, sonra konuşmalarının arasındaki boşlukları kesmek suretiyle vidyosuna klas bir ayar çekebilir ve bu vidyoyu youtube’a yükleyebilir. Ancak bunların hiçbiri bilim değildir. Çünkü bu olaylar dizisinde Bilimsel Yöntem yok. Ve bilim yapmak oldukça meşakkatli bir iştir. “Bilim Adamı” titrine sahip olanların bile belki en fazla % 5-10'unun falan sahip olabileceği bir süper güçtür.

MODERN DÜNYAMIZDA BİLİM NASIL ÇALIŞIR?
Unesco’nun 2013 raporuna göre dünyada 7.8 milyon bilim insanı vardı. Bu sayı şu anda 9 milyon civarıdır diye tahmin ediyorum. Yani şu anda dünyada 9 milyon insan üniversitelerde, laboratuvarlarda, araştırma enstitülerinde, şirketlerde ya da bireysel anlamda kendi başına bilim yapmaya çabalıyor. Peki bu 9 milyon insanın ürettiği bilgiler, keşifler, icatlar,teknolojiler, patentler, ilaçlar, tedavi yöntemleri, üretim yöntemler, teoremler, kuramlar, yasalar, istatistikler, vaka incelemeleri neredeler?
Ticari değeri olan ve firmaların ya da şahısların saklı tuttuğu formülleri, yazılım kodlarını ve patentleri saymazsak geri kalan bilgilerin tümü Bilimsel Dergilerde yayımlanıyor. Evet, bizim bugün bilim dediğimiz şey; bilimsel akademik dergilerde yayımlanan makalelerdir. Aslında aşağı yukarı 250 yıldır bu böyle. Bunu meşhur bir örnek ile açıklamak gerekirse eğer, Albert Einstein meşhur özel görelilik kuramını 1905 yılında bir makale olarak Annalen Der Physik adlı dergide yayımlamıştır. Makalenin Almanca orijinal metni burada ve buradan da Einstein’ın diğer bilimsel yayınlarına ulaşabilirsiniz. Annalen Der Physik dergisi Almanya’da 225 yıldır yayımlanıyor.

Peki bugün dünyadaki 9 milyon bilim insanının hepsine Einstein muamelesi mi yapacağız? Her söylediklerine eyvallah mı çekeceğiz? Elbette hayır. Ama önce “bilimsel makale” nedir onu bir anlamaya çalışalım…
Bugün bilimin çalışma yöntemi makaleler üzerindendir. Ama bilimsel makaleler “aklıma bir şeyler geldi dur onu şuraya yazayım hop dergiye göndereyim onlar da hemen yayınlasınlar” şeklinde yazılmaz. İyi bir makale çoğu zaman denizaşırı bir ülkedeki dergide yayımlanır; ve yayımlanmadan önce en az 3, bazen 5–7 ve hatta daha fazla hakemin eleştirisine ve onayına sunulur. Bu hakemlerin biri İspanya’da biri İngiltere’de biri İran’da ve biri de Hindistan’da olabilir. Ortak özellikleri kaliteli dergilerde makale yayımlayabilecek yetkinlikte olmalarıdır, zaten bu yüzden hakem yapılmışlardır.
Bilim, çoğu zaman üst üste biriken bazen de birbirinin üstüne çıkan bilgilerdir. Bu bilgiler bazen kendinden öncekini büyütür bazen de kendinden öncekini yanlışlar. Ama yanlışlanan bilgi de o bilimin tarihine bir kayıt olarak geçmiş olur: dolayısıyla bilim birikerek ilerler. Bilimsel bir bilginin nasıl oluştuğunu ve biriktiğine örnek vermek gerekirse; mesela bağışıklık üzerine çalışıyorsunuz, bağışıklığa dair bilimsel literatürü (yani daha önceki ve halen faal olan bilim insanlarının bulgularını ve tezlerini) taradınız ve bir eksik fark ettiniz. Bu yüzden hem insanlar hem de çeşitli hayvanlar üzerinde belirli yöntemlerle deneyerek sarımsağın bağışıklık sistemini güçlendirdiğini buldunuz; makalenizi derginin hakemleri yayımlanmaya değer buldu ve yayımlandı. Daha sonra başka biri bu alandaki bilimsel literatürü tararken diğer makalelerin yanında sizin bu bulgunuza da atıf yaparak bağışıklık sistemini güçlendiren besinler üzerine bir derleme makalesi yazabilir. Bu durumda size yaptığı atıf ile sizin bulgunuzun yani makalenizin değeri artar.
Ya da sizin bulgularınızın yanlışlanması yoluyla atıf yapmaya örnek vermek gerekirse; çeşitli deneyler yaptınız ve manganez oranı şu kadar arttırılmış çelik alaşımının çekme dayanımının şu kadar azaldığını farkettiniz. Bunu hemen makale formatına getirerek bir dergiye gönderir ve hakemlerle boğuştuktan sonra yayımlatırdınız. Sonra biri aynı meselede sizden daha fazla ve daha doğru düzeneklerle deney yapar ve manganez katkısının aslında çeliğin dayanımını azaltmadığını; tam tersine arttırdığını iddia edebilir. Bu durumda sizin makalenize atıf yaparak, sizin makalenizden bulguların yanlışlığını gösterir. Yanlışlıyor da olsa makalenize yapılan her atıf makalenizin kıymetini arttırır.
Bilimin çalışma şekli bugün artık böyledir. Ama her bilimsel dergide yayımlanan makale değerli midir? Elbette hayır. İyi dergiler var ve kötü dergiler var dünyada. Ne yollarsanız yollayın parasını ödediğinizde yayımlayan dergiler de var veyahut arkadaşının makalesini sorgusuz sualsiz yayımlayan dergi sahipleri/editörleri de var. Bu durumda hangi dergilerin kaliteli ve hangi dergilerin de daha az güvenilir olduğunun önemi ortaya çıkıyor.
İşte bu yüzden Bilimsel Makalelerin yayımlandığı dergilerin saygınlık düzeyini ve kalitesini belirleyen bir sistem var. Bu sistemin teorisi 1964 yılında Eugene Garfield tarafından ortaya atıldı ve bugün Türkiye dahil dünyanın her yerinde üniversitelerdeki profesör atamaları dahil bu sistemden elde edilen verilere referansla yapılmaktadır.
Kayda değer bilimsel yayınların/makalelerin yayımlandığı dergileri bünyesinde indeksleyen/dizinleyen 3 adet yüksek kalitede veritabanı sistemi var. Bunlar:
1- Science Citation Index: 1964 Yılında kuruldu
2- Web of Science : 1997 yılında kuruldu
3- Scopus : 2004 yılında kuruldu
Eğer bu veritabanlarında taranan dergilerde makale yayınlatmayı başarabilirseniz dünyanın her yerinde akademik olarak saygın bir bilim insanı olarak görülürsünüz. Tabi bu indekslerin dışında Google Scholar, Citabase search, Citaseer, cinii vs. gibi bir dünya veritabanı ve bilimsel arama motoru daha var. Ancak bu indekslerde yayımlanan makalelerin kalitesi konusunda kimse size her hangi bir taahhütte bulunamaz. Bugün dünyada bilim demek Scopus’ta Science Citation Index’te ve Web of Science’ın dizinleri olan:
Science Citation Index Expanded (SCIE) — 9200 Bilimsel dergiyi tarar
Social Science Citation Index (SSCI) — 3400 Sosyal bilimler dergisi
Arts and Humanities Citation Index (AHCI) — 1800 Sanat/beşeri dergi
Emerging Sources Citation Index (ESCI) — 7400 Gelişmekte olan dergi
Veritabanlarında taranan dergilere makale kabul ettirebilmektir. Ve artık yazılan kitabı Book Citation Index’te dizinletebilmek ya da konferans bildirisini Conference Proceedings Citation Index’de dizinletebilmek de bilim yapmak anlamına gelecek görünüşe göre.

“Science Citation Index” kavramının motamot Türkçe çevirisi bilim atıf dizinidir. Kavramın çıkış noktası çok basit: Bir makale camiada ne kadar büyük olay yaratıyorsa o kadar kıymetlidir. Yani sizin elinizde bir takım bilimsel bulgular var ve bu bulguları kullanarak bir makale yazdınız diyelim. Ve kimse sizin makalenizi atıf yapmaya değer bulmadı. Bu durumda sizin makalenizdeki bulgular ve bu bulgular üzerinden yarattığınız tezler büyük ihtimalle kıymetten yoksundur.
Sonuç olarak bir derginin kaliteli olup olmadığını; yani Oxford, Harvard, MIT, Cambridge, Yale, Sorbonne vs. gibi iyi okullardaki akademisyenlerce kayda değer görülüp görünmediğini şu linkteki Master Journal List arama motoru ile aratıp kontrol edebilirsiniz: https://mjl.clarivate.com/home
Mesela Türk Tarih Kurumu’nun 1937'den beri düzenli olarak yayımlanan meşhur dergisi “Belleten” bu dizinde taranıyor, arattım ve buldum; yani bu dergi iyi bir dergidir ve bu dergide makalesi olan akademisyenler iyi akademisyenlerdir. (Tabi makaleleri kendileri yazmışlarsa öyledirler. Türkiye biliyorsunuz bugün, başkasının sırtından geçinen ve başkasına yazdırılan makalelerle akademik unvan alan profesörler cennetidir).

Tabi burada belli bilimsel disiplinlere haksızlık etmemek lazım. Mesela Türkiye’de Hukuk Disiplininin SSCI’de taranan bir dergide makale yayımlayabilmesi oldukça zor. Zira Türk Hukuk Literatürü büyük oranda Türkiye’ye özgü lokal bir literatür alanı.O yüzden küresel bilim camiasının ilgisini çekemez; onlardan atıf alamaz ve bu yüzden hukuk dergileri diğer dergiler kadar kolay şekilde Master Journal List’e giremez. Ama Tıp Bilimleri, Mühendislik Bilimleri ve diğer uygulamalı bilimler gibi alanlar bu indekse çok daha rahat yayın sokabiliyorlar çünkü aynı deneyi dünyanın her yerinde yapabilirsin; ya da insan vücudu üzerine dünyanın her yerinde ve her dilde çalışılabilir. Bunlar Türkiye Hukuku ya da Türkiye Sosyolojisi gibi dar alanların konusu değil.
Bir de bu dergilerin sıralaması meselesi var. Yani acaba hangi dergi alanında en iyi dergidir. Bu da Scopus’un sunduğu bir hizmet. Scopus’un dergileri belli kriterlere göre değerlendirerek en iyi dergileri (ve ülkeleri)sıralayan bir sistemi var:
SCIMAGO JOURNAL&COUNTRY RANK
(SCIMAGO dergi ve ülke sıralaması)
Mesela bu sistemde en iyi “Fizik ve Astronomy” dergilerini sıraladığımızda Einstein’ın 1905 yılında meşhur makalesini yayımladığı Annalen Der Physik dergisinin bugün dünyanın en iyi 38. fizik/astronomi dergisi olduğu görüyoruz, tahminim dili Almanca olduğu için bu kadar geriye düştü:

Peki aynı sıralamayı Tıp dergileri için yapacak olursak SJR değeri en yüksek dergilere bakalım:

Tıp dergileri için bu aramayı yaptım çünkü bu listedeki dergilerden birinde iki hafta önce Yeni Koronavirus (SARS-CoV-2) hakkında bir makale yayımlandı: Link.

Koronavirüs hakkındaki bilimsel yayınları takip edecek, okuyacak ve anlayacak düzeyde mikrobiyoloji bilmiyorum; alanında iyi akademisyenler hariç kimse bilmiyor zaten. Bu makaleye de zaten bir popüler bilim yazısında denk geldim ve içeriğinden haberdar oldum. Makalenin yayımlandığı dergi dünyanın en saygın Tıp dergilerinden biri olan Medicine Nature (üstteki yaptığım sıralamada 4. sırada görünüyor). Ve bu makalede adı geçen mikrobiyologlar bu virüsün laboratuvar üretimi olmadığını; doğal olarak evrimleştiğini bulduklarını söylemişler; buna bilimsel yöntemle kanıt göstermişler. Elbette yanılıyor da olabilirler ancak; başka biri çıkıp da bu makaledeki bulguyu yanlışlayana kadar bilim bu makalenin söylediğidir.
H-INDEX
Bilim insanlarının ve bilimsel dergilerin tabiri caizse üretkenliğini ve kalitesini gösteren bir ölçüttür. 2005 yılında Jorge E. Hirsch tarafından bilimsel camiaya önerilmiştir ve bugün H-index dünyanın her yerinde akademiler için oldukça değerli bir ölçüttür. Aşağıdaki tabloya göre bugüne kadar yaşamış insanlar içinde 289 ile H-index’i en yüksek kişi Michel Foucault’tur. Aynı listede Freud 5., Nietzsche 50., Einstein 61. ve Marx da 164. sıradadır. Tabi listede hesaba bir bilim dalı olmaktan ziyade spekülatif bir alan olan felsefeyi de kattıkları için listede filozoflar da var. Ve eğer Türkiye’de ortalama bir üniversitede uygulamalı bilimlerden bir bölüm okuyorsanız sizin profesörlerinizin H-index’i 3 ile 20 arasında bir yerdedir muhtemelen. Oradan hesap edin.

Aldığınız atıf sayısı ile yayımladığınız makale sayısı belirli bir algoritma üzerinden hesaplanarak bir değere dönüşüyor. Mesela tüm yayınlarınızdan 5 tanesinin her biri en az 5 atıf almışsa sizin H-index’iniz 5 ve üstü bir değer olacak.
BİLİM NEYDİ NE OLDU?
Aristoteles, “bütün insanlar doğaları gereği bilmeyi arzularlar” der Metafizik başlıklı kitabının giriş bölümünde. Bilim, insanın bilme istencini doyurmak için giriştiği çabadır. Bu yüzden bilim yapmak her yiğidin harcı değildir. Bugün 9 milyon bilim insanı vardır dünyada ama belki bu kadar kişinin %3'ü %5'i falan gerçekten bilim yapabilen, bilme istenci yüksek kişilerdir. Çünkü bilim öyle meşakkatli bir iştir ki devlet üniversitelerinde memurlukla falan yapılmaz; sadece bilme istencinin zihinde yarattığı o dayanılmaz baskı ile yapılabilir; ve gerçek bilimci o bilimi yapmasa yerinde duramaz, adeta ölümdür gerçek bilimciye bilim yapmadan durmak. İnsanlık tarihinin en başında da böyleydi, hala da böyle.

Tabi bilme istencinin şiddeti her insanda farklıdır. Mesela dünyayı değiştiren birçok buluşa imza atan Nikola Tesla’nın saygın dergilerde akademik makaleleri yoktur ama ondaki bilme istencinin yüceliği konusunda eminim herkes hemfikirdir. Bugün en saygın dergilerde makale yayımlatabilen ama içindeki bilme istenci yeterince güçlü olmayan bir çoğunun ise bilime kayda değer bir etkisi olmayacaktır belki. Hatta bugünkü Web Of Science’da taranan dergilerde yayımlanan şeylerin belki birçoğu işe yaramaz şeylerdir ama elimizde başka alternatif yok. Eğer bugünkü bilimsel düzeni reddedersek elimizde geriye youtuber’lar ve komplo teorisyeni sahte bilimci üfürükçüler kalıyor. Bu yüzden “bilimsel bilgi” bugün dünkünden farklı olabilir. Hatta yarın bugünkünün tam tersi de olabilir. Ama; bilgiyi elde etme aygıtları olan beden ve zihin hiçbir şekilde değişmediğinden Bilimsel Yöntem de değişmeyecektir. Bu yüzden, bugünün bilimsel yöntemle elde edilmiş bilgilerine onlar başka akıllar tarafından yanlışlanana kadar “bilimsel bilgi” demeye mecburuz ve inanın her zaman diyoruz da zaten: uçağın uçma prensibini açıklayan Bernoulli Denklemine güvenerek uçağa bineceğiz; açık kalp ameliyatı tekniklerini açıklayan kitap ve makalelerde yazılan bilgiye güvenerek göğüs kafesimizin kesilrek açılmasına müsaade edeceğiz ve Newton Fiziği ile Maxwell Elektromanyetizması kuramlarına güvenerek saatte 300 km hız yapabilen hızlı trenlere bineceğiz.
Açıkçası Youtube’daki komplo teorisyenleri eğer koronavirüsün insan eliyle laboratuvarda yapıldığını iddia ediyorlarsa bunu öncelikle Nature Medicine dergisinde yayımlanan söz konusu makaleyi yanlışlayarak yapmalıdırlar. Bunu yapmak için de söz konusu makaleye atıfta bulunmalı ki herkes görebilsin bu süreci. Bunu yapmaya gücü yetmeyenlerin ürettikleri komplo teorileri deli eğlencesi olmaktan öteye gitmeyecektir.
DOĞRU BİLGİNİN ÖLÇÜTÜ PROBLEMİ
(Demarcation Problem)
Bilim Felsefesinin temel problemlerinden biri olan Bilimselliğin Ölçütü Sorunu (İng. Demarcation Problem) kısaca şu soruya cevap arar: Neye bilim diyeceğiz ve neye bilim demeyeceğiz? Yani burada sabahtan beri konuştuğumuz meselenin yüzyıllardır tartışılan halidir. Bu soruya:
Bir hareketi on kere ya da yüz kere falan denerim, gözlemlerim ve her seferinde aynı sonucu veriyorsa bu durumda bu hareketin nasıl oluştuğunu neden sonuç ilişkileri ile anlatır ve buna “bilimsel bilgi” derim. Mesela 6 ay mekik çektikten sonra karın kaslarını gözlemleyip “mekik çekmek karın kaslarını geliştirir” demek bir bilimsel bilgi üretmektir.
diyenler oldu. Daha sonra:
Bir hareketi istediğin kadar dene, gözlemle ve her seferinde aynı sonucu veriyorsa bu durumda hareketin nasıl oluştuğunu neden sonuç ilişkileri anlat ama buna bilimsel bilgi demeden önce “ne olursa bu teori çökecek” onu da yazına ekle. Mesela 6 ay boyunca mekik çektin ve karın kaslarında bir gelişme gördün. Mekik çekmenin karın kaslarını geliştirdiğini bilimsel bilgi kabul etmeden önce “yanlışlanabilirlik” kriterlirini belirlemen gerekiyor: Hangi durumda, hangi ispat yapılırsa “mekik çekmek karın kaslarını geliştirir” iddiandan vazgeçersin? Böyle bir vazgeçme mekanizman yoksa söylediğin şey bilimsel bilgi değildir.
dediler. Daha sonra:
Bilim olanla bilim olmayan arasındaki sınır kurumsaldır. Bilimsel bilgi, bilgi işçisi diyebileceğimiz bir grup (alanında otorite) bilim insanının “bu bilimsel bilgidir” dedikleridir. Buradaki anahtar kavram “camia”. Her bilim/anabilim dalının bir camiası vardır ve bu alandaki hakikatin ne olduğu bu camiadaki otoritelerin elindedir. Karşıt bilimsel görüşler arasında tıpkı siyasette olduğu gibi bir iktidar mücadelesi vardır ve daha güçlü olan yeni görüş eski görüşü alt ettiğinde olağanüstü bir durum yaşanarak “paradigma” değişmesi olur. Bundan sonra bilim bu yeni pradigmanın malıdır; ta ki yeni bir paradigma ortaya çıkana kadar. Yani neyin bilim olduğu ve neyin bilim olmadığı “camia”nın tekelindedir ve camianın sosyal ve psikolojik süreçlerinin çıktısıdır.
dediler.
Bana göre bilimin ne olduğu ve doğru bilginin ölçütünün ne olduğu hala daha bulunabilmiş değil; pozitivizmin, mantıkçı pozitivizmin, Popper’ın ve daha sonra gelen Kuhn ya da diğer postmodern bilim felsefecilerinin tamamının “bilim” tanımı eksik. Ama her zaman dünyada bilimsel camialar oldu. Ve bu camialar çoğu zaman sıradan insanlara göre doğruya daha yakın şeyler söylediler.
En nihayetinde insanlık, tarih boyunca neyin bilim olduğunu ve neyin bilim olmadığını epeyce tartıştı. Bilim Felsefesi bu konuda bugün artık öyle bir noktaya geldi ki; marsa roket gönderen, atomu parçalayıp proton çarpıştıran ya da kalp naklini başarılı biçimde yapan mevcut yöntemler bile yeterince HAKİKAT kabul edilmiyor. Öbür yandan bugün insanlar youtube’da komplo teorisi kasanların anlattıklarına en gerçek bilgi muamelesi yapıyorlar. Bilmem aradaki farkı yeterince belirgin biçimde ifade edebildim mi?
BİLİMSEL YÖNTEM

Bilimi bir “ideoloji” olarak gören “Bilim Karşıtları” için:
Nesnel bir bilimsel yöntem yoktur. Objektif doğru yoktur. Doğru-Yanlış Ayrımı yoktur. Hatta her şey, kim ne söylerse söylesin bilimdir çünkü bilim bir söylenceden ibarettir. Bilimin bir yöntemi ve ölçütü yoktur. Her kültür ve her Ulus kendine has bir bilim uğraşı yaratabilir ve Birinci Dünya Bilimi diğer kültürlerin bilimlerinden üstün olmak zorunda değildir. Mesela Afrika’daki kabilelerin bilimi bile belki de Avrupa biliminden daha üstündür.
Bunları söylerken kendi süper zekasını kullananlar; aklın işe yaramazlığını da kendi aklı ile bulmuşlardır; kendi aklı ile bu sonuca ulaşmışlardır. Halbuki eğer akıl işe yaramaz bir şey ise, kendi aklı ile ulaştığı bu “işe yaramazlık” sonucu da işe yaramazdır. Bu da döngüsel bir safsata oluşturur: Circular Reasoning Fallacy.
Oysa, bilgiyi elde etmede kullanabileceğimiz tüm sermayemiz duyu organlarımız ve zihnimizden ibarettir. Mesela deney, gözlem veya deneyimle elde ederiz bir bilgiyi;
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ve duyu organlarından biri olan gözle şu anda masanın üzerine bir kalem görmüşsen o kalemin şu anda masanın üzerinde olduğu bir bilgidir. Veya hiç duyu organlarını hesaba katmadan akıl yürüterek 2+2=4 bilgisine ulaşırsın. Bir diğeri mantığını kullanmaktır: Eğer A, B’den büyükse ve B, C’den büyükse bu durumda A da C’den büyüktür. Yahut benzeterek bilgi elde edersin; farklı bir ülkede daha önce hiç görmediğin bir sebze gördün ama görüntü olarak biraz biberi andırıyorsa o halde bu sebzenin biber gibi olduğu bilgisine sahip olursun. Ve bilgi elde etmenin yöntemleri aslında bilimsel çalışmanın da temelleridir. Bilim gündelik basit bilgilerin elde edilişinde kullanılandan farklı aygıtlar kullanmaz: bilgi elde ederken her zaman sermayemiz beden ve zihindir; sadece biraz daha karmaşık yöntemler kullanır.
Yani Bilimsel Yöntem dediğimiz şey aslında her insan için en basit şeyleri bile bilmenin de yöntemidir. Bugün bilimsel bir makale yazdığınızda iyi hakemlerin görmek isteyeceği esas bölüm sizin makalenizin “metodoloji”sidir. Nasıl bir yöntemle buldunuz bulguları ve ulaştınız bu sonuca? Acaba ölçümünüzde hesaba katılması gereken bütün etkenleri hesaba kattınız mı? Deney düzeneğini doğru biçimde kurdunuz mu? İstatistiki Analizlerinizi doğru yöntemlerle yaptınız mı; örnekleminiz yeterli miydi? Felsefi bir araştırma yöntemi izlediyseniz literatürü ve literatürde bu konuda dikkat çeken fikirleri yeterince taradınız mı? Nicel araştırma yaptıysanız; saha araştırmasında doğru soruları sorabildiniz mi? Vaka incelemesi yaptıysanız vakanın özellikleri modelleme için uygun mu?
Bugün herkes dünyayı bir şekilde tanımlamaya çalışıyor: Postmodern, Post-Postmodern, Post-Human, Post-Truth dünya gibi… En nihayetinde insan dediğimiz varlık memeli bir hayvan gövdesinin içinde her nesilde sürekli gelişip duran bir zihindir. Bu zihne güveneceğiz biz ve bu gövdeye de güveneceğiz. Güvenmeyeceğimiz kişiler işte bu zihni ve bu gövdeyi; en önemlisi de yaratmayı ve bu dünyayı anlama çabasını aşağılayanlardır. Onlar hem doğayı hem de doğanın milyarlarca yılda yarattıklarını, en önemlisi de düşüncenin kendisini aşağılarlar.