İSLAMCI DARBE ve ŞERİATÇILIK DAVASI İLE MÜCADELE JAKOBENLİK MİDİR?

Akşam Marco Polo isimli dizinin son bölümünü izlerken biraz şarap içtiğimden olacak kanepede sızmışım gece 4 gibi kalkıp yatağa gittim. Sabah da kendi kendime erkenden kalktım, 6 gibi falan. Şortumu giyip doğru denize gittim. İki sokak aşağısı plaj. Motor sporları hizmeti sunan bir bölüm var plajda, jetskiler, botlar, bananalar demirlemiş. Her seferinde aynı yere, oraya gidiyorum. Olur da ışid, el kaide vs. Herhangi bir islamcı terör örgütü tıpkı geçen yıl Tunus’ta yaptığı gibi Türkiye’de de bir plaj saldırısı düzenlemek ister makineli silahlarla sahildekileri taramaya kalkarsa ben en azından orada arkasına saklanacak bir şeyler bulabilir ve hayatta kalma şansımı arttırabilirim diye.
Havlumu kuma serdim, şöyle bi çevreye baktım. Hakikaten halk plajlara hücum etmiş vatandaş denize giremiyor. Etraf yine çekirdek kabuğu, çöp ve sigara izmariti dolu. Halk denize girmesin amk s*ktirsin gitsin önce vatandaş olsun; o sondaki “-daş” ekinin ortaklık belirttiğinin, ortak alanlara çöp atmaması gerektiğinin bilincine erişsin sonra gelip girsin. Sakinleştim. Denize girdim. İpe kadar yüzüp geldim. Çıktım, bir sigara içtim, izmaritimi poşetime koydum. Geri denize döndüm. Deniz yatağıma uzandım biraz açıldım kolum bileğime kadar suyun içinde, hareketimi minimuma indirdim, deniz çarşaf gibi; dalgadan eser yok, huzur içindeyim. Deniz tarafındaki ufuk çizgisine sıfıra yakınsayan bir açı ile bakıp öylece akşamki süper kupa mağlubiyetini düşünüyorum Gomez olmadan hele bir de Sosa giderse bu sene zor geçecek, Cenk forvette Kafkas dağındaki prometheus kadar yalnız. Hem Konyalı hem Galatasaraylı adamları Konya gibi bir yerde kapalı bir alana toplarsan akşamki gibi rezaletlerle karşılaşırsın. Konya futbol/spor şehri falan değil. Konya’dan sporcu bir kent yaratamazsınız. Bir laf var ya: Konyanın altı erenler üstü …
Neden sonra aklıma ekşisözlük’teki bu başlık (darbe girişiminin sorumlusu laik jakoben azınlık) geldi. Böyle saçma sapan konuları düşünerek epeyce takıldım orada, oysa Miami’de olsam mesela yine bunları mı düşünecektim acaba? Orada muhtemelen derdim std falan olurdu. O daha beter. Yine şanslıyız biz burada. Güneş biraz yükselince keyfim kaçtı, eve döndüm. Kahvaltı yaptım ve oturup bu yazıyı yazmaya başladım.

Çalıkuşu Feride çektiği aşk acısı ile bir an evvel istanbul’dan uzaklaşma ve kendini Anadolu’nun bağrına teslim etme kararı alır. Maarif Vekilliğinden aldığı icazetle Bursa’nın Zeyniler köyüne öğretmen olarak atanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun hala hüküm sürmeye çabaladığı yıllar. Atandığı yerde köyden bir kadın vekaleten öğretmenlik yapmaktadır: Hatice Hanım. Hatice Hanım’ın muallimlik yapacak bir vasfı yok. Osmanlıdaki ibtida-i mekteplerin açılış gayesi Avrupa’nın bu mektepler sayesinde Osmanlıyı savaşlarda, bilimde ve teknikte yenecek bir konuma gelmiş olması idi. 1869 Tarihli maarif-i umumiye nizamnamesi ile her köyde ve her mahallede ibtida-i mektepler (ilkokullar) açılmasına karar verilmiş ve belki onlarca yıl sonra Zeyniler Köyünde de bu mekteplerden bir tanesi açılmıştı. Hatice Hanım “Osmanlı’nın muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak maksadı” diye ifade edebileceğimiz meşhur gayesine hizmet etmek şöyle dursun bilakis en büyük zararları veriyor. Maarif vekaletinin gönderdiği bir kaç tabiyye levhasını esas amacının tam zıttı amaçta kullanıyor. Misal insan anatomisini ve kemik yapısını çocuklara öğretmek niyetiyle hazırlanmış iskelet levhasını gösterip:
“Yarın biz ölünce etlerimiz böyle çürüyecek, kemiklerimiz böyle kuruyacak, bu dünya fanidir kimseye kalmaz, yürü dünya yürü ahir zamandır, ille de Allah ille de Allah”
diyerek ders anlatmaktadır. Misal, çocukların çiftlik hayvanlarını öğrenmeleri için gönderilmiş levha ile ilgili:
“Allah bu koyunları kullarım yesin de bana ibadet etsin diye yarattı. koyunları kör boğazımız zifleniyor da, Allah’a borcumuzu ödüyor muyuz? ne gezer? amma, yarın toprağa girdiğimiz vakit, bakalım ne cevap vereceğiz?”
şeklinde sunum yapmaktadır.

Reşat Nuri’nin malum romanındaki kurgusu olan bu tip vaziyetler bizim atalarımızın ve dedelerimizin çok değil 100 yıl önceki halleri, gerçekleri idi. Bizim bugün içinde bulunduğumuz buhranları Reşat Nuri ve Mustafa Kemal gibiler 100 yıl önce yaşıyorlardı. Bu geri kalmışlık, bu medeniyetsizlik, yobazlık, gericilik; tümünü onlar da düşünüyorlardı. Çalıkuşu romanı 1915 yılı civarı bir dönem hakkında yazılmış ve 1922 yılında tefrika edilmiştir. Eğer ki “jakoben elitler” denilen güruhun müslümanlara çektirdikleri “zulümler” iskelet levhasının ölümü, umutsuzluğu, karanlığı, sapkın bir ahiret nihilizmini değil “hayat kurtarmayı”, “tıbbı ve bilimi”, “geleceği ve umudu” hatırlatması gerektiğini savunmuş olmak ise en büyük zalim diye damgalanmak benim için en yüce türde bir onurdur. Bu arkadaşların deyimiyle “jakobenlerin” ve “elitlerin” hakikat düzlemindeki tanımı ile pozitif toplum mühendisliği için alın teri dökenlerin; (ki ben buna Türk İdealizmi diyorum) köy enstitülerinin; mezhep imamlarına göre haram olan mandolini öğreten musiki hocalarının, müslüman Türk çocuğuna Rus kevaşesi Anna Karenina’nın fingirdeşmelerini okutanların tam destekçisiyim, tam yanlarındayım; ellerinden, yanaklarından, elmacıklarından öperim ben o yüce insanların. …
Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü, belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların bugün olmazsa yarın yırtılacak. …
Türk mütedeyyinlerinin batılılığını “yeterince” diye bir sıfat ile niteleyemeyiz. Zira hiç batılı değillerdir. Yeterince batılı olmayanlar Levantenlerdir, yeterince batılı olmayanlar Kemalistlerdir, yeterince batılı olmayan Japonlardır, Ruslardır, Yunanlılardır ya da Güney Korelilerdir. “Yeterince batılı olmamak” bir eksiklik değildir; bilakis gayet onurlu ve gururlu bir tutumdur. Ancak hiç batılı olmamak çok ciddi bir eksikliktir. “Batılı” ve “Batılılaşma” kelimeleri bizim gibi doğuluları hep rahatsız etti, beni de ediyor. “Batı karşısında eziklik, batıyı taklit etmek, batıya özentilik yapmak”: Evet yaptığım, yaptığımız şeyler bunlar. Bunları yapmayı ben istemedim. Bu lanet bize atalarımızdan, içinde yaşadığımız “her olayı Tanrıya, ahirete, öte dünyaya ve ölüme bağlama” kültürünü yaratan dedelerimizden kaldı.
Batı helikopter yapıyor ve biz de onu taklit ederek helikopter yapıyoruz. Batı özentiliğinin en net hali helikopter ya da uçak yapmaya çalışmaktır. Helikopter ya da uçak yapmaya teşebbüs eden kendi “milli” otomobilini üretmeyi hayal eden hiç kimse kalkıp da başka birini “batı özentiliği” ile suçlamaya kalkışmasın. Bizim milli vasıtamız at, eşek ve katırdır. Bunları terk edip de uçağa ya da otomobile binmek atalarımıza ihanet etmektir. Eğer batı özentiliği yapmak bir günah ise bu hepimizin ortak günahıdır. Hiç batılı olmamak çok ciddi bir eksikliktir. Çünkü batılılık demek “evrensel değerler” demektir. Her batılı evrensel değerlere göre yaşamaz elbette ancak eğer bugün bir Türk çıkıp da “bütün dünya genelinde hakkı ve adaleti, insan haklarını ve hukuksal düzeni sağlamaya yarayacak evrensel değerler hangileridir” diye merak etse, araştırmaya kalkışsa en son ulaşacağı yer Strazburg’dur, Zürih’tir, Viyana’dır. Çünkü evrensel değerleri başka kimse değil, bizzat batılı Protestan ve Katolik toplumlar kendileri bulmuşlardır.
Bütün dünya tarihi boyunca yazılmış bütün yazılar eğer 1 milyon sayfa yer kaplıyor ise bunun belki 700 binini yani %70'ini bu toplum yazmıştır. Bütün dünya tarihi boyunca düşünülen düşüncenin belki %80'inini bu toplum düşünmüştür. Bütün dünya tarihi boyunca icat olan şeylerin %95'ini bu toplum icat etmiştir. Benim namusum hakikatimdir. Tamam batı dünyası idari anlamda ve ideolojik bazda emperyalisttir, puşttur, kan emicidir, gariban Afrikalıları alıp köle yapmıştır, bütün dünyanın kaynaklarını sömürmüştür hala sömürmeye devam etmektedir, halkları birbirine kırdırmıştır, dünyanın en büyük savaşlarını çıkarmıştır, mazlum geri kalmış halkların topraklarını işgal etmiş birçok insanın kanına girmiştir ama yiğidi de öldür hakkını yeme: adamlarda çalışkanlık var, sorgulama kültürü var, disiplin var, düşünme yetisi var ve tüm bunlar batılıların kültürüne içkin . Doğruları da söyleyemeyeceksek, konuşamayacaksak, yazamayacaksak afedersiniz s*kelim kendimizi. …
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz
bu dünyada zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
işte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük düşümüzdeki
gelecek çağlarda: ne savaş, ne savaşan,
ne salgın, ne saltanat, ne yoksulluk,
ne ezen, ne ezilen, ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen! …
Bütün dünya tarihi boyunca tıpkı matematiği en fazla bu adamların çalışmış olması gibi, ahlakın ne olduğunu, insanın haklarının neler olması gerektiğini, eşitliği, adaletin nasıl en hakkaniyetli olabileceğini, siyasetin nasıl haysiyetli olabileceğini, demokrasinin ne olduğunu, devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini, bürokrasiyi ve hukuku, psikolojiyi ve sosyolojiyi, tarihi ve felsefeyi de en fazla bu adamlar çalışmıştır. Bu yüzden felsefe kitaplarını açınca hep Alman, Fransız ve İngiliz filozoflarının isimlerini görürüz. Bunu özellikle İslamcılar kabullenemezler. Hegel’in, Descartes’in, Kant’ın ya da Marx’ın isimleri “onlar gerçekten o kitaba girmeyi hak ettikleri” için değil de Wall Street’te oturan Sam Amca, postmodern haçlı tapınak şovalyeleri ya da üçgen gözlü illüminati, Müslümanların ahlaklarını bozsun diye bilhassa bu kitaplara yazılmışlardır diye söylenirler. E sen bi filozoflar, sosyologlar, bilim adamları, kuramcılar kronolojisi yap bakalım kimi koyacaksın diye sorunca da kem küm ederler, boş kağıt verirler, sıfır alırlar.
Cemil Meriç “ bu ülkede sağcı solcu yoktur iyiler ve kötüler vardır siz iyilerin tarafında olun derken” de safsata yapıyordu. Çünkü bu ülkede sağcı solcu yoksa, iyiler ve kötüler varsa bile bir de bu iyilerin içinde “iyi” kavramının ne olduğunu bilenler ve bilmeyenler olması lazım gelir: kızını 14 yaşında görücü usulü evlendirme eylemini “iyi” bir amel gören babalar da mı iyidir? İyi nedir? İyilik nedir? Erdem nedir? Ahlak nedir? Bu hayati bir sorun, bu sorun bizim bütün ideolojimizin en temel noktasını şekillendiriyor hatta. Cemil Meriç bunu halı altına saklamaya kalkışıyor, sümenaltı yapmaya çabalıyor; ya da bunu fark edemiyor. Bu ülkede sadece iyiler ve kötüler varsa “iyi grubuna girenler” de “iyi” kavramına atfettikleri anlama göre kendi içinde tekrar gruplanır. İyilerin gerçekten iyi olduğuna kim nasıl karar verecek? Herkes kendini zaten iyi görüyor. Siz hiç dünyada “ben kötüyüm” diyen bir adama rastladınız mı? Hangi ahmak kendine kötü der? Bu zaten bütün felsefe tarihinin en temel meselelerindendir: Etik derler. Ahlak Felsefesi anlamına gelir. Bunu da dünya tarihinde en fazla batılılar çalışmıştır, müslümanlar etik konusunda da sınıfta kalmışlardır. Cemil Meriç gibiler için Gazali’nin iyi dediği her şey iyi, kötü dediği her şey kötüdür. Bu adamlar iyi insanları bu şekilde ifade ediyorsa ben sizin beklediğiniz türde iyi falan değilim oğlum.

Efendiler bakınız, bugün eğer Müslümanların evlerinde Nijeryalı köleleri yok ise bunun gerekçesi yine kafir batıdır. İslamda skandal derecede, sansasyonel Reformist bir dönüşümü 1833 yılında Naiblik dönemi Britanyasında avam kamarasının baskıladığı İngiliz Parlamentosu yapmıştır (Slavery Abolition Act). Nasıl mı? 19. yüzyılda Libya, Kahire ve Levant bölgesini geçtim İstanbul’da dahi her yıl binlerce akça pakça Çerkez kızı köle diye satılırdı. Kız dediğim çocuk: 13–14 yaşlarında ortalama. Osmanlı paşalarının satın aldığı Çerkez ve Gürcü köle kızlarının satış makbuzları var günümüze gelen.
Siz 12 temmuz 1854 tarihli 13 numaralı Kahire Polis raporunda geçen Şemsigül’ün Hikayesini bilir misiniz? Ah talihsiz, kara bahtlı, kaderi berbat Şemsigül… …
şimdi korkunç bir haykırma
bütün bu karman çorman
gürültü patırtıyla inleyen boş kubbe,
sen söyle! sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarılardaki şu Tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
dinlerim seni, göklerin Tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
“ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz
ve her şeye gücü yeten ve yüce.
odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o, bilen,
haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan
ve her yeri gören…”
seni böyle övüp duruyorlar işte.
oysa senin en üstün özelliğin ne,
“ortaksız” oluşun değil mi?
kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak. …

1800'lü yılların başlarından itibaren muhtelif tarihlerde Ruslara karşı savaşları kaybeden ve Rus katliamlarından kaçan Çerkezler, Çeçenler, diğer Müslüman Kafkas halklarından Osmanlı’ya sığınanlar olur. Yaşar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” isimli romanındaki han soyundan gelen Üzeyirhan karakteri gibileri bu yeni topraklarda tutunur, garibanları bilhassa kimsesiz kalanları köle olur. 1852 Yılında Deli Mehmet isminde bir köle tüccarı Şemsigül isimli Çerkez bir kız çocuğunu İstanbul’daki köle pazarından satın alıp gemi ile kahire’ye götürür.
Gemi yolculuğu sırasında ırzına da geçer çocukcağızın. Deli Mehmet’in yaptığı bu hareket İslam şeriatına gayet uygundur, zira şeriat cariyeye tenasülü(cariye ile seksi) yasaklamaz ancak bakire bir cariye ile halvet olan/seks yapan er sahibin onu satarken satış fiyatından ceza ödemesi lazım gelir. Bu, dört mezhep fıkhının mezhep imamlarından beri (Türkiye Kemalist Devrim ile Aydınlanan kadar) yani 1200–1300 yıldır falan yürürlükte olan, uygulanan binlerce farklı vahşi ve absürt kaidelerinden biridir.
Şemsigül hamile kalır. Bunu öğrenen Deli Mehmet, Şemsigül’ü bakire diye satma ve şeriatın ona yüklediği bu zarardan sıyrılma derdindedir. Bu sebeple Şemsigül’e ilaçlar içirir, karnını tekmeler, döver, bebeği düşürmeye çalışır. Ne yaptıysa işe yaramaz ve Şemsigül’ü hamile olduğu halde zengin bir konağa (Meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlunun konağı) satar. Konaktakiler beş ay içinde gebeliğin farkına varırlar ve Şemsigül’ü Deli Mehmet’e iade edip paralarını geri alırlar. Böyle olunca durumdan Mehmet’in karısı da haberdar olur. Hemen telaşlanır zira kız köle de olsa eğer bir çocuk doğarsa İslam şeriatına göre özgür doğacaktır ve Deli Mehmet’in mirasından hak sahibi olacaktır. Kadın ebe tutar ve bir kez de o çocuğu aldırmaya uğraşır. Hamilelik 6. ayına geldiği için ebe çocuğu almaz. Bu sefer kadın başlar Şemsigül’ü dövmeye. Beline, sırtına demirle vurur çocuk düşsün diye. Ne yaptıysa düşmez. Bir komşuları sesleri duyar ve Şemsigül’e sahip çıkar. Şemsigül çocuğunu doğurur ama ona göstermezler, Deli Mehmet’in evine geri döner. Bir yıl içinde de ölür bebek. Daha sonra Deli Mehmet, Şemsigül’ü bir kaç kez daha satmaya kalkar. Şemsigül’den çocuk yaptığı duyulduğu için satışlar tekrar iptal olur. Çocuk yapılmış köleyi satmaya kalkıştığı için mahkemelik olur. Polis raporlarına girer. Bu raporları 150 yıl sonra inceleyen İsrailli bir tarihçi garibim Şemsigül’ün hikayesini de ortaya çıkarır. Tarihi mahkeme kararında yazana göre mahkeme Mehmete ceza Şemsigül’e de hürriyet vermeyi uygun görür ancak hikayenin sonunda Şemsigül’e ne olduğu da bilinmez.


Nuruosmaniye Köle Pazarı 1846 yılında resmi olarak kapatılmıştır. Kapatılmasında 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı epeyce etkilidir. Nuruosmaniye bildiğiniz üzere İstanbul’daki tarihi Kapalı Çarşı’nın Çemberlitaş tarafındaki çıkış kapısıdır. Elbette bu köle pazarının kapatılması köle satışını bitirmez. fatih ve tophane civarında köle satışları ikinci meşrutiyete ve hatta cumhuriyete kadar devam etmiştir. islam coğrafyasındaki diğer büyük köle pazarları Kahire, Zanzibar ve Muscat’tır. Zanzibar bütün dünyada en son kapanan resmi köle pazarıdır.

Köle ticaretinin tarihinde “Atlantic Slave Trade” diye bir bölüm var ve Arap köle pazarları Atlantik Köle Ticaretinin en önemli parçalarından biridir. Batıda özellikle İngiltere ve ABD’de köleliğin kaldırılması İslam dünyasındaki köle pazarlarını da etkilemiştir, talebin düşmesi sonucu köle ticareti ekonomik bir krize girmiştir, ayrıca İngiltere 1850'lerden itibaren dünya genelinde kendine köle pazarlarını kapattırmak gibi enteresan bir misyon yüklemiştir ve islam dünyasında kölelik bu şekilde son bulmuştur.
Yani İslam şeriatındaki kölelik İngilizlerin ve Amerikalıların hareketleri ile reforme olmuştur. Açıkça İslamda bu konuda reformu kafirler yapmışlardır. Keza İslamın cihat şartının da son yüzyılda uygulamada artık iptal olmuş olması gibi. Cihat bir çok ayette geçer. Müslümanlar cihatı bir yüzyıl öncesine kadar : “toprakları işgal edip kafirleri zorla Müslüman yapmak ve olmayanları esir alıp öldürmek; en iyi ihtimalle haraç ve cizye adı altında fahiş vergilerle ve mesela mahkemede şahitliklerini saymayarak, hukuk sisteminde Müslüman karşısında onları eşit görmeyerek, ikinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamalarına müsaade etmek” şeklinde uygularlardı. Bugün artık ulus devletlerin kurulduğu ve tüm ulusların ekonomik bağlarla birbirine bağlandığı bu dünyada Arap Sultanları atlarına atlayıp da ta 7. yüzyıldan beri tüm yüzyıllarda tüm atalarının yaptığı gibi kafir batıyı fethetmeye, onlarla cihat etmeye, kadınlarını köle olarak almaya teşebbüs edememektedirler. Onun yerine: “yav cihat dediğin tatlı sözle olur” vb. bahaneleri uydurmaktadırlar. Oysa bütün ataları 13 yüzyıl boyunca cihadı kanla ve gözyaşı ile, kılıçla ve mızrakla, topla ve tüfekle yaptı. haçlılardan hiçbir farkları yoktu 13 yüzyıl boyunca. İki taraf da din ve öte dünya inancı uğruna birbirini katletti, geride milyonlarca gözü yaşlı öksüzler ve yetimler bıraktı, bazen onları da bırakmadılar. …
sen buna kahramanlık mı dedin?
onun kökü kan ve hayvanlık be!
şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle, ez, vur,
yak ve yık. yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun. …
Bu dünyada tarih boyunca seçkin ve değerli birileri oturdu çalıştı ve medeniyeti bir noktaya taşıdı, taşırken İslamcı dünyayı da peşinden belli bir noktaya getirdi. Eğer, kölelikteki ahlaksızlığı keşfeden batı dünyası kölelik ile mücadeleye girişmeseydi Kahire’deki, Muscat’taki köle pazarları bugün kapatılabilir miydi sanıyorsunuz? Eğer batılı mütefekkirler ve onların peşinden giden halkları modern demokrasiyi ve modern hukuku bulup uygulamasaydı Osmanlı meşrutiyete, Türkiye de Cumhuriyete geçer miydi sanıyorsunuz? Başımızdan mollalar, padişahlar, şeyhler, sultanlar eksik olmazdı. Birey olamazdık. Adaletin zerresini dahi bulamazdık. Asarlardı keserlerdi, orman kanunları işlerdi. Köle pazarlarında satılırdık belki. Bizler toplumun sıradan bireyleri olarak, filozoflar ve düşünürler tarihinin bütün dünya toplumlarına bahşettikleri ile bugün haysiyet kazandık. Bütün dünya genelinde, her coğrafyada tüm bireylere şahsiyet verenler kutsal filozoflardır, düşünürlerdir, bilim insanlarıdır, münevverlerdir.
Biz bu yüzden yüzünü aydınlanmaya dönmüş bir ülke yaratmak istedik. Bu yüzden dünyanın en gelişmiş ülkelerinin ve halklarının karşısına, onları gelişmiş yapan onların dünyayı görüş tarzı ile kendi gözlerimizden bakarak çıkmak ve onlardan ne eksik ne fazla onlarla tam eşit düzlemde bir millet olarak yaşamımızı sürdürmek için aydınlanmacı olduk. Hukukun üstünlüğü dedik, sekülerizm dedik, bireycilik dedik, özgürlük dedik, modern hukuk dedik, içinde kadı yerine avukat hakim ve savcı olan mahkeme salonu dedik, mecelle yerine medeni hukuk, kadınlara özgürlük, çocuk hakları, işçi hakları, evrensel insan hakları bildirgesi dedik; basın özgürlüğü dedik, aydınlara herkesten daha da fazla ilave özgürlük dedik, bilimsel yöntem her kurumda yöntemdir, siyasete de, hukuka da, inanca da bir noktadan sonra, çelişkilerin oluştuğu aşamalarda, çıkmazlarda bilimsel yöntem hükmeder dedik… Bunlar hep aydınlanmanın icat ettiği bizim de pırıltısına kapılıp gittiğimiz, doğru bulduğumuz, “en hakiki yol bu yol ulan” diye sahiplendiğimiz evrensel değerlerdi, hala öyleler.
Peki bizim mürteciler ne dediler? Neden gerici/İslamcı oldular? Neden bu erdemlerin, evrensel değerlerin sanki alternatiflerini bulabilmişler gibi karşısında oldular? Biraz “confirmation bias” biraz kimlik saplantısı ve biraz da kuru bir inat uğruna. Aklı kapatıp “helikopterlerini taklit ederim ama sosyal bilimlerini, hukuklarını, mantıklarını, felsefelerini taklit etmem o kafirlerin” gibi çelişkinin allahı pozisyonlara düştüler. Benim dedemin babası gavur yaptı diye ömründe traktöre binmemiş de kullanmamış da. O, bugünün İslamcılarından daha makul en azından, çelişkisi yok bir kere. …
Kusurum ne? kuşkuda olmak mı?
kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
insan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
kim bilir, öbür dünya belki de var.
madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
— her yeri kanla, göz yaşıyla dolu —
insaf be, bu kadarı da olur mu?
sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
hiç bir Yaradandan ummam bunu:
yaradan yok eder, ama perişan etmez! …
Halk için halka rağmen, zorla ve baskı ile kafasına vura vura aydınlanma yaptırıldı diye suçlanır Türk Aydınlanmacısı. Halbuki Türkiye’de yakın tarihte keşke gerçekten jakoben bir idare olsaydı. 1946 yılında yapılan seçimlerde halkın yüzde 70'i oy pusulasını okuyacak kadar bile okuma/yazma bilmiyordu, 1950 seçimlerinde olan şey şu: ekseriyetle şehir merkezinde yaşayanlar oyunu CHP’ye verir geri kalan köylüler oyunu Demokrat Parti’ye verir.

Çünkü köylerdeki softa takımının maaşları kesilmiştir. Ezanları ana dillerinde okutulmaktadır. Onlar ille de Arap olmak isterler, kendi öz dillerine söverler. Türklüklerine küfrederler: “Türkçe dilinin anasını avradını … Yeter ki ezan Arapça olsun” derler. Osmanlıdan böyle bir miras kalmıştı bize. Herkes kendi köyüne baksın bir. Bizim köydeki ilkokul 1940'larda açılmış. Dedem, Ebem, Dedemin kardeşi 1930'larda çocuktu, yaşlılarken dahi okuma yazma bilmezlerdi; okula falan gitmemişler yani. O devirde idarede kim olsa kararlarını tepeden inme, halka sormadan verecek. O devirde ve sonrasında en azından okuma yazma oranının %80'lere geldiği ve seçimde oy kullananların %80'inin en azından pusulayı okuyabildiği 1990'lı yıllara kadar yapılan tüm seçimler ucubedir zaten. Ve bu süreçte bakın idare hala ve hala tek bir kişinin, tek bir grubun, tek bir zümrenin ya da tek bir ideolojinin elinde olmamıştır. Okuma yazma bilmeyenlerin pusuladaki at sembolünü ya da arı kovanını bulması ve mührü oraya basması sonucu başbakanlık, bakanlıklar, hükümetler Köylü Süloya verilmiştir, Avam Turgut’a verilmiştir, Çapkın Toprak Ağası Menderese verilmiştir; o ümmi kitle kimi seçtiyse başbakan koltuğuna o oturmuştur; hocaların, cemaatlerin, tarikatların ne ihtiyaçları varsa gidermişlerdir, tümünü palazlandırmışlardır. Bu da Sülo’ya, Turgut’a, Menderes’e oy olarak geri dönmüştür her seçimde.
Ben Türkiye’de 1923–1980 yılları arası süreç için bugün dahi jakobenizmi savunurum. Hatta elimde 1923–1980 arası bir süre gibi mutlak kontrolü elde tutabileceğim bir halk kitlesi olsa bugün bir numaralı jakoben ben olurum. Ama bu insanlar değillerdi, beceremediler. 1980'e-1990'a kadar olan süre için: keşke kuruluş ilkelerini mutlak referans alan Atatürk’ün ilkelerine bağlı gerçek anlamda bir jakobenizm olsaydı derim. Deden de olsa baban da olsa ümmiler ne anlar devletten, idareden, demokrasiden? Camideki hoca kime bas derse gider ona basarlar oylarını. Ama olmadı. Bu arkadaşların iddia ettiği gibi ciddi işe yarar bir jakoben tutum becerilemedi bu ülkenin yakın tarihinde.
Türk Aydınlanmacılarının ses çıkarıyor oluşundan, Türkiye’de sanata, bilime ve sosyal medyaya hakim oluşundan rahatsız oluyorlar. Türk Sekülerini despot jakobenlikle, hadsizlikle, seçkinci olup garibana zulmetmişlikle suçluyorlar. Oysa Dünyada Humeyni’nin Şeriat Darbesi sonrası şeriatçı baskıya ve zulme maruz kalan İranlı Sekülerlerden sonraki en mazlum kitle de Türk Sekülerleridir. Taban tabana zıt oldukları bir dünya görüşünün çoğunluğu oluşturduğu bir coğrafyada yaşamaya mahkumdurlar. Defalarca İslamcı Kıyamcılar tarafından evleri yakılmıştır, tehdit edilmişlerdir aydınları Uğur Mumcuları, Turan Dursunları, Bahriye Üçokları öldürülmüştür.Tarikatlar ve cemaatler tarafından istila edilmişlerdir. Türkiye’nin çağdaşlaşmasından, özgürleşmesinden, medenileşmesinden; yaşanılabilir bir toplum inşaa etmekten, modern bir hukuk sistemi yaratmaktan, dinci softa takımının halkı boğan kusmuğundan kurtulmak isteyen bu mazlum kitle mi despot jakobendir?
Bu izandan yoksun şaklabanlar;
— akepe’nin türkiye’ye özgürlük getirdiği
— bu milletin tüm sosyolojik tabanının akepe taban olduğu
— yobaza yobaz demenin suç olduğu
— kendi %50'sinin dışındaki herkesi balyoz gibi ezen akp’nin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi temsil ettiği
— 80 bin camisi ile dünyanın en fazla camili 2. ya da 3. ülkesi olan ve 80 bin imama 90 yıldır maaş ödeyen Türkiye cumhuriyetinin aslında dinsiz bir zümrenin elinde olduğu ve geçmişte bu zümrenin (“batıcı jakoben azınlığın”) Müslümanlara zulmettiği
gibi !!!! Birinin ancak sağlam bir ot bulup da kafası iyice dumanlandıktan sonra kurabileceği türde hayal mahsulü iddialarda bulunuyorlar. Bu ülkede TSK Fethullahçılara, misal 28 şubatta sizin deyiminizle “zulmetmeye”; doğru ifade ile “ordu içinde yuvalanıp TSK’yı ele geçirmelerini engellemeye” kalkıştığında sizin masum Müslüman halk dediğiniz “ama aslında düpedüz yobaz olan” kitle ortalığı feryat figan ayağa kaldırdı.
Türkiye’de malesef jakobenlik literal anlamda hiçbir zaman var olamadığı gibi “jakoben batıcı azınlık” diye monoblok bir grup da yok. Evrensel değerleri ve evrensel hukuku İslam şeriatına tercih eden bir toplum kesimi var. Fethullahçıların 28 şubatta ordudan atılması evrensel hukuka da evrensel değerlere de uygundu. Bunların ordudan atılmasını isteyenler yüzlerce çeşit nesepten, türden, tarzdan insandı: tek tip, tek grup değillerdi. ve akla-mantığa uygun bir talepleri var: TSK şeriatçı bir dini cemaatin eline geçmesin amk!
Bu insanlar neden özür dilesinler ulan? Çerkez, Gürcü kızlarının alınıp satıldığı köle pazarlarını biz mi kurduk? Bilakis Çerkezleri, Gürcüleri kimliğine bakmadan eğer hak etti ise bu devletin en yüksek mevkilerine getirdi bu Cumhuriyet ve onun kurucuları. Çünkü bu Cumhuriyet “köle pazarlarını meşru sayan, köle çocuklara tecavüz edilmesine ses çıkarmayan ideolojilere” (örn. İslamcılık) bağlı olmayan ve bu tür ideolojilerin, gericiliğin, irticanın karşısında olan herkese eşit yurttaşlık verdi. Sen Çerkezsin senden Türk devletine general olmaz demedi.
“Sen mürtecisin senden general olmaz”
dediği doğrudur, zira sırf orta çağdan kalma fıkıh isimli bir takım metinlerde yazıyor diye bu ülkeyi tekrar köle pazarı, recim, zaniye 100 değnek vurmak, el kesmek gibi uygulamalara götürecek adamların general olmasını engellemek her vatandaşın görevi ve hakkıdır. Artık aklı başında kimse sahipsiz köle edilmiş kızlara köle pazarlarında fıkhın verdiği icazetle tecavüz edilsin istemiyor. Yukarıda kaynağını da verdim bu içtihat 1000 yıl uygulandı bu topraklarda. Bu içtihatı cumhuriyetimiz ilga etti, cumhuriyetin bir dönemki “zalimleri kahredici orduları” aydınlanmacı başkomutanlarının önderliğinde bu içtihatları sonsuza dek Anadolunun mazlum milletinin şuurundan def etti, mümessillerini yok etti, astı, armut gibi sallandırdı. Eğer “Müslümanlara zulüm” dediğiniz terane buysa, bugün en büyük zalim benim, biziz… Yapılanların tümünü takdirle karşılıyoruz, alkışlıyoruz, yapanlara minnet ediyoruz.
(15/08/2016 Tarihinde ekşisözlükte (darbe girişiminin sorumlusu laik jakoben azınlık başlığında yazılmıştır)