HAYATIN ANLAMI

Hakikat
32 min readFeb 23, 2020

— Bu okaliptuslara da bizim buralarda “bataklık kurutan” derler. Etrafındaki ağaçları da kurutur bu namussuz. Tohumunu ilkin Avustralya’dan getirmişler, bizim memleketi de epeyce sevmiş. Her yere dikiyorlar şimdi. Hızlı boy atıyor da kütüğünün içi kof.

— Bilirim dayı yaprağı da çok gübür yapar bunun.

Evde kahvaltımı yaptıktan sonra hızla gelen baharın sıcak yüzünü de fırsat bilerek büyükçe bir parka öğle öncesinin optimum ılıklığında yürümeye gittim. Biraz yorulduktan sonra dinlenmek için bir banka oturdum. Az sonra görüntüsü emekli bir öğretmeni andıran bir dayı yavaş adımlarla geldi ve o da yandaki bankın diğer ucuna oturdu. Biraz uzakta kaldığım için gözlüğünün üzerinden süzerek baktı bana az biraz hipermetroptu sanırım kendisi, muhtemelen yaşlılıktan. Yukarıdaki diyalog ile de muhabbete girdi. Bense tam o sırada Friedrich Engels’in islama dair tezleri ile İbn-i Haldun’un siyasi tarihe dair çözümlemelerinin birbiri ile ne kadar uyuştuğu üzerine düşünüyordum. Sanayi Devrimi sonucu can bulan batı kapitalizminin sadece batı proletaryasını değil aynı zamanda doğu toplumlarını da sömürdüğünü yani “emperyalizm” yaptığını ilk kez dünyaya duyuran modern komünizmin kurucuları Marx ve Engels, doğunun en büyük dinlerinden biri olan islam üzerine de epeyce kafa yormuşlardır. İkilinin, 1853 yılına ait mektupları bu konudaki en önemli kaynaklar arasındadır. Marx, Muhammed’in kurduğu dinin hiç bir özgün yanı olmadığından bahseder, Muhammed’in islam devrimini de orijinal içerikten yoksun, oldukça biçimsel bir tepki olarak görür ve gerici bulur. Elbette Marksizmin, daha doğrusu tarihsel materyalizmin en temel tezlerinden biri olan altyapı üstyapıyı belirler (ing. “base determines superstructure”) bir sosyolojik vaka olan islam devrimi için de geçerlidir. Bilindiği üzere Marx’ın altyapıdan kastı toplumun ekonomik alışkanlıklarıdır, üst yapı ise bu ekonomik alışkanlıklar sonucu oluşan ideoloji, kimlik, din, düşünce gibi kavramlardır. Yani islam ortaya çıkmıştır çünkü Arabistan’daki sosyo-ekonomik yapı bunu gerektirmiştir. Yani islam yayılmıştır çünkü orta doğudaki sosyo-ekonomik yapı buna hazır durumda olmuştur. Engels’e göre her türden dinsel coşkunun arkasında somut dünyasal çıkarlar yatar.

***

Düşünme sürecimin tam bu noktasında okaliptustan bahsederek dikkatimi üzerine toplayan dayıya o cevabı verdim çünkü okaliptusun yaprakları üniversite yıllarımda yaz tatilinde barboy olarak çalıştığım dört yıldızlı bir otelin aynı zamanda “açık hava bar” olan bahçesinde çok dert açmıştı başıma. Her allahın günü yaprak döker mi bir ağaç? Hem de yazın ortasında? Hakikaten dayının dediği gibi namussuz bir ağaç bu, diktiğin yer bir bahçe ise ve o bahçenin sürekli temiz kalması gerekiyorsa her sabah yapraklarını süpürmek zorunda kalıyorsun. Biraz oradan buradan konuştuk. Daha sonra ben dayının gevezelikle kafa ütüleme niyetlisi olduğunu fark edip, bu tip yaşlı adamlar ne kadar cahil olurlarsa olsunlar benim gibi delikanlılara verecek elbet bir kaç hayat tecrübesi vardır, boş muhabbete lüzum yok düşüncesiyle esas meseleye bir anda göbekten girmeye karar verdim:

— sence hayatın anlamı nedir dayı?

Dayı biraz duraksadı, dudaklarını kapatarak çenesini öne doğru taşıdı ve gözlerini kısarak cevap verdi:

— hayatın anlamı armuttur.

Bu cevaba şaşırmış olmamı bekler bir heyecanla büyüyen göz bebekleri bana odaklanmıştı; bende bir hareket olmadığını ve anlamsızca suratına baktığımı görünce işaret parmağı ile gözlüğünü çerçevenin iki kaşının ortasında kalan yerinden düzeltti, yutkundu, hafiften gülümsedi ve anlatmaya başladı:

— Yeğenim ben 32 sene Almanya’da yaşadım. Nakliye şirketinde çalışıyordum. Hollanda, Avusturya, Fransa, İsviçre… Avrupa’da iş için gitmediğim yer kalmadı. Emekli olduktan bir süre sonra memlekete döndüm. Çocuklar falan büyüdü hepsi orada kaldılar, kendilerine Almanya’da hayat kurdular. 8 Ay oluyor geleli. Niye oraları bıraktın da geldin diye soracak olursan… Benim köyüm buraya yakındır… Çocukluğumuzda köyümüzde bizim bağlarımız, bostanlarımız vardı. Bağda armut ağaçlarımız vardı. Her sene yazı beklerdim armudu olgunlaşsın da bol bol yiyeyim diye. Ben köyden 76'da ayrıldım. 1976'dan beri o armudun tadını arıyorum her yerde, Avrupa’nın her ülkesinde her ilinde armut yedim. İmkanı yok bulamıyorum. En son 2003'te gelebilmiştim köye… O zamanlar bir kaç ağaç vardı şimdi gelince gördük ki o ağaçlar da çürümüş. Bütün hayat enerjim alınmış gibi. Günlerdir bunu düşünüyorum. Bu durumda sence hayatın anlamı armut değil de nedir? Fidanı satılan bir şey de değil ki meret. Önce elma ağacı dikeceksin. Elma ağacı belli bir olgunluğa gelince bir dalını kesip başka yerden cinsine uygun armut dalı bulup aşılayacaksın. Hangi toprakta yetiştiği de çok önemli. Biraz kurak yayla toprağı olacak diktiğin yer. Yani gidip tam olarak bizim köye yerleşmem lazım; insanı bırak köyde bakkal bile yok, nasıl durulur orada? Hem de 32 sene Avrupa’da yaşadıktan sonra? Ben de karar kıldım armut mevsiminde bu civardaki köyleri dolaşıp bahçelerden armut yolacağım. Teker teker tadına bakacağım armutların. Eğer çocukluğumdaki o armudun tadını alabilirsem ağacın sahibine yükle para ödeyeceğim ve o armutların hepsini yiyeceğim.

Açıkçası dayının armut takıntısı beni biraz rahatsız etmişti. Gerçi daha önce bir kitapta mübadele ile Yunanistan’a gönderilen aslen Kayserili bir Rumun ölene kadar Kayseri’deki armutların tadını arayıp durduğuna dair bir şeyler okuduğumu da hatırlıyordum ama bu dayıdaki saplantı çok daha öteydi… Ne demek bu yaşta başkasının bahçesinden armut yolacağım? O sırada önümden geçen beyaz bir kedinin güzelliği hafızamda bir şeyleri tetikledi ve bu arada dayı gene boş muhabbetlere başlamış olacak ki retoriğine olan ilgimi kaybedip, o konuşmaya devam ederken Muhammed, Engels , Marx ve İbn-i Haldun arasında geçen ilginç düşünme sürecine geri dönüverdim.

Alt yapı üst yapıyı belirler tezi çerçevesinden bakmak gerekirse olaya; islamın ortaya çıkışında ve yayılmasında sosyo-ekonomik gerekçeler mevcuttur. Mesela Muhammed devrimini hazırlayan en önemli noktalardan biri Güney Arabistan (saba-yemen) ticaret hattının çöküşüdür.

İpek, Baharat ve Esans Yolları- Siyasal Tarihin önemli bir bölümü bu rotalara hükmetme tarihidir.

Bu çöküş süreci Roma İmparatorluğunun MS 3. yüzyılda yaşadığı siyasi buhran ile başlamıştır. O tarihe kadar bu bölgede küresel güç olan Roma’nın yerini Sasaniler almıştır.

Lokal anlamda ise Arabistan yarımadası Muhammed’in ortaya çıktığı 7. yüzyıla kadar ya Kuzeyli Nebatilerin ya da Güney Arabistanlı (Yemenli) devletlerin etkisinde/himayesinde olmuştur, diğer bir deyişle bir bedevi/çöllü olan Muhammed’e kadar Arabistan’daki en büyük yerel siyasi güçler hep gayri-bedevi toplumlar olmuştur. Böyle olmasını beklemek de mantıksız değildir zira Mekke, Medine dediğiniz verimsiz/çorak yerler çölün ortasıdır, Arap yarımadasının en verimli toprakları Yemen’dedir. Buna tam olarak ikna olabilmek için hemen şimdi google maps ya da google earth ile Mekke, Medine ve Yemen’in uydu fotoğraflarını karşılaştırmanız yeterli olacaktır. Yemen’den buhur yağı ve mür yağı gibi ilaç hammaddeleri, esans özleri götürülmüş Avrupa’ya. Tarihte tıpkı İpek Yolu gibi bir de “Esans Yolu” (incense route) vardır ve bu yol Yemen’den de geçer. Sadece esans değil baharat gibi başka metaların da bu yolda ticareti yapılırdı. Roma ile Çin arasında bir de deniz ticaret hattı vardır ve bu yol da Yemen’den geçerdi.

Romalılar, Arabistan’ı isimlendirirken coğrafi anlamda üçe bölmüşlerdir:

1- Arabia Felix (Verimli Arabistan/Yemen/Güney Arabistan)
2- Arabia Petraea (Kuzey Arabistan, bugünkü Ürdün ve civarı)
3- Arabia Deserta (Çöl Arabistan; Mekke, Medine, Riyad burada kalır)

Engels’e göre Roma dönemindeki güvenli ticaret yollarının merkezinde refah içinde yaşayan Yemenliler MS 2. ve 7. yüzyıllar arasında Sasanilerin otoritesine girmiş bu dönemde Arap yarımadasında siyasi istikrar oldukça sarsılmıştır. Bunun sonucunda Arap yarımadasında yeni bir siyasi aktör ortaya çıkmıştır: Habeşliler (Etiyopyalılar). Çöl Arabistanı’nda birbirinden dağınık yaşayan ve Sami dillerinden birini (Arapça) konuşan göçebe ve yerleşik hayata henüz geçmiş bedevi toplulukları (Mekke, Medine vb.) saldırgan Habeşliler ile mücadele etmek durumunda kalmış, bu mücadele bedevilerde ilk kez milli bir kimliğin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşte Engels’e göre İslam dediğimiz din, siyasi olayların etkisi ile ortaya çıkan bu bedevi kimliğinin bir sonucudur; çöl bedevilerinin bir araya gelerek şehirleri istila etmesi Arap milli kimliğini/İslamı ortaya çıkarmıştır. İslamın içeriği o bölgenin az gelişmiş paganizmi/putperestliği ile Yahudi ve Hristiyan külliyatının çürümüş öğelerinden intihaldir.

Engels’in böyle anlattığını ben şu şekilde ifade ediyorum:

İslam 6–7. yüzyıllarda hala çöl göçebeliği/bedevilik yapan ve yerleşik hayata geçmeye başlayan ya da yerleşik hayata henüz geçmiş (beledi) çöl Araplarının (Arabia Deserta) Arabia Felix ve Arabia Petraea’ya karşı giriştiği bir iktidar mücadelesidir. Sonucunda ortaya çıkan şey asimilasyoncu Arap (bedevi+beledi) ulus kimliğidir.

***

Bu sırada dayının

— daldın evladım, hayırdır aşık mısın dertli misin?

Sorusu ile kendime geldim. Derhal parkta olduğumu ve dayı ile boş beleş muhabbet yaptığımızı hatırladım. “Dayı” dedim, sağ elimin baş ve işaret parmaklarını kıskaç şekline getirip de burnumun üzerinde her zaman var olan o hafif kaşıntıya küçük bir okşayış kondurduktan sonra gözlerimi ağaçların bolluğundan olacak; alt tarafı 25 metre öteye konumlanmış ufuk çizgisine dikip başladım anlatmaya:

— Ben 12 sene sigara içtim. Sigaraya başladığım günü dün gibi hatırlarım. Benim sigaraya başlayışım kimlik arayışı, özenme, isyan, ergenlik hezeyanı vb. şeylerle ilgili değildi. Sigaraya başlayışım bir meydan okumaydı aslında. Sigara içen babam başta olmak üzere etrafımda sigara içen herkesten sürekli aynı şeyi duyuyordum: “aman skocax, sakın ha bak sigaradan bir tek nefes bile içine çekeyim deme, bir kere çektin mi hayatını mahvettin demektir.” Sanırım ya çabuk gaza gelen tiplerden biriyim ya da kendime inanılmaz bir güvenim var. “Sigara kim oluyor ulan?” dedim. “Hahhahha, bir nefes çekecekmişim de hayatım mahvolacakmış… Abartıya bak… Hahahahahaa..” Bu şekilde çok güldüm. Ama 20'li yaşların başlarına kadar da hep uzak durdum sigaradan. Ve o gün geldiğinde gençliğin verdiği güvenle güneşe, çeliğe, suya ve ateşe meydan okuyarak o ilk fırtı çektim. Bizim oralarda bir deyim var “kaldırıp yere çalmak” diye. Güreşte adam çelimsiz ve bodur rakibini tutar havaya kaldırır ve yere vurur ya bir anda; o görece uzun hikayeyi kısaca üç kelimede anlatmak için uydurmuşlar. İşte sigara beni tam anlamıyla o şekilde kaldırıp yere çaldı. 7 Sene falan sorunsuz içtim. Yedinci yıldan sonra boğazımda hep 15 gram civarı balgam ile yaşadım. Ciğerlerimde hırıltıyla uyudum. Boştan yere öksürüklere boğuldum. Küçüklükte bronşit geçirmiş bünyeye hele acayip zararlı sigara. O yüzden sigarayı bırakmaya karar verdim. Sigarayı bırakmaya çalışan adamın dramı üzerinden bir dünya roman ve film senaryosu çıkar. Bir kere sürekli kendine ve etrafındakilere yalan söyler sigarayı bırakmaya çalışan adam.

azaltarak bırakıyorum.. bugün sadece 9 dal içtim.. (aslında 17 dal içti)

bıraktım, ben günde sadece bir dal içiyorum. (aslında yarım paket içiyor)

yarın kesin bırakıyorum. (neyse öbür gün bırakırım)

otlanarak bırakıyorum artık paket almak yok. (yarın paket aldı)

bıraktım ama bir taneden bir şeycikler olmaz. (oldu, geri başladı)

Sigarayı gerçekten bırakmaya başlamam 4 sene civarı sürdü sanıyorum. Ama bırakması beklediğimden kolay oldu, sanıyorum ki en krizli halleri bir haftada geçtim. Gerçi gördüğü rüyaları hiç ama hiç hatırlamayan biri olarak ilk iki ay tam 13 kere rüyamda sigaraya geri başladığımı gördüm ama. Her seferinde aynı bahane: bu son sigaram. “Bu son sigaram safsatası” rüyamda bile peşimi bırakmadı. Sigarayı bırakmada yeterli iradeyi gösteremeyen kişinin bir numaralı dayanağıdır: “bu son sigaram safsatası”. Sigarayı gerçekten bırakan kişi de uzunca bir süre içindeki şeytanın (ki bunun bilimsel karşılığı ego’dur) “hadi be oğlum bir tanecik iç bir şey olmaz” telkini ile günde ortalama 1000 kere falan mücadele eder.

Yani sigarayı bırakmakta olan bir insan ilk dönemlerde kendine her gün kendisi tarafından -üstelik suya susamış bir insan gibi sigaraya susamışken- en az 1000 kere yöneltilen “bir tanecik içiver olmaz mı?” sorusuna yine 1000 kere “hayır, teşekkürler” şeklinde cevap vermelidir. 999 Kere verirse sigaraya geri başlamış demektir. O yüzden sigarayı bırakmaya başlamadan önce bu gerçeğe hazır olup en az 2–3 hafta boyunca iç ses tarafından 1000 kere yöneltilecek o soruya 1000 kere hayır demeyi öğrenmek gerekir. Aslında ben sigarayı gene bırakamazdım ama en son “haftalarca geçmeyen nezle” şikayeti ile başvurduğum aile hekiminin alerjik rinit teşhisi sonrası tam teşekküllü bir hastanenin göğüs hastalıkları bölümünde yaptırmak durumunda kaldığım solunum fonksiyon testinin sonuçları pek hayırlı çıkmadı. Doktordan “sigara sebepli astım başlangıcı” teşhisini duyunca 4 yıllık sigarayı bırakma projemde bir kilometretaşına daha varıldığını anladım. Üstüne bir de “astımdan koah’a, koah’tan da akciğer kanserine gider bu yol” uyarısı tuzla biber oldu. “Dünyanın en uzun süre yaşamış insanı Fransız bir kadındır (Jeanne Louise Calment), 122 yaşında ölmüştür ve ölene kadar sigara içmiştir” Argümanım tuzla buz oldu o anda. Canım kıymetlidir benim. Kanserle falan uğraşamam diyerek sigara paketinin içi yarı doluyken kırılmasının ana ritüel olduğu, arkadaşlar arasında ufak çaplı bir seremoni ile sigarayı bıraktım.

Bu arada dayı lafa girdi:

— Çok iyi yapmışsın, bütün Avrupa bıraktı sigarayı zaten… Bizim Türklerle Yunanlar ve Ruslar çok içiyorlar…

Bankta uzun süre oturmaktan rahatsız olmuş olacak, dayı az sonra doğruldu…

— Kemiklerim ağrıyor yeğenim eve gidip uzansam mı ne yapsam.

dedi. O böyle deyince iyice gereksiz bir muhabbetin içinde hissettim kendimi. Yine de dayıya anlatacaklarım ve ondan dinleyeceğim şeyler vardı.

— Dayı istersen şu ileride, yine parkın içinde bir çay bahçesi var, koltukları rahattır.. oraya gidelim bir çay ısmarlayayım sana sıcak sıcak.

Teklifimi geri çevirmedi. Çay bahçesine doğru giderken o beyaz güzel kediyi yine gördüm ve yine bir çağrışım yaptı beynimde.

***

Bu kez 14. yüzyıla döndüm, İbn-i Haldun’un çağına. İbn-i Haldun eski medeniyetlerin/imparatorlukların hep büyük nehirlerin kenarında kurulduğunu söylemiştir:

Nil Nehri: Mısır Medeniyeti
Fırat-Dicle Nehirleri: Mezopotamya Medeniyetleri
İndus Nehri: Güney Asya medeniyetleri
Sarı Irmak: Çin Medeniyetleri

İşte İbn-i Haldun bu gerçeğin farkındadır ve bu gerçeğin tarih boyunca sürekli olarak tekrar edip duran düzenini de çözmüştür:

— İlkel göçebeler verimli bir nehir havzası bulup istila ederler
— Dışarıdan gelenlerle birlikte nehir kenarında kalabalık bir topluluk oluşur
— Nehir sayesinde sulamalı tarım yapılır ve ülke zenginleşir bir krallığa ya da imparatorluğa dönüşür
— Büyüyen devlet genişlemeye başlar
— Genişleyen devlette dejenarasyon olur ve zamanla hakimiyet/merkezi otorite ile ilgili sorunlar oluşur
— Bu aşamada biraz güçlenen savaşçı göçebe bir grup gelerek bu devleti istila eder
— Daha sonra bu yeni topluluk; yerleşir, güçlenir, genişler, dejenere olur ve sonunda o da istilaya uğrar.

İşte İbn-i Haldun’a göre siyasal tarih bu şekilde akıp durur. Örneğin Mezopotomya’nın bilinen siyasi tarihini incelediğimizde kabaca aşağıdaki gibi bir işgaller kronolojisi oluşur:

Sümerleri göçebe Akadlar işgal etti
Yerleşik Akadları göçebe Gutiler işgal etti
Yerleşik Gutileri göçebe Asurlular işgal etti
Yerleşik Asurluları göçebe Babilliler işgal etti
Yerleşik Babillileri göçebe Persler işgal etti
Yerleşik Persleri göçebe Araplar işgal etti
Yerleşik Arapları göçebe Türkler işgal etti

( 20. yüzyıla geldiğimizde bu döngü kırıldı ve Orta Doğudaki yerleşik Türkleri Sanayi Devrimi yapmış İngilizler ve Fransızlar işgal etti.)

İbn-i Haldun 1400 Yılında Timur ile görüşmüştür

İşte Engels islam tarihini tıpkı İbn-i Haldun’un genel siyasal tarihe baktığı gibi okur ve İslam tarihini bir mehdiler döngüsü, kentliler ile göçebeler/köylüler arasında periyodik olarak yinelenen çatışmalar serisi olarak tanımlar. Engels’e göre:

— Kentli Müslümanlar zamanla zenginleşir ve göçebe/köylü özünden uzaklaşırlar.
— Yoksul bedeviler ise yoksulluktan dolayı katı bir ahlaka göre davranıyorlardır
— Ve bu zenginliğe, yaşanan zevk ve sefaya imrenerek ve istek duyarak bakarlar.
— Bu nedenle bu hain müsrifleri cezalandırmak, ibadete ve doğru dine saygı göstermek ve ceza olarak dinlerine ihanet edenlerin sevetlerine el koymak için bir mehdinin elebaşlığında bir araya gelirler.
— Bunlar iktidarı ele geçirdikten yüz yıl sonra bu sefer bir başka “mağdur bedevi” grup için aynı döngü tekrarlanır.

Engels’e göre ekonomik nedenlerden doğan bütün bu hareketlerin görüntüsünde “din kılıfı” vardır ama isyana kalkışan grup başarıya ulaştıktan sonra sisteme hiçbir müdahalede bulunmaz, sistem eskiden olduğu gibi alt sınıfları ezmeye devam eder, musluğun yönü değişmiştir sadece. Bu yüzden doğunun müslüman coğrafyasının ekonomik yapısında yani altyapısında hiçbir değişiklik olmamıştır. Oysa Avrupa’da dinle ilgili gerçekleşen savaşlar ve istilalar her seferinde Avrupa’nın ekonomik yapısını da değiştirmiştir. Altyapı üstyapıyı belirlediğine göre bu yüzden İslam coğrafyasının üst yapısı, yani dini ve ideolojisi de hiç değişmemiştir. Ancak 20. yüzyıl itibari ile modernite ve küreselleşme yüzünden Müslüman coğrafyanın alt yapısı, iktisadi alışkanlıkları zoraki olarak değişmiştir. Bu durum Müslüman coğrafyada din ve ideoloji ile ilgili köklü değişikliklere de neden olmaktadır.

***

Bu sırada nasıl olduğunu anlayamadım ancak bir şekilde çay bahçesine ulaşmışız. Garsona iki çay söyledik. Dayı suratında, ortalama bir Anadolu yaşlısının suratında görmeye alışık olduğumuz o her şeyi bilmiş ifade ile “anlat bakalım” dedi.

“Dayı” dedim,

Sen şimdi dedin ya hani “hayatın anlamı armuttur” diye. İşte ben, 10 sene olmuştur… National Geographics kanalında bir belgesel izlemiştim: Super Size Me.

Bir adam günlük sıradan diyetini terk edip sadece Mc Donalds ile beslenmeye başlıyor. Meşhur bir belgeseldir. 30 Gün boyunca sadece Mc Donalds menülerini yiyerek vücudunda ve psikolojisinde ne türden değişiklikler olduğunu ölçtürüyor. 30 Günde 13 kilo alıyor, karaciğeri çökme noktasına geliyor, kolesterolü 230'a fırlıyor vs. Bu belgesel beynimde ciddi bir yer etmişti ancak çok da önemsememiştim. Geçtiğimiz yıllarda bu kez genel olarak tükettiğimiz gıdaların içeriğine değinen bir belgesel izlemiştim: food inc.

Bu belgesel beni derinden sarsmıştı, artık herhangi bir marketten et/tavuk ve benzeri gıdaları alamaz olmuştum. Bu belgeselin ardından buna benzer başka yapımlar var mı diye araştırıp bu kez özellikle şeker kaynaklı gıdalara ve şeker sebepli sağlık sorunlarına odaklanan bir belgesel bulmuş onu izlemiştim: fed up.

Ama şeker ile ilgili asıl tüm algısal dünyamı yıkan şey; rafine şekersiz beslenme diyetini bozup da bilinçli olarak kendi üzerinde 40 gün boyunca günde 40 küp şeker yeme deneyi yapan adamın belgeseli idi: that sugar film

Bu belgeseli izledikten sonra tanıdığım herkes gibi bir şeker bağımlısı olduğumu, çok çay içmemin bir numaralı sebebinin sürekli nükseden şeker krizimi dindirme çabası olduğunu, çaya değil onun içindeki şekere bağımlı olduğumu, bir tek kutu buzlu çay ile geleneksel beslenen bir aborjinin bir hafatada tükettiği şekeri tükettiğimi, aslında şekere neredeyse hiç ihtiyacımın olmadığını, şekerin ruh sağlığımı da kötü etkilediğini, bir elmanın 3 küp şeker içerdiğini ve günde 6 küp şekerden fazlasının bana zarar verdiğini, kilo alıp verme konusunda şekerden alınan kalorinin yağlardan veya proteinlerden alınan aynı miktardaki kaloriden çok daha farklı sonuçlar doğurduğunu falan anladım.

Bu belgesellerin sonunda ortalama bir markette satılan gıdaların çoğunun “mısır şurubu” olduğunu; Amerika Birleşik Devletleri’nin devasa bir mısır şurubu üreticisi olduğunu ve ta oradan bütün dünyayı emeklerinin karşılığında mısır şurubu ile beslediğini, tıpkı matrix filminde elektronik fetuslarda kablolar aracılığı ile beslenen ve enerjisi sömürülen insanlar gibi bu gerçek dünyadaki insanların da devasa Amerikan mısır şurubu kovasına pipetlerle bağlanmış zombiler olduğunu fark ettim. Bu sırada dayı daha önce içtiği iki çaya şeker atmışken gelen üçüncü çayı şekersiz içti.

— Yahu yeğenim bunları neden anlatıyorsun bana? Durduk yere keyfimi kaçırdın bak şimdi.

— Hayatın anlamı armuttur dedin ya dayı… Daha bitmedi anlatacaklarım, gel senle gidip güzel bir yemek yiyelim, benden…

— Eh, haydi gidelim madem.

Gidip bir balık restoranına oturduk, gün öğleyi geçmişti. Menüyü incelerken…

— Lüferin de soyunu kuruttuk ne diyorsun bu işe? Dünyanın en güzel balığı. Arsızlar lüferin daha kılçığı oluşmamış yavrusunu çinekop diye kiloyla satıyor hainler de koşa koşa satınalıyorlar… Ne olacak bu memleketin hali? Bu güzel coğrafyayı hiçbir canlıya acımadan yok ediyoruz.

Cevap vermedi. Menüyü incelemeye odaklanmıştı. Ben de inceledim. Klasik menü. Çipura ve levrek çiftlik balıklarıydı, bu zamanda şöyle güzel büyük bir kaya levreği bulana aşk olsun, o yüzden barbun söyledim. O çiftliklerde de yemlerin içeriğinde yarıya yakın soya ve mısır şurubu kullanılıyor. Bütün dünya mısır şurubu tarafından ele geçirilmiş gibi, kabusa bak. Dayı da rakı severmiş. Eh öğle vakti ama muhabbeti buldun mu içeceksin. Balıklar gelince kadehleri tokuşturduk… Dayı yüzüme baktı ve yine bildik bir eda ile “anlat bakalım” dedi.

“Dayı” dedim. Hani dedin ya “hayatın anlamı armuttur” diye… Geçtiğimiz yıllarda Harvard’lı bir akademisyen ted talks ile bir konuşma yaptı:

75 Yıldır bilimsel bir araştırmayı yöneten üçüncü kuşak grubun lideriymiş kendisi. Araştırma bilim tarihinin en uzun süreli çalışması. Çalışmanın ana konusu şu sorudan çıkıyor: bir insan için iyi bir hayat nasıl mümkündür? 1940'lı yıllarda bir kaç akademisyen bu araştırmayı başlatmış ve araştırma bugüne kadar devam etmiş. Araştırma 724 erkek denek ile başlamış. Bugün katılımcılardan 60 kişi kalmış sadece geriye. Ama bu 60 kişi halen çalışmaya veri sağlıyorlar. Çalışmanın yöntemi gayet basit. Araştırmacılar her iki senede bir her deneğin evine gidip hayatında neler değiştiğini, neler yaşadığını, neler yaptığını not ediyorlar. Ve bu notlar üzerinden bir takım istatistik hesaplarla, muhtemelen regresyon-korelasyon analizleri ile falan bir takım bulgular elde edip bunları yorumluyorlar. Çalışmanın sonucunda ortaya çıkan şeyler:

✓ İyi bir hayat yaşamak isteyen insanın yapması gereken tek şey iyi ilişkiler kurmak.

✓ Eş ile iyi ilişkiler, aile ile iyi ilişkiler ve toplum ile iyi ilişkiler.

✓ Yalnızlık insanın sağlığını bozuyor.

✓ Eşi ile, ailesi ile veya toplumu ile kötü ilişkileri olan kişilerin de sağlıkları bozuluyor. bu bilimsel çalışmanın bulgularına göre uzun süreli yalnızlık insanı gerçek anlamı ile öldürüyor.

Hayatın anlamını eğer hayatı mutlu yaşamak olarak tanımlıyorsanız bunun yolu aşık olmak, bir aile kurmak ve iyi bir arkadaş/dost/komşu/akraba çevresine sahip olmaktır muhtemelen.

Tarih boyunca insanların hemen hemen tümü hayatın anlamı üzerine ahkam kesmiştir. Eğer bir dine ya da Tanrı’ya inanıyorsan senin için hayatın anlamı zoraki olarak inandığın şeydir ve bugüne kadar yaşamış insanların çoğu bir dine inanarak yaşamıştır. Hayatta bir insanın gerçekten bir anlam arayabilmesi için öncelikle içine doğduğu dine bağlı bulunmayı sonlandırması gerekir. Yoksa mesela sen bir Müslüman isen hayatın anlamı senin için Allahtır, başka ne olacaktı? İnancı olan biri hayatın anlamını neden merak etsin ki? Zaten onun için hayatın anlamı çok net bir şekilde ortadadır. Bu yüzden bu dünyaya ait gerçek bir insan olma süreci hayatın anlamını merak etmek ile yani Tanrı kavramını sorgu ile başlar. Tanrı’nın varlığının sorgulanmaya başlandığı nokta aslında tam olarak bu gerçek dünyanın da başladığı noktadır ve işte din ile akıl; inanmak ile bilmek bu yüzden birbiri ile yüzde yüz oranında çelişirler. Bilimin motoru meraktır, merak ise varoluşu merak etmekten gelir. Bilim ile dinin asla çelişmediği iddiası bir temenniden ibarettir. Mevcut dinlerin tümünün uydurma olduğu bariz olarak ortadadır. Dini metinlerin içerdiği tezlerin hiçbiri sınanmamıştır, hakemlerce değerlendirilmemiştir, bilimsel dergilerde yayımlanmamış, kongrelerde tartışmaya açılmamıştır. Dini metinlerin tümü tarihin dibinden gelen ilkel ve yuvarlak ifadelerle dolu hikayelerden ibarettir. Bunların tümü doğal olarak bilimle %100 oranında çelişir.

Bu sırada dayının suratı biraz ekşidi. Din üzerine konuşmayı ve bilhassa düşünmeyi pek sevmiyordu sanırım. Bazı insanlar böyle olur. Özellikle düşünmek istemezler. Çünkü düşündükleri takdirde mevcut konumlarını değiştirmeleri gerekebilir. Konum değiştirmek zordur. Atıyorum seküler bir sözde müslümansanız sizin için dini sorgulayıp deizme geçme işi zor bir iş olacaktır. Bunun yerine hiç etliye ve sütlüye karışmadan, suyu bulandırmadan mevcut konumda kalmak daha konforludur. “Bu bağlamda, dayı” dedim. Bugüne dek yaşamış bir çok insan hayatın anlamını inandıkları dinlerinde gördüler. Böyle düşünmeyen kimi filozoflara göre hayatın anlamı andaki zevktir, kimilerine göre erdemdir, sartre için kim ne anlam yüklerse odur, budistlere göre hayatın anlamı sefalettir, siniklere göre bildiğini okumaktır, foucault’ya göre bir şahesere benzeyen hayat hikayesi yaratmaktırGadjo Dilo hayatın anlamını bir kasedin peşinde Paris’ten başlayıp Romanya’nın bir çingene mahallesinde biten bir yolculukta bulmuştu… Ne güzel filmdi o.

Hayatın anlamı armuttur dedin ya hani… İnsan artık yalnız bir canlı. Ve hızlı tüketime alışmış; hem şeyleri hem de kişileri. Gıda diye önüne konulan mutant yaratıklar ve gdo. Yılda bir kez olsun gerçek domates yüzü bile göremiyor, hayatlar pipetten mısır şurubu emilerek harcanıyor. Muhtemelen 15–20 yıl içinde başlayacağız patır patır dökülmeye… Mısır şurubunun kanseri tetiklediğine dair yayınların sayısı artıyor. Bizim kuşağın talihsizliği özellikle kanser alanında denek nesil olmamız. 20. Yüzyılın başında radyumun yeni keşfediliği dönemde radyumlu banyo tuzu, radyumlu saç boyası, radyumlu diş parlatma; elmastan daha iyi parlıyor diye radyumlu saatler üreten ve kullanan; civalı, kurşunlu, zehirli kozmetik ürünleri ile ciltlerini ve sağlıklarını mahveden bir nesil heba oldu. Tıpkı onlar gibi bize de kanserin deneği olduğumuz bu dönem denk geldi, kısmet. Bugün insan büyük şehirlerin orta yerinde zaten yalnız olduğu için bir kere, Tayyipgillerden kaçıp yurt dışında daha da yalnız yaşayacağı için bir kere, kapitalizm altında sömürülüp mutsuz olduğu için bir kere ve gdo’lu ve kanserojen gıdalarla kötü beslendiği için de bir kere hayat oyununda can kaybediyor. Üstelik uzak olmayan bir gelecekte muhtemelen kanser de olacak. İnsan medeniyetinin ulaşabildiği nihai nokta burası, ortada makul/tutarlı olan pek bir şey yok. Ve bu şartlar altında hayatın aslında bir anlamının olması hiç ama hiç gerekmiyor, belki gelecekte mümkün olur.

***

Akşama kadar hayatın anlamı üzerine muhabbet ettik dayı ile o balıkçıda. İkinci dubleden sonra onun da dili çözüldü. Çok konuştu ve çok anlattı:

— Bak evlat, diyelim ki sana her gece canın hangi rüyayı görmek isterse onu görebilme imkanı verildi. Rüyanda ne görmek isterdin? Böyle bir durumda, bir insanın muhayyilesinin sınırı; bir gecelik rüya süresinde bütün bir 80 senelik ömrü krallar gibi; canı o an ne istiyorsa gerçekleşecek şekilde, neşe ile, zevk ile, kahkahalarla, sevgi, sınırsız cinsel haz, aşk, sevdikleri ve ailesi ile mutluluk içinde geçirdiğini görmeyi istemektir. Senin aklına isteyebileceğin daha üstün bir senaryo geliyor mu? Hangi senaryo bundan daha güzel olabilir ki? Diyelim ikinci gün de aynı senaryoyu seçtin ve üçüncü gün de aynı senaryoyu seçtin. Kaç gün daha isteyeceksin bunu? Bin gün mü? Yoksa yüz bin gün mü?

Bir süre aynı senaryoyu seçerek; sabahları bir ömürlük zamanı temsil eden 80 yıllık bir sürenin toplamından gelen zevk ve mutlulukla dolu şekilde yataktan kalktıktan sonraki gece, muhtemelen diyeceksin ki: -offff çok sıkıldım, hadi bu sefer de biraz sürpriz katayım rüyama. Rüyanın temel hikayesini değiştirmemekle beraber bir takım riskler ve tehlikeler eklersin muhtemelen. Ne bileyim, ilk seferlerde görmek istediğin rüyada büyük bir malikanede normal ömrün boyunca tanıdığın ve sevdiğin herkesle birlikte sürekli partiler, eğlenceler, cümbüşler düzenleyerek geçiriyorsan günlerini; biraz sürpriz katmak istediğinde diyeceksin ki “ee hadi kalabalığı burada bırakayım şimdilik de bir kaç yurt dışı seyahati yapayım” bir zaman sonra bu da yetmeyecek. Daha fazla risk almak isteyeceksin ve daha fazla sürpriz peşinde koşacaksın. Daha fazla heyecanı tatmak isteyeceksin.

Artık her rüyanda ayrı bir karaktere bürüneceksin muhtemelen. Belki birinde cepte 5 kuruş olmadan dünyayı otostopla dolaşan ve çok acıktığında büyük caddelerde dilenen bir seyyah olacaksın. Başka birinde ise sadece yıllık 10M ve üzerinde cirosu olan holdinglerin ceo’larını ve yönetim kurulu üyelerini öldüren bir seri katil olmayı deneyimlemek isteyeceksin. Ve öbür geceki rüyanda da bütün öğleden sonrasını ganj nehrinin çamurlu sularında dolaşarak ve hatta arada bir gargara yaparak geçiren bir hint fakiri gibi geçirmek isteyeceksin, bir diğeri ise müebbed hapis cezası almış bir suçlu olacak ve hatta yer yer elektrikli sandalyede ya da darağacında idam edilerek uyanacaksın. Ya da 2015 yılında Suriye’nin Rakka şehrinde bir IŞİD cariyesi olarak her gün Hanbeli fıkhına uygun biçimde cimaya zorlanmanın vereceği ıstırapla yaşayacaksın bir süre. Artık o kadar farklı karakterler seçeceksin ki, o kadar değişik hikayeleri merak etmeye başlayacaksın ki deneyimleyebileceğin ihtimallerin çeşitliliği sonsuza yakınsayacak. Ve hatta bu sonsuz ihtimaller yığını üzerine yıkılacak ve görmek istediğin rüyayıyı seçmenin anlamsızlığını bir içgüdü gibi kavrayacaksın. Sonunda bir bakmışsın, sana bir dahaki sefere “istediğin rüyayı seç ve istediğini gör” dendiğinde başladığın yerdesin: şu anda yaşadığın gerçek hayatta. Yani sana kaderini seçme hakkı verildiğinde bile eninde sonunda varacağın yer şu anda yaşadığın, her türlü ihtimale gebe olan ve başına nelerin geleceğini, ne zaman nerede sonlandıracağını asla bilemediğin gerçek hayatı yaşamayı hayal etmektir.

Hem ne demişti Albert Camus:

Hayata karşı işlenen bir günah varsa, bu günah, hayattan umut kesmekten çok, başka bir hayat umup bu hayatın muhteşemliğini gözden kaçırmakta yatar.

Dayı bunları anlatırken hemen arkamda gayet kaliteli bir amfi ve bir çift güçlü hoparlör ile bağlantısı yapılmış görünen, meyhanenin pikapında pvc bir plakta daha önce hiç dinleyemediğim türden çok temiz bir sesle Fikret Kızılok’tan zaman zaman çalıyordu, böyle bir müzikçalar sistemi ve donanımı karşısında az biraz coşmuş olacağım ki bardağımı havaya kaldırıp sağa ve sola sallayarak bir miktar eşlik ettim şarkıya.

Sanıyorum ki o sırada 6. tekimin dibini gördüm. Zaten istisnai bir durum yoksa tek içmeye gayret ederim; duble rakıdan keyif alamıyorum. Gözlerimi tekin dibinden çevirip de, karşımda rüyalar üzerinden hayatın anlamının mutluluk olmadığını anlatmaya çalışan dayıya odaklanınca; anlattıklarından da işkillenerek bu dayının aslında rahmetli İngiliz Filozofu Taocu Alan Watts’ın reenkarnasyonu olduğunun farkına vardım. Bu durum karşısında ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim dahi yoktu. Yüzüne bir tekrardan baktım evet ta kendisiydi.

Alan Watts (1915–1973)

— Alan dayı sen biraz bekle, tuvalete gidip geliyorum.

Döndüğümde bu sefer Nesrin Sipahi’den ankara rüzgarı çalıyordu pikapta. Yerime oturdum. O vakit fark ettim ki masamızın horantasında ciddi bir artış vardı. Karşımda çaprazımdaki sandalyeye filmlerde Amerikalı polislerin bir tür İngilizce anlatım bozukluğu da içeren tabiri ile white caucasian denebilecek, gençten güzelce bir kadın oturmuş, hemen solumda ise orta yaşlı bir slav adam var.

— Merhaba. Siz kimsiniz?

— Ben Dagny Taggart

dedi güzel kadın. Biraz şaşırdım.

Atlas Silkindi`deki Dagny misin?

— Evet ta kendisi.

— O zaman cevap ver bakalım, Who is John Galt ?

Cevap vermeden önce gülümsedi ve ardından kahkaha attı. Gülüşünü görünce ben de gülümsedim. Ayağa kalktım ve bardağımı kaldırdım havaya, çatalla bardağa seri bir biçimde vurarak meyhanedeki tüm dikkatleri üzerime topladım:

— Beyler, hanımlar…Dinleyiniz lütfen. Hayatım ve hayatıma olan sevgim adına yemin ederim ki hiçbir zaman bir başka insan için yaşamayacağım ve başka bir insandan benim için yaşamasını istemeyeceğim.

Lafımı bitirir bitirmez karşımda gözüne çelik bir pırıltı yerleşmiş gençten zayıf bir adam gördüm.

— Sen de kimsin? O çelik pırıltı neden yerleşti gözüne? neden öyle düşman bakıyorsunuz bana?

— Ben İnce Memedim, sana “sen haksızsın” demeye geldim buraya. Ben de başka bir insanın benim için yaşamasını istemedim ama ben başka insanlar için yaşadım, onca adam geldi geçti de bir tek ben başkaldırdım o abdi ağa yılanına, sonra başıma ne haller geldi. Söyle bana şimdi. Benim “bir başka insan için yaşamayacağım” deme şansım var mıydı?

Okkalı konuşmuştu İnce Memed. Okkalı konuşmuştu ya benim de elbette verecek cevabım vardı bu sitemkar çıkışa. Ne olabilirdi mesela?

Bak İnce Memed, sen başkaları için yaşamaya mecburdun çünkü sen 20. yüzyıl şartlarında geri kalmış bir coğrafyanın bozuk para gibi harcadığı milyonlarca insancıktan sadece biriydin. Hani diyor ya Tevfik Fikret: “Yükselmek asumana ve gülmek ne tatlı şey!” işte o yükselmeyi gerçekleştirememiş, geri kalmış toplumlar soysuz Abdi Ağalar tarafından falakaya yatırılan, dövülen, zulüm gören ve sömürülen İnce Memedler üretmeye mahkumdurlar. Toplum denilen şeyin en ibtidai halinin, avcı toplayıcı halinin senin yaşadığınkinden bir farkı yok. Avcı toplayıcı mağara adamı da kendinden güçsüz olanı, kendinden küçük olanın kafasına koca sopası ile vurur ve hatta canı istediğinde öldürürdü. Sana da aynını yaptılar. Her ne kadar mağara adamından on bin yıl sonra falan yaşamış olsan da, sen de bir tür mağarada yaşadın aslında. Zira bu dünyada bugün bile hukuk devletinin insana güven veren o şefkatini tesis edemediğin her yer mağaradır: Mağara adamları sorunlarını sopalarla ve kafalara vurarak çözmeye çalışırlar.

20. Yüzyılın başlarından fırlayıp gelmiş gibi görünen iki adam katıldı tartışmamıza:

— Bizler küçük memurlarız, yargılamaktan, hukuktan, adaletten, kimlikten ve yönetimden anlamayız. Bizim görevlerimiz vardır, görevlerimizi yerine getiririz. Joseph K`yı bir sabah kıyafetlerini giymesine bile müsaade etmeden gözaltına almamız talep edilirse bunu yaparız. Neden gözaltına aldığımızı sorgulamayız, Joseph K’nın suçlu yada suçsuz olması bizi ilgilendirmez. Bizlere Adana dağlarında İnce Memed’i kovalama emri verilmişse onu yaparız. Bazen Raskolnikov’u cinayet mahalinde görünce şüphelenir ve sıkıştırırız ve bazen de Dimitri Karamazov’u tutar götürürüz mahkemeye. Bizi büyük adamlar yönetir hep, ne yapmamız gerektiğini büyük adamlar söyler… Bazen Napolyon’un ordusundayızdır ve bazen de Sezar’ınkinde. Bizlere görevlerimizi bir takım yüce amaçlar uğruna yapmamız öğütlenir ama biz genelde sadece kendi ufak çıkarlarımız için yerine getiririz bu görevleri. Tarih her türlü suçu işleme özgürlüğü olan büyük ve çok büyük adamların zevk ve sefa dolu yaşamları ve -kölelikten ya da marabalıktan kurtulma yolunda dahi olsa- en ufak bir suç işleyen küçük insanların yaşadığı sefalet hikayeleri ile dolu.

Buna zaten kısaca adaletsizlik diyoruz. Ve tarih denilen anlatı, bu adaletsizlikler serisinin komplesine verilen isimdir. Adaleti hep gücü yettiğince zayıflar aradı tarih boyunca, güçlüler ise daha fazla adaletsizlik istediler. Bu, tıpkı lise fizik dersindeki kapalı kaplarda gaz basıncının işleyişi gibi. Güçsüzlerin çıkarı azaldıkça güçlülerin sahip oldukları ve çıkarları artıyor. Küçük memurlar ise bu mekanizmadaki kapalı kabı temsil ediyor. Çıkarlar arası yer değiştirmeyi mümkün kılıyorlar ve güçlünün adaletsizlik ihtiyacını sağlamakla görevliler. Hatta günümüzde artık memurlardan ziyade bütün çalışanlar güçlünün adaletsizlik ihtiyacına hizmet ediyorlar. “Aman canım bizim kafamız rahat olsun da dünya nüfusunun % 0.001'i krallar gibi yaşasın yani n’olacak? Bizim ağzımızın tadı kaçmasın yeter ki” diyebilirsiniz. İtirazım yok, yaşasınlar. Sovyetler Birliği’nin Kızıl Ordusunun kurucusu Lev Troçki gibi “sadece burjuvazi için parlayacaksa güneşi de söndürürüz” diyen ve sırf burjuvaziden nefret ettiği için sosyalist ya da devrimci olmuş biri değilim, hatta sosyalist de değilim. Lakin bugünlerde bizim ağzımızın tadının kaçmadığı kısmı biraz muallak. Zira bu adamlar (burjuvazi) krallar gibi yaşasın diye dünyanın kapitalist tarzda dönmeye devam etmesi gerekiyor.

Dünyanın bu şekilde dönmesi de milyarlarca insanın bir şekilde beslenmesi için dünyadaki doğal kaynakların imkan mertebesinde sömürülmesi, hayvan endüstrisi gibi Nazilerin soykırım kamplarından milyar kat daha kötü ve şeytani bir ortamların milyarlarca hayvana günlük saatlik ve dakikalık periyotlarla durmaksızın eziyet etmesi, buzulların erimesi, evrimi milyonlarca yıla mal olmuş canlı çeşitliliğinin her gün daha da azalması, mercan resiflerinin ölmesi, derelerin ve göllerin kuruması gibi belki binlerce farklı felaket facia olaylar dizisinin yaşanması falan gerekiyor. Bu gidişata dur demenin bir yolu, bütün bu sorunları çözecek bir yöntem de bulunmuş görülmüyor. Müzik yine değişti meyhanede… Muhteşem bir girişi var şarkının… Lakin güfte mi daha harika yoksa beste mi? Bazı şarkılarda buna bir türlü karar veremezsiniz ama güftesi ile bestesi birbirinin ruh eşi olan o mükemmel şarkılardan biri olduğu kesin: Yeni Türkü- Fırtına

Ne geçmiş tükendi ne yarınlar, hayat yeniler bizleri…

Müzik ile geçtiğim transtan kurtulunca İnce Memed’i Alan Watts’ın reankarnasyonuna takdim ettim:

— Gel İnce Memedim. Otur şuraya. Hooop. Garson arkadaş… Bi rakı doldur İnce Memedime. Toroslardan indi geldi fıkara, yorgundur. Az mı cebelleşti gavur dinli Abdi Ağa ile. İnce Memedimin Hatçesine de iftira attı o… Hapis damlarında çürüttü onca yıl kızcağızı.

“İnce Memed” dedim.

— Sen otur yemeğini ye rakını iç. Burada işimiz bitince sana söz; hep beraber çıkacağız Toroslara. Varacağız senin köyüne. O çakırdikenliği yakacağız baştan başa. Ondan sonra o Abdi Ağanın ağababalarının alçakça el koyduğu tarlaları köylüye dağıtacağız birer birer. Öküzler, koyunlar, tarlalar hepsi köylünün olacak. Köye bir daha da ağa sokmayacağız.

Bunları söyleyince yanımdaki sandalyeye oturan adam koluyla dürttü beni, kulağıma doğru eğildi:

— En iyisini yaptın azizim… hayatın her noktası eşit şiddetteki çelişkilerden oluşur. hayatın kendisi bir çelişki yumağıdır.

— Siz de kimsiniz?

— Ben “Üstad”ım.

— Üstad? Bulgakov’un üstadı mı?

— Evet o.

— Peki Margarita nerede?

— Birazdan gelecek uçan süpürgesiyle.

— Peki, geldiği vakit haber edin lütfen.

O sırada, meyhanenin garsonu bir çocuk büyüklüğünde kara bir kediyi kapıdan dışarı çıkarıyordu ve ilginç biçimde kedi ile konuşuyordu: kedilerin meyhaneye girmesi yasak! Kot Nilzyaa.

Hah Begemot da buralardaymış. Eksik kalsa şaşardım zaten.

Pikap sustu, kaçıncı olduğunu sayamadığım bardağın da dibini gördüm. Köşeden bir piyano vuruşu duydum. Tanıdık bir melodiydi bu. Kafamı çevirmemle direkt tanıdım: Evet evet Evgeny Grinko’nun valsi çalıyordu.

Bir an için karşımda buğday tenli yüzünde -ağır olduğu için kaşlarının kaldırmaya gücü yetmiyormuş gibi görünen göz kapaklarının altında ışıldayan badem gözlerinin beyazının aklık derecesinden Türk olduğu belli olan güzel bir kadın vardı. Elimden tuttuğu gibi dans pistine çekti beni ve dansa başladık:

— Peki siz kimsiniz?

— Selma.

— Yakup Kadri’nin Ankara’sındaki Selma mı?

— Ta kendisi.

Önce Dagny Taggart ve şimdi de Selma… Hatta birazdan Bulgakov’un Margaritası da gelecek. Üçü de gerçek hayatta bulunması neredeyse imkansız, aşık olunası türden kadınlar. Bakalım daha neler göreceğiz bu enteresan gecede. Selma’nın güzel gözlerine tekrar uzunca baktım:

— Aslında üçü de hak etmiyordu seni biliyor musun?

— İlk kocan Nazif ve sonuncusu Neşet Sabit biraz ezik/lame adamlardı. Miralay Hakkı ise zaten psikopatın tekiydi. Oysa sen çok kıymetlisin. Sen imgesel olarak Yakup Kadri’nin tahayyülündeki Kemalist Cumhuriyetsin; saygı görmen, el üstünde tutulman ve hayran olunman gerekiyor. Senin tam zıttın ise Sodom ve Gomore’deki Leyla’dır. Anadolu’daki kurtuluş savaşını Mustafa Kemal’in kazanmasıyla nasıl da öfke ile dolmuştu o mütareke İstanbulundaki İngiliz subaylarının kucağından inmeyen şırfıntı… Evet sevgili Selma, sizse onurlu bir bağımsızlık mücadelesini tırnaklarınızla kazıyarak elde ettikten sonra bir daha batının büyük devletleri tarafından işgal edilerek aşağılanmayalım diye Türkiye’yi de büyük devlet yapma azmiyle hareket ettiniz. Büyük devlet olma yolunda ilk adım kafasız dincileri ve dinbazları iktidardan uzak tutmak, bin yıldır kaderciliğe alıştırılmış, üzerine katı maddeleri bir anda gaza dönüştüren bombalar atılırken bile çöl masallarından medet uman Türk çocuğunun kafasına bilimi kazımak ve bilimsel gelişme ile bu kurtlar sofrasında hayatta kalınabileceğini gerekirse çelik mıh ile çakmaktır. Bu uğurda Türkiye’ye laiklik gelsin diye düzenlediğiniz baloları 80 yıldır aşağılıyor birileri. Batının felsefesini alamamış ama şapkasını ve balosunu almış ezik özentiler diye hakaret de ediyorlar üstelik. Onların tümü aklı evvel cahiller ve ahmaklardır. Çünkü onlar İslamın gelişme ile bilim ile, büyük devlet olma emeli ile ve aydınlanma ile ne derece çeliştiğini anlayacak beyinden yoksundurlar.

Onlar İslamın aslında ne olduğunu bile doğru dürüst bilmezler. İslamı Yakup Kadri bilir, Falih Rıfkı bilir, Reşat Nuri bilir… Mustafa Kemal bilir, Reşit Galip bilir, Hasan Ali Yücel bilir, İsmet İnönü çok iyi bilir İslamın ne olduğunu. Türkiye’de İslamı bilmeyen ya da islamın modern hukuka doğası gereği açtığı savaşı göremeyenlerin tek bir söz söylemeye bile hakları yok. İfade özgürlüğü hicaz bedevilerinin kendi inançlarına inanmayan herkesi köle ve aşağılık gören insanları inançlarına ve takvalarına göre şerefsizce sınıflara ayıran törelerinin propagandasını kapsamaz ve kapsamamalı. bunları söylemek her aydının en temel görevidir. Tanpınar’ın dediği gibi:

“Hayat tüm cemiyetindir fakat mesuliyeti yalnız münevverlerindir. Tarih karşısında hesap vermek yalnız münevverin borcudur.”

Bu sırada müzik kesildi. Ardından yerli ve milli bir tango şarkısı başladı: Secaattin Tanyerli- Sevdim Bir Genç Kadını.

Selma ile dans etmek güzeldi ve tangoya devam ettik.

— Bana biraz kendinden bahsetsene. Bak bu kadar meşhur insan toplanmış burada sırf senin için. Kimsin, nesin, is misin, cis misin?

— Ergenlik çağlarında sadece kliplerini izleyerek hem Avril Lavigne’e hem de Lily Allen’a aynı anda aşık olmuş sıradan bir ekşiciyim. Sonraki hayatımda da 30 farklı gerçek kadına aşık oldum sanırım. Belki de 50'dir, çetelesini tutmadım. Fakat şu hayatta çok az şey güldürür beni… Mesela bazı Umut Sarıkaya karikatürleri ile bazı Fırat Budacı yazıları… En sevdiğim müzik, Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe Süitidir. En sevdiğim şiir Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’idir. En sevdiğim şair ise elbette Fuzuli`dir. Tiyatroda Molière komedyalarına ve uyarlamalarına bayılırım, buldum mu kaçırmam. Elbette başka çok fazla şeyi; mesela aşkın ilk üç ayını, düz bozkırın ortasındaki görece boş bir yolda araba kullanırken serçelerin tıpkı bir oyun oynar gibi saatte 100 km hızla giden arabamın önünden uçup gitmelerini, antik kentlerin tiyatrolarında oturup 2000 yıl önce o sahnede sergilenen bir Sofokles Tragedyasını hayal etmeyi ve tenha koylarda teknelerin burun kısmından akdenize atlamayı, en az 1000 km ötedeki bir yabancı ülke şehrinde sabah serinliğinde kahvaltı yapacak yer aramayı ya da uzun bir yolculuktan sonra eve dönüşte alışveriş yapmaya üşenip herkese yetecek kadar çok pizza sipariş etmeyi de severim ama doğal karşılaman gerekir ki burada tümünü birden sayabilmemin imkanı yok.

Biz meyhanenin orta yerinde dans ederken bir an için gözlerimi Selma Hanım’ın bal rengi gözlerinden ayırdığımda etrafıma baktım ve 18–19 ve 20. yüzyılda yazılmış yüzlerce farklı romanın baş karakterlerinin dört gözle bizim dansımızı seyrettiğini fark ettim. Acaba kimdi bunlar? Her birinin üzerindeki kıyafete, yüzüne, gözlerine ve saçlarına bakarak kim olduklarını tahmin etmeye başladım. Evet şu bel çizgisi yukarıda ve dekolteli kıyafetin sahibi Emma Bovary olabilir ve şu iddialı güzel kadın da muhtemelen Anna Karanina’dır. Şu kasketli Amerikalı Martin Eden olmalı. Rodion Romanoviç Raskolnikov onun fahişe sevgilisi Sofya Semyonovna Marmeladov ve dünyalar güzeli kız kardeşi Avdotya Romanovna Raskolnikova da oradaydı. Maria Puder ile Raif Efendi de hemen yanımızdaydı ve gözlerime kısarak biraz daha uzağı görmeye çalıştığımda Araba Sevdası’ndaki Bihruz ile Periveş`in de dans ettiğini gördüm. Dimitri Karamazov ise güzeller güzeli aşkı Gruşenka ile dans ediyordu Katya İvanovna`nın kıskanç bakışlarından gözlerini kaçırmaya çabalayarak. Pierre Bezuhov`un kollarında tabi ki Nataşa Rostov vardı. Biraz sonra uçan süpürgesi ile Margarita girdi içeri ve Üstad kolundan yakaladığı gibi piste çekti onu. Jose Arcadio Buendia ile karısı Ursula da Ursula henüz yaşlanarak torunlarının kucağında oyuncak olacak kadar küçülmeden önceki haliyle buradaydılar. Kemal Basmacı ile küçük sevgilisi Füsun dans ediyordu az ötede ve Galip, Rüya’yı bulmuş getirmişti. Aşkı için 10 sene sonra İtalya’dan tekrar İstanbul’a gelen ve bu seferki ziyaretinde aşık olduğu kadının mezarını bulmaya çabalayan Pierre Loti’nin doğudaki hayalet :Fantôme D’orient’indeki Aziyade de mezarından kalkıp gelmişti; 19. yüzyıl İstanbulundaki “müslüman kadın gavur erkeğine aşık olamaz” taasubunun 21. yüzyılda kısmen de olsa yıkılmış olmasından duydukları memnuniyetle gülerek dans ediyorlardı sanki. Ve Orhan Kemal’in bereketli topraklar üzerinde’sinden Pehlivan Ali vardı öte yanda; bahtsız çapkın pehlivan, ondan daha bahtsız olan Abdal Kızı ile dans ediyordu… Onlar da mutluydular. Masaya döndüğümüzde Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki Bay C ile Albert Camus’nun yabancı’sındaki Meursault’un hayatın saçmalığı ile aylaklıktaki ve tembellikteki erdemler üzerine bir tür münakaşa içindeydiler. Biraz sonra tartışmaya Karl Marx’ın damadı Paul Lafargue de katıldı. Tek bir ses etmeden sadece izledim ve dinledim.

— Hayatın saçmalığının en bariz ispatı insanın geleceğinin bilmeden yapılmış ve en ufak bir hareketle bile ciddi manada değişebiliyor olmasıdır.

Dedi Bay C ve ekledi

— Hayattaki saçmalığı azaltmanın yolu sadece iki kişiden oluşan toplumlar yaratmaktır. Birbiri ile sevişme yeteneği ve arzusu olan iki kişiden oluşan bir toplum var olması muhtemel toplumların en yücesidir ve geri kalan herkes gereksizdir.

Belki de haklıydı Bay C ama bunlar Bay C gibi hayatta gerçek aşkı aramaktan başka hiç bir işi olmayan ve her türlü işi reddeden bir aylak için oldukça iddialı laflar değil miydi? Evet belki de insanlığın ne fabrikalara ihtiyacı var, ne devlet binalarına, ne ilaçlara ve ne de elektrik santrallerine. Bir evin içinde herkesten bağımsız yaşayan bir erkek ve bir kadın… Geri kalan hiç bir şey lazım değil. Belki sinekler tifo saçar, belki fareler veba getirir ve 30 yıllık bir hayatın sonunda en basit bir bakteri nedeniyle tıpkı Mahatma Gandhi’nin karısı Kasturba Gandhi’nin İngiliz penisilini ile şifa bulmayı reddederek en basit hastalık yüzünden ölmesi gibi yataklara düşer ve ölürsün, ya da kanalizasyon hattının konforu yerine bahçene kazdığın foseptik kuyundan lağım temizlemek zorunda kalırsın. Belki uçak yerine eşek ile seyahat edersin, daha kısa mesafelerde yaşarsın ömrünü ve tarlanı traktör yerine kara sabanla sürersin. Ama basit insanın doğası da bu değil mi? Algısı ve dehası yüksek üst insanlar; penisilini, elektriği, tıbbı ve mühendisliği icat ederek basit insana gereksiz ve sentetik bir nitelik kazandırmadı mı? Ortalama insan ömrünün 70–80 yıl olması mesela… Gereksiz bir gelişmedir belki de… Bak bugün insan nüfusu 8 milyara dayandı:

130 Milyon yıllık Borneo Yağmur Ormanlarının yarıdan çoğunu içindeki bütün bitki ve hayvan çeşitliliği ile son yüzyılda yok etmedik mi? Hatta 2050'ye kadar tamamını yok etmiş olacağız. Ne uğruna? Margarin uğruna…Evet palmiye yağından yapılan ve modern hazır gıda endüstrisinin temel taşlarından biri olan ve hemen hemen bütün çikolatalı gofretli abur cuburlarda bulunan dandik margarin uğruna. Evet sera gazları ile iklim değişikliği yaratıyoruz… Okyanus akıntılarının rotalarını değiştiriyoruz. 100 milyon yıldır hep aynı sahile giderek kumların altına yumurtasını gömen deniz kaplumbağalarının yumurtalarından yavrular, rotası değişen okyanus akıntıları yüzünden sıcaklık ortalamalarının da değişmesi yüzünden çıkamıyor artık…

Ben bunları düşünürken Mösyö Meursault başladı konuşmaya:

— Bazen insanın canı öyle yanmak ister ki belki bir sevdiği ölsün diye bile bekleyebilir. Acıya ve ıstıraba bu derece bağımlı bir türüz aslında. O gün annem ölmüştü ya da bir gün önce.. Ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ne hissetmem gerektiği ile ilgilenmiştim sadece. Kafam hep bu soruya odaklanmıştı: Ne hissetmem gerekiyor… Ya da nasıl davranmalıyım? Başkaları için mi? asla… Çünkü başkaları cehennemdir ve başkalarının canı cehenneme, sonuçta herkes aynı yaşar; herkes aynı hayatı yaşar. Ben annemin ölümü karşısında kendim için ne hissetmem gerektiğini düşündüm sadece. İşin garibi bulamadım.

Albert Camus’nun Yabancı`sı daha ilk cümlesinden itibaren bütün bilincimi bir ürperti titreşimleri zinciri ile hakimiyeti altına alan bir hikayedir. Okudum okuyalı kendime gelemedim. İnsan deneyimleyen ve deneyimlerini hafızasına kaydeden bir hayvandır ve bazı deneyimler insanı öyle bir değiştirir ki şaşıp kalmak deyimi bu durumu açıklamada kifayetesiz kalır. ilk izlediğim yabancı dizi the o.c. İlk gençliğim oradaki Ryan Atwood ile o dönem Beşiktaşta fırtınalar estiren İlhan Mansız’ın karışımı olan bir havalılığı kovalamakla geçti. Albert Camus okuyup da adam olduktan sonra ise tek derdim bir Mösyö Meursault olmaktı. Gamsız, tasasız ve umursamaz bir adam. Lakin hiç olamadım.

Paul Lafargue konuşmaya başladığında ise hayattaki absürdlüğün temel sebebinin insanın biyolojik anlamda absürd bir düşünme şekline sahip olmasında yattığını iddia etti. Bunu aşmanın bir tek yolu vardı ona göre: tembellik hakkını normlar hiyerarşisininin tepesine konumlandırmak.

Tembellik hakkı her türlü ilkeden, her türden insan hakkından, her türlü anayasadan ve her türlü yasadan çok çok daha üstün bir haktı ona göre. İnsanların tembellik hakkı merkezdeydi ve geri kalan bütün hakları bu haktan türemişti. Lafargue, eski kafalı bir 19. yüzyıl komünisti olmasına rağmen oldukça haklıydı aslında. Lafargue’nin tembellik hakkı ile Camus’nün saçması`nı ve Atılgan’ın aşka adanmış aylaklığı`nı bir araya getirebildiğimiz zaman işte o aman mümkün olan en sağlam ütopyayı yaratmış olacaktık belki de… Hayatın anlamı üzerine yapılan her felsefi düşünme sürecinin sonunda konunun dönüp dolaşıp aşka bağlanması ne kadar enterasan… Belki de hayatın ardındaki yüce amaç aşktan başka bir şey değildir. Peki kim tanımlayabilir ki aşkı hakkıyla? Devlet kurumları tarafından dil bilimi yeterliliklerine güvenilerek “Türkçe Sözlük” ya da farz-ı muhal İngiliz Devleti için “English Dictionary” yazmakla görevlendirilmiş kurul üyeleri mi?

Şairler mi, filozoflar mı? Yoksa büyük roman yazarları mı tanımlar en iyi? Belki de psikaytristler tanımlar he ne dersiniz? Hatta bir keresinde anlattıklarından bilimsel yönteme sadık ve bilim felsefesine hakim olduğunu anlayabildiğim, insan duyguları ve insan ilişkileri üzerine uzmanlaşmış bir psikiyatriste sormuştum:

— Psikaytride aşkın bilimsel bir tarifi var mıdır?

— Tamamen biyolojik ve hormonal bir yaklaşım var

demişti.

Ya başkaları ne diyor aşk hakkında?

— “Omnia vincit amor (aşk her şeye galip gelir)” demiş Vergilius

—” Aşk hayatı yaşamanın tam şeklidir” demiş Ahmet Hamdi Tanpınar

— “Aşk imiş alemde her ne var” demiş Fuzuli

ve bugün

— ”Aşk, maşukun aşıka içgüdüsel bir ihtiyaca karşılık gelen zulmüdür” diyor skocax

Çünkü Bizet’nin tarifi ile aşk:

Kimsenin evcilleştiremediği yabani bir kuştur,
İsterse gelir sana, istemezse onu çağırmak boşuna,
Yakaladığını sanırsın, kanadını çırpıp kaçar,
Hiç beklemediğin anda ise tam buradadır,
Her yanını sarar, sonra gider ve sonra geri gelir.
Aşk çingene çocuğudur, senin kuralların ona işlemez.

Ama aşkın en okkalı tarifleri Albert Camus, Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud’a aittir.

Suskunluk ve dinginlik içinde huzurla sevebilirdi insan. ama bilinç ve beden var; konuşmak gerekiyor, böyle olunca sevmek cehenneme dönüşüyor .
(A. Camus)

Herkes kendinde eksik olanı sever. Aşk doğanın güttüğü bir amaçtır: erkeğin aşkı, tatmin olduğu andan itibaren gözle görülür bir şekilde azalma eğilimine girer; neredeyse bütün kadınlar, ona, zaten sahip olduğu kadından daha çekici gelecektir, değişikliğe özlem duymaktadır. Öte yandan, kadının aşkı o andan itibaren artmaya başlar. Türün devamlılığını ve olabildiğince büyük bir artışı hedeflemiş olan doğanın güttüğü amacın bir sonucudur bu.
(A. Schopenhauer)

Romantik anlamda aşk diye bir şey yoktur, bu hayatta sadece libido vardır.
(S. Freud)

Freud 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yayınladığı metinlerinde libido kuramı diye bir teori öne sürmüştür. Bu kurama göre cinsel uyarılmanın kimyasal bir temeli olduğunu iddia etmiştir. En nihayetinde cinsellik içermeyen bir ilişkinin “aşk” olarak tanımlanması da pek mümkün görünmüyor, zira:

— Aynı yatakta kardeş kardeş sarılıp yatalım ama birbirimize deliler gibi de aşık olalım mı Adnan?
— Öyle haklısın ki aşkım… Aramızdaki bu ter temiz kara sevdayı cinsiyetçi küfürlerin etimolojik kökenini oluşturan emmeli gömmeli ayıp fiillerle kirletmeyelim Ferideciğim.

gibi bir diyalog ne derece mümkündür? En nihayetinde aşkı gerçek manada başlatan cinsellik de bir uyarılmanın sonucudur. Acaba bu uyarılma insan ruhunu dürten metafizik bir değnek midir? Yoksa insanın kanına karışarak; sonucunda genital bölgelerde bir takım fiziksel sonuçları olan hormonların bir biyokimyasal süreçler bütünü müdür? Romantik aşk esasında şairlerin normal insanlara söylediği büyük bir yalandır. Bu yalanı, her türden yalanın temizleyicisi olan filozoflar temizlemişlerdir. Aşka şairler tarafından atfedilen kutsiyet filozofların güçlü akıl yürütmelerinin sonunda tuzbuz olmuştur. Yani Fuzuli’nin Su Kasidesindeki dizesi:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su
(Saçma ey gözüm, aşk ile gönlümü yakan ateşe göz yaşını )
(Bu denli yanan bir ateşi söndürmeye gözyaşı bir fayda sağlamaz)

Çok güzel bir yalandır Fuzuli’nin söylediği. En azından bu dünyada Arthur Schopenhauer diye biri yaşadığından beri böylesine gönül yakan bir ateşin var olmadığını biliyoruz. Özünde gerçek şairler ve gerçek filozoflar aynı kumaştan mamuldür. Sadece, filozof olacak kadar çok şeyi okumamış, okuyamamış, öğrenememiş, üşenmiş ya da buna imkan bulamamış olanlara şair diyoruz bugün. Aşkla ilgili bir diğer güzel yalanı da William Shakespeare 116. sonesinde söyler: …

Hayır; aşk bir deniz feneridir; dimdik durur yerinde,
Fırtınalara karşı koyar, bir an bile sarsılmaz…

Masadaki dostlarıma bunları anlatırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişim. Dayı da sızmış ve uykuya dalmış yanı başımda. Doğan günün aydınlığı ve ayıklığın gözlerime sunduğu yüksek fer gücü ile bir kez daha dikkatlice bakınca dayının Alan Watts falan olmadığını fark ettim. Martin Eden ile, Baldessera Embriaco ile, Dr. B ile, Bay C ile, Gregor Samsa, Kuyucaklı Yusuf ve daha bir çok roman ve hikaye karakteri ile vedalaşarak çıktık meyhaneden. Sızmış halde omzuma tutunarak uyuklayan dayıyı evine bırakacaktım ve ben de eve gidip yatacaktım. Taksiye binerken tepemizde martı Jonathan Livingston sırtına Momo’yu yüklenmiş ve süzülerek uçuyordu.

Evet hayatın bir anlamının olması elbette gerekmiyor ancak hayata bir anlam atfetmek gerekiyor. Bu atfetme eyleminin yerine getirilebilmesi için öncelikle hayatın anlamının sorgulanması gerekiyor. Anlamı sorgulanmamış bir hayat hiçlikten ve boşluktan başka bir şey değildir. Sokrates de söylemişti bunu: “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” diye. Hayatın anlamının sorgulamaya başlayanların kafayı kırdığı, hayatın anlamının din olduğu tanrı olduğu ya da şu ya da bu olduğu gibi hazır cevapları olanlara itimat etmeyiniz. Dürüst insan elindeki kalıplaşmış hazır cevaplar yerine cebindeki sorularla yaşayan kişidir. Ve esas hayat onu sorgulamaya başladığınız anda anlam kazanır. İnsan, hayatının anlamını sorgulamaya başladığında gerçek bir insana dönüşür. Öncesinde hep ezbere ve başkalarını taklit ederek yaşamıştır. Hayatın anlamını sorgulamaya başladığınızda ise ona bir anlam atfetme ihtiyacı duyarsınız. Bana göre hayata atfedilebilecek en büyük anlam ölümsüzlüktür. Mesela Newton gibi ya da Mozart gibi veya bir Orhan Veli ya da Aşık Veysel gibi ölümsüzlüğü tatmak, geleceğe kalmaktır. Bu büyük insanların hepsi anlamı olan hayatlar yaşadılar.

Yani böyle bir amaç uğruna yaşanan hayat anlamlıdır. Ve hayata atfedilebilecek bir diğer anlam ise elbette aşktır. Herkesin birbirinden korktuğu bu kalabalık dünyada, başkalarının cehennem olduğu bu zorba dünyada, insanların ezenler ve ezilenler diye kümelendiği bu ahlaksız dünyada hakikat arayışındaki kronik yorgunluğa bir soluklanma arası verme mecburiyetine binaen -kim olduğu da hiç mesele değil, sadece her hangi biri- tek bir yar sevmeli ve onun kokusuna sığınmalı insan, tıpkı sahibi eve varınca onun kokusuyla huzur bulan ev kedileri gibi. Ve belki içindeki o kara deliğe benzeyen ve her şeyi yutacakmış gibi duran büyük boşluğu da bir çocukla doldurmalı. 18 Yaşına geldiğinde araba kullanmayı öğretirken her ne şart altında olursa olsun gözünü yoldan ayırmaması gerektiğini gözlerinin içine bakarak söyleyeceği bir oğlu olmalı insanın ya da hayat ona bütün acımasızlığı ile saldırırken dim dik ayakta kalmayı babasından öğrenmiş bir kızı. Muhtemelen Bulgakov’un bir ömür aradığı huzur da bundan başka bir şey değildi.

(Bu yazı 2 bölüm halinde 18/03/2018 ve 28/07/2019 tarihlerinde Ekşisözlük’te “hayatın anlamı” başlığında yayımlanmıştır)

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

Responses (2)

Write a response

Çok güzel bir yazı olmuş, emekleriniz için teşekkür ederiz.

--

keyifli okuduğum bir yazı olmuş. ellerinize sağlık.

--