GERİ KALMIŞLIK

Hakikat
11 min readMar 20, 2020

--

Ve bazen gözlerimi kapayınca İvriz Köy Enstitüsü’nün soğuk yatakhanesinde uyanırım en çocuk halimle. Sırtımda 500 yıllık bir geri kalmışlık çuvalı. Osmanlının 10. Şeyhülislamı Kemal Paşazadeden beri hiç durmadan geriye giden bir otobüsün freni olma görevi verilmiştir minik bünyeme. Gün doğmadan kalkarım içtimaya, imece usulü temizlerim yaşadığım ve öğrendiğim yeri. Öğretmenin bağlamasından gelen harmandalı ezgisi eşliğinde zeybek önce.

Sonra başlar tarihin çocuk omuzlarıma yüklediği kutsal görev. Bir elimde kazmam, topakla savaşmaya gidiyorum. Öbür elimde mandolinim, bağnazlıkla savaşmaya gidiyorum. Torbamda azığım ve hemen yanında Sofokles’in Antigone’u cehaletle savaşmaya gidiyorum.

1947'de Anadolunun bir köyünde yaşayan ve şehre hiç gitmemiş bir adam birçok rengi; mesela tuğla rengini tanımazdı. Hastalığa mikrobun sebep olduğunu, trenin su buharı sayesinde hareket ettiğini bilmezdi. Ama bu köyün bir enstitüsü varsa, orada okuyan çocuk Emile Zola’nın Hakikat’ini okumuş, belki Şekspir’in Hamlet’ini izlemiş ve hatta sahnede oynamış olurdu.

Ve sonra Fakir Baykurt olurdu belki o çocuk. Gönen Köy Enstitüsü’nde bulduğu her kitabı okur, Tonguç Babasını (İsmail Hakkı Tonguç) çok sever ve gelecekte oğlu olunca ona da Tonguç ismini verirdi. Romanlarında o üst seviye edebi kabiliyeti ile iç dünyasını paylaşır ve şiirini söylerdi bizlere:

En olmaz bir toprağın üzerinde
uyanmışlar gün ışığında
kaldırmışlar başlarını
salınışları coşkuyla…

Önce Orhan Veli uğrardı Arifiye Köy Enstitüsü’ne ve yol türküleri şiirinde söylediği gibi bu ülkede ümidin tarifi o köylü çocuklarıydı:

Arifiye! şoför durdu,
enstitü mektebi, dedi.
Süleyman Edip Bey müdürün adı.
bir yol da burada duralım;
ellerinde nasır, yüzlerinde nur,
yarına ümitle yürüyenlere
bir selâm uçuralım.

Sonra Aşık Veysel gelirdi Arifiye’ye, çocuklara saz öğretmeye. Oradan Hasanoğlan’a, Çifteler’e, Kastamonu’ya, Yıldızeli’ne ve Akpınar’a; gidebildiği tüm enstitülere yoksul köylü çocuklarına saz öğretmeye giderdi.

Aşık Veysel 1941–1946 yılları arasında Köy Enstitlerini gezerek saz öğremenliği yapmıştır. Meşhur “Kara Toprak” türküsünü Çifteler Köy Enstitüsünde yaratmıştır.

Ardından bugünüme, yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinin son demlerindeki gerçeklere uyanırım. İptidai ve geri kalmış bir cemiyetin sömürülmekte olan etkisiz bir ferdiyim. Köy Enstitüleri projesi henüz 21. köyde bitirildi. Oysa binlerce köy vardı Anadolu’da ve bunların tümünü aydınlatabilmek için daha yüzlerce enstitü açılmalıydı. 1970 Yılında 1000. köy enstitüsünün açılışı yapılmış olsaydı mesela… Türkiye bugünkü bu berbat halde mi olurdu yine? Olmadı, 22. bile açılamadı, açtırmadılar. İşte o yakınına köy enstitüsü açılamayanlardan biri de benim köyüm. Kızılırmak civarında, Ahmet Haşim’in 1919 Anadolusunu anlatan mektubunda bahsettiği yerler, hatta belki de o heyetle birlikte uğramıştır bizim köye.

Köy enstitülerinin kuruluşunu ve kapatılışını anlatan bir sürü belgesel ve kitap var. Köy Enstitüleri kapandıktan sonra neler olduğunu ise kimse anlatmadı bugüne kadar. Bir miktar ben anlatayım: Köy Enstitüsüz bir Türkiye’de; okuma yazma bile öğrenemeyen dedemin 2 çocuğunun hastalıktan kırıldığı gençliği yaşandı. Daha sonra babamın 15 yaşında istanbul’a zoraki göçü ve adına gecekondu denen yapılarda kış soğuğunda titremeleri, 35 yıl fabrikalarda sendikasız mesaisi, geri kalmışlık sebepli uğradığı hukuksuzluklar ve istikbalde benim şehir gettosunda bronşit ve soğuk algınlığı ile fakirlik, ezilmişlik, yoksulluk içinde geçen çocukluğum yaşandı. İşte köy Enstitüsüz bir Türkiye bizlere böyle hayat hikayeleri nasip etti.

Kerpiç Ev

Bir çoğunuz bilmez Anadolu’nun köylerini. Evler kerpiçtendir, kerpiç bildiğin çamurdur. Kalıplara döker güneşte kurutur primitif bir tuğla yaparsın. Sonra dağa gider ağaç kesersin, dallarını budar, kabuklarını soyarsın ağaçların. Kerpiçleri şaşırtmalı biçimde üst üste dizer aralarına daha ince bir çamurdan harç sürersin. üzerine ağaç kütüklerini dizer çatı yaparsın, damı topraktır. Zeminine betondan harç, duvarlarına beton sıvası ile kireç sürersin. Çamur beton harcı tutmaz, sıva boya dökülür sürekli. Çamurdan bir evin içinde yaşarsın bir ömür; ortalık tozdan gübürden geçilmez, süpürdükçe tozlanır evin içi. Aşağısı ahırdır, pire ve bit çocuklar için alışılmış parazitlerdir. Kolunda bir pire yakaladın mı baş parmaklarının tırnakları arasında ezersin onu “pıt” diye ses çıkarır. En fazla haftada bir leğende banyo yaparsın; kardeş kardeşin dizine yatar saçlarını tımar eder. Bulduğu bit ve sirkeleri yine baş parmaklarının tırnakları arasında ezer. Köyde çok çocuk yapar insanlar. köyler yoksulluktan öz çocuğunu başkasına evlatlık veren insanların hikayeleri ile doludur. Çok uzağa değil 90'lı yıllara gitmeniz kafi.. Bulduğunuz bir köy yaşlısına çocuk öldüren salgınları sorun. Başlar anlatmaya “77'de bir kıran geldi çocukların tümünü aldı götürdü”. Köyler böyledir. Çocuk ölümleri kabullenilmiştir o dönemin köylerinde.

Anadolu’dan çok hükümdar geldi geçti, hiçbiri köylere uğramadı. Hititlerin Hattuşili’si, Frigya Kralı Midas, Miken Kralı Agamemnon, Makedonya Kralı Büyük İskender, Pers Kralı 3. Darius, Roma Diktatörü Sezar, Bizans İmparatoru Konstantin, Selçuklu Sultanı Alparslan ve en son Osmanlı Hanedanı… Hiç birinin köylerde bir tek dikili ağacını bulamazsınız. Anadolu tarihinden bahsediyorum zira biz Asyalı olduğumuz kadar da Anadoluluyuz ve Cevat Şakir’in dediği gibi Anadolu Asya değil bir Akdeniz medeniyetidir; buraya gelen buradan geçen burada yaşayan herkes, buraya hükmeden her hükümdar, burada yeşermiş her bitki, kültüre karışmış her parça bugünkü ulusal kimliğin bir tamamlayıcısıdır. 4000 Yıl önce Hititler bugün Boğazkale dediğimiz yerde her hafta pazar kurar: nohut, iğde, elma ve armut satarlardı. Boğazkale’de bugün de pazar kuruluyor ve nohut, iğde, elma ve armut satılıyor. iktidara kim gelirse gelsin, devletler değişir, şehir isimleri değişir, mabedler değişir, dinler ve diller değişir ama o pazar en az 4000 yıldır her hafta kurulur. İşte o pazarın da bizim kimliğimizde yeri vardır.

Cevat Şakir Kabaağaçlı — Nam-ı Diğer Halikarnas Balıkçısı

Anadolu’da köyler ilk defa Kemalizmin Köy Enstitüleri sayesinde iktidar ile muhatap olabilmişlerdir. Bilinen 5 bin yıllık tarihinde Anadolu Köyleri ilk defa hükmedenden bir şeyler almaya başlayabilmiştir: eğitim, bilim, sanat ve teknoloji. Kemalizm en Kemalist evlatlarını, en idealist öğretmenleri yollamıştır dağ başındaki ücra köylere, çünkü bilir ki içindeki idealizm ateşinin koru kan kırmızısı olmayan biri orada duramaz. Köy Enstitülerinin kuruluşuna dair kanuna göre tüm köylüler yılın 20 günü köy enstitüsü için çalışmak zorundaydılar. Ayrıca her köylü Köy Enstitüsünün arsası için ve Köy Enstitüsüne kaynak olacak tarım alanı için arazisinden pay vermek zorundaydı. Bu durum için bazıları “şehirlilerin okulunu devlet yapıyor köylülerin okulunu köylüye yaptırıyor” şeklinde homurtular çıkarsa da devlet fakirdi, şehirlerde okullaşmayı bile tamamlayamamıştı, zaten aşar vergisini ta İzmir İktisat Kongresi’nde alınan karara istinaden 1925 yılında kaldırmıştı ve geliri azdı, o dönem 17 milyonluk nüfusun 4 milyonu şehirde 13 milyonu köyde yaşamaktaydı, 1935 nüfus sayımına göre 35 bin köyde okul yoktu ve acil bir çözüm bulunmazsa bu sorun belki 100 yıl daha çözülemeyecekti, 5000 yıldır hiç bir hükümdarın ağaç bile dikmediği binlerce köye varını yoğunu onlarca yıl süren savaşlarda kaybetmiş 20 yıllık bir cumhuriyetin bir anda binlerce okul yapması gerçekçi ve mümkün değildi. Ayrıca köylerin geri kalmışlığını bitirmenin bundan başka yolu o gün bulunamamıştır, bugün buldum diyen de beri gelsin.

Cumhuriyetin köylüye verdiği şey idealist öğretmenlerdir. Bu öğretmenler her türlü maddi varlıktan çok daha kıymetlidir, köylüye her şeyden daha faydalıdır çünkü köylünün Demir Çağından 20. Yüzyıla geçmesi ancak bu öğretmenler aracılığı ile mümkündü. Enstitüde okuyan çocuklar için iş eğitimi, ağaççılık, hayvancılık ve tarım uygulamaları zaten genel eğitimin bir parçası olduğundan enstitüler kendi yağlarında kavruluyor ve zaten fakir olan devlet, ilave bir masrafa girmeksizin 5000 yıldır cahil bırakılmış köylüsünü mucize sayılabilecek bir eğitim donanımıyla mezun edebiliyordu. 5 Senede bin yıl ileri taşıyordu 20. yüzyılda hala demir çağında yaşayan Anadolu köylüsünün çocuğunu. Mezun olacak çocuklar devlet için maaş karşılığında 20 sene boyunca zorunlu hizmette öğretmen oluyor ve bu sayede enstitülerin sayısının çok hızlı biçimde artma potansiyeli oluyordu.

Beşikdüzü Köy Enstitüsünün 2018'de yıkımı : Beşikdüzü’nün AKP’li belediye başkanı “Ahırları yıktık yurt yapıyoruz” ifadesini kullanmıştır.

Köy Enstitüsünde oğlunu okutmak isteyen köylüden oğlunun yanında bir de kız çocuk bulması isteniyordu. Hatta oğlunu enstitüye yazdırabilmek için köy köy kız çocuğu arayan, ana babaları ikna etmeye çalışan köylüler bile vardı. Bu durum Anadolu köylülerini huylandırıyordu tabi. Eğitimin kız-erkek karma ve yatılı verilmesi dindar ve süperegosu namus tabusu ile şekillenmiş köylüyü rahatsız ediyordu. Yine de birçok köylü, çocuğunu köy enstitüsüne vermekten çekinmedi. Sayıları artsa idi elbet boş kalmayacaklardı. Çünkü bu enstitüler köylünün ekonomik kalkınmasına da hizmet ediyor, başka hiç bir faydasını saymasak bile modern tarım teknikleri ile tarımsal üretimde verimliliği arttırıyorlardı. Zaten 1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelince köy enstitülerinde karma eğitime son verdi; kız öğrenciler Beşikdüzü ve Kızılçullu Köy Enstitülerine toplandılar. 1949'da 21. Köy Enstitüsü Van Erciş’te açıldı ve ondan sonra bir daha yenisi açılmadı. Arabın anlamlandırdığı “namus” kelimesi türkiye’de 1950'de yaşayan 20 milyon insanın kaderini belirliyordu. Arapoğlu, bir tek kelime ile bir ulusun gelişmesine, kalkınmasına, aydınlanmasına engel olabiliyordu. Namus mukaddesti, kız erkek bir arada okutulamazdı.

1951 Yılında DP’li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından açılışı yapılan İstanbul İmam Hatip Okulu 1973 yılında RTE’yi mezun etti. Bu okulun binası 2017'de (muhtemelen Robert Kolejin mimarisine özenilerek) yenilendi ve bugünkü adı: İstanbul RTE Anadolu İmam Hatip Lisesi

1950 Sonrası karşı devrim “imam hatip okulları” atılımını yaptı. Köy Enstitülerinin mimarı Hasan Ali Yücel’i “köylülere kominizmi yayıyor” diye iftira atan Demokrat Parti milli eğitim bakanı Tevfik İleri 1951 yılında Türkiye’nin ilk imam hatip okullarının açılması kararını aldı: Tayyip’in mezun olduğu imam hatip de bu kararın sonucudur. Bugün Türkiye’yi yöneten kadro bu okullarda yetişmiştir. 1954 Yılında da köy enstitüsü projesi demokrat parti eli ile sonlandırıldı. Karşı devrim dünya klasikleri ile gerçek bilim, teknik ve sanat eğitimi alan köy enstitülerinin yerine bu vatanın iktisadi ve sosyal kurtuluşunu Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “incir ağacının altında seks yapanın çocuğu şaşı olur” öğretili kitaplarını kutsayan imam hatiplerde görmüş, halkın büyük çoğunluğu da bunu seçimlerde onaylamıştı. Köy Enstitülerinin kapatılmasında benim görebildiğim dört ana sebep var:

1-Amerika’nın köy enstitülerini sovyet tipi komünist benzeri devletçi yapılanmalar olarak görmesiyle chp içindeki sağ klikin köy enstitülerine olan tavrının değişmesi.

2- Köy Enstitülerindeki karma eğitim yüzünden bu kurumların islamcılarca/cemaatlerce köylüye “fuhuş yuvası” olarak anlatılmış olması.

3- Demokrat Partililerin ve mhp’nin o dönemki tarihsel kökü olan yönetici ve politikacıların “komünizm” fobisi ve aslında sosyalizmle uzaktan yakından alakası olmayan enstitüleri “komünist yuvası” olarak nitelemeleri. (köy enstitüsü mezun ve öğrencilerinden komünistlikle ilgili bir suçlamada yargılanan sayısı harp okullarında yargılananlardan çok çok daha azdır)

4- O dönem bir çok yerde aktif olan ağalık düzenine gelecekte vuracağı darbenin ağapolitikacılar tarafından öngörülmesi ve buna önlem olarak enstitü karşıtı politik grupların oluşturulması.

Ama bunların içinde en büyük sebep köy enstitülerine atılan “fuhuş yuvası” iftirasıdır, köy enstitülerinin birilerinin kimliğine işlemiş o namus mefhumuna olan taarruzu duygusudur. Yani Türkiye’nin köylülerinin eğitim alarak demir çağından çıkıp 20. yüzyıla geçiş yapmasına tarihte her zaman olduğu gibi yine İslamcılar engel olmuşlardır. Demir Çağı milattan önce 2. milenyumdur, yazının icadına kadar devam eder. Benim çocukluğum geçti köyde, kısmen köylüyüm ve benim köyümün hala daha demir çağında yaşadığını kendim itiraf ediyorum. Ve ben dün sömürüldüm, bugün de iliklerime kadar sömürülüyorum. Marx, Das Kapital’i yazarken İngiltere’deki “British Library” isimli meşhur kütüphaneye kapatır kendisini. Orada “9 yaşında günde 15 saat çalışan İngiliz çocukları” ile ilgili veriler bulur. Kendisi Prusya’nın kaymak tabakasından olan Marx, alt tabakanın halini, avamın vaziyetini önceleri pek bilmezdi. Esas sömürüyü Engels ile tanıştıktan ve İngiltere’ye sürgüne gittikten sonra öğrendi. Batılı liberal demokrasilerde geçtiğimiz yüzyılda sömürü oldukça hafifledi: çocuk hakları, işçi hakları, kadın hakları, hayvan hakları… Adalet tekamülüne epeyce yakınlaştı. Geri kalmış ülkelerde ise sömürü son sürat devam ediyor.

Örneğin dünyada Türkler dışında kışın üşüyen çok az millet vardır. Zaten Türkiye’de hala daha evlerin ekseriyeti sobalıdır. Sobanın yandığı oda dışında kalan odalar soğuktur ve üşürsünüz. Doğalgazla çalışan kombili evlerde sürekli yaksan petek başına nereden baksan ayda 100–150 lira -toplamda 700–1000 lira fatura gelir. Bu nedenle ısı ayarını en düşük seviyede tutmak zorunda kalırsınız ve üşürsünüz. Türkiye’de üşümeyen adam çok azdır: ya façası düzgün mangırı tamdır, ya güneyde klima ile ısınıyordur ya da apartmanın kömürle çalışan ortak kalorifer sistemi vardır. Onlar da kışı geçirmek için en az 3–5 bin lira arası yakıt parası öderler. Bu para asgari ücretli bir işçinin 3–4 aylık maaşıdır. Dünyanın geri kalanı böyle değil. Petrolü ve doğalgazı olan ülkeler ile diğer gelişmiş ülkelerde herkesin evinde sabah akşam gece gündüz 4–5 ay boyunca cayır cayır yanıyor kaloriferler. Faturaların aylık asgari maaşa oranı da Türkiye’nin çok altında. Bir tek Türkiye gibi hem yeraltı zenginliği olmayan hem de geri kalmış ülkelerde üşür insan. Ve işin en can sıkcı tarafı da düşük ayarda açılan kombi ile sen üşüdükçe Reza Zarrab gibilerin petrol ve doğalgaz ihracatı üzerinden para kazanıyor oluşudur.

Geri kalmışlığa çözüm çağdaş eğitim değilse nedir? Hala demir çağında yaşayan köylülerle, ilk çağa geçiş yapabilmiş yarı-köylüler imam hatiplerde okudukça bu ülke nasıl ilerleyebilir? Bu ülkede bir geri kalmışlık sorununun ciddiyetinin farkında olanlar bir de geri kalmışlığı kendine hiç sorun yapmayanlar yaşıyor. Bu iki farklı tutum insanların ideolojik duruşunu zoraki olarak etkiliyor. Geri kalmışlığa takıntılıysan buna çözüm arayışlarına giriyorsun. Böyle bir takıntın yoksa geri kalmışlıktan bağımsız bir siyasi görüşün oluyor. Örneğin Kemalizm ve Kemalistler geri kalmışlık meselesine takıntılı iken geri kalmışlık Gazalici Nihilistlerin umurunda bile değildir. Bu ayrımı oluşturan meselenin kökü ise aile eğitiminin ve toplum görgüsünün farklılığında yatıyor. İslamcılar bu ülkeye kuramsal/sanatsal/bilimsel olarak hiç bir eser kazandırmadılar. Kazandırmaları mümkün de değil. Bunların kuram oluşturmuş, bilimsel tahlil yapmış, vaka incemesi ya da saha araştırması yapmış ne sosyal bilimler alanında, ne kültür, sanat ve edebiyat alanında ne de doğa bilimleri ile fen ve mühendislik alanında adamları da yoktur. Misal, Türk Sosyoloji tarihi bellidir. Türk sosyolojisi Ziya Gökalp ile başlar, ardından Prens Sabahattin, Fahri Fındıkoğlu, Hakkı Baltacıoğlu, Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Berkes, Behice Boran, Mümtaz Turhan, Emre Kongar ile devam edegelir ve Türk Sosyolojisi bunlardan ve bunlara ilave 5–10 kişiden oluşur. Bunların kimi Behice Boran gibi sosyalist kimi de Ziya Gökalp gibi Türkçü bir çizgidedir ancak bunların tümü 20. yüzyıldaki Türk çağdaşlaşması davasının savunucularıdırlar. Ziya Gökalp Osmanlıdaki Türk kimliğinin aslında bir tür Araplık olduğunu ilk tahlil eden ve ulusal kimlik inşasının ilerici anlamda toplumsal bir reformu da tetikleyeceğini ilk söyleyenlerdendir: Türk Ulus kimliğinin mimarlarındandır. Niyazi Berkes “çağdaşlaşma” terimini türkiye’de yaygınlaştıran kişidir, Türkiye’deki laikliği detaylı tahlil etmiştir, Türkiye’deki kimlik sorununu “Türk Ulusçuluğu” kavramı ile kuramlaştırmıştır. Niyazi Berkes Türk Ulusçuluğunu Kemalizm olarak tanımlayan ve Türkiye’nin bu araçla ilerleyebileceğini savunan kişidir, geri kalmışlık sorunun ciddiyetini algılayamayanlar ile dinci ve ırkçı saiklerle bozuk argümanlar üretenlerden oluşan karşı devrime çalışanlar onun üzerine de gitmiştir.

Kaplumbağa Terbiyecisi — Osman Hamdi Bey

Türkiye’de islamcıların sosyoloğu yoktur, sosyoloğa ihtiyaçları da yoktur. Bunlar cemaat liderlerini, tarikat önderlerini, Necip Fazıl gibi dinci şairleri ya da Said Nursi gibi üfürükçüleri “sosyal bilimlerin tümüne hakim olan ulu kişi” olarak görürler. Çok sıkıştılar mı bir tane bile bilimsel yayını olmayan Cemil Meriç gibi işkembeden sallayanlara sığınırlar. Bunların Cevat Şakir, Ahmet Arslan, Oruç Aruoba, İoanna Kuçuradi, Ahmet İnam gibi düşünürleri/felsefecileri yoktur. Felsefeye ihtiyaçları da yoktur. Bunlar Afife Jale’nin peşine inzibat takıp Müslüman bir Türk kadının tıpkı “rum gavurları” gibi alenen tiyatro yapmasına engel olmaya çalışan Osmanlı Hükümetlerinin devamıdır. Laik Cumhuriyet serbest bırakana kadar Osmanlıda müslüman bir kadının tiyatrocu olması yasaktı bildiğiniz üzere. Bunların yeşilçamı, opera ve balesi, tiyatroları, sinema tarihi, müzik tarihi, senfoni orkestraları, piyanistleri, gitaristleri yoktur. Olmasına ihtiyaç duymazlar, “ çağdaşlaşma dedin de hangi piyanisti, gitaristi çıkardın bugüne kadar” diye sorarlar bir de pişkince. Bunların ne Türk resim sanatı tarihi ile bağları vardır ne Türk musiki tarihi ile. Bir iddiaya göre Osman Hamdi bey bile meşhur kaplumbağa terbiyecisi tablosunda kaplumbağalar aracılığı ile bu dinci-gericileri anlatır.

Bunların edebiyatçıları da yoktur. Reşat Nuri’nin, Yakup Kadri’nin, Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in, Rıfat Ilgaz’ın, Haldun Taner’in… Türk edebiyat ağacının kimlerden oluştuğu bellidir.

Bunların bir dünyanın hiçbir yerinde iplenmeyen uyduruk tarihçileri bir de yedi güzel adam diye bir ortalama şair grupları vardır. Onların da isimlerini Türkiye’deki bütün okullara, sokaklara, mahallelere vermeye uğraşıyorlar. Sebahattin Zaim gibi ortalama bir muhasebe-iktisat akademisyenine sırf islamcı diye hocaların hocası diyorlar ve adına üniversite açıyorlar. Adamsızlığı görebiliyor musunuz? “Yeni Türkiye” dedikleri terane Türkiye’nin son yüzyılda yoktan yarattığı bütün değerlerin ve bütün büyük insanların, bilim ve sanat insanlarının inkarıdır. İşte bu yüzden bunlar Türkiye’yi ilkokul mezunu tarikat hocalarından başka kimseye danışmadan bilimle, sanatla ve teknikle değil nas ve üfürükle yönetirler. Nas ve üfürükle yönetilen ülkenin ulaşacağı nihai menzil daha fazla geri kalmışlıktır. Üşümeye devam etmektir…

(Bu yazı 09/12/2017 tarihinde ekşisözlükte “geri kalmışlık” başlığında yayımlanmıştır)

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Responses (1)

Write a response