EHLİ SÜNNET TEORİSİ-1

Hakikat
9 min readJan 26, 2019

--

(GİRİŞ)

Genel anlamda İslam Teorisi; Ehli Sünnet (Sünni) teori, Şia teori, Nusayri teori, Dürzi teori, İsmaili teori, Alevi teori, Ahmedi teori ve sair kurgusal teorilerden oluşsa da ehli sünnet teorisi hacim anlamında ve nüfuz olarak İslam teorisinin en büyük porsiyonunu oluşturur. Yüzlerce yıllık literatürü hiç taramadan kafasına göre bir tanım yapabileceğini zanneden cahil avamı saymazsak, üzerinde bu işin ehli olan herkesin mutabık olduğu standart ve değişmez, (biraz geniş anlamda olsa bile) 700–800 yıldır hiç değişmemiş bir ehli sünnet tanımı mevcuttur ve bu tanıma göre ehli sünnet teorisi iki kısımdan oluşur:

1- Tasavvufi (Sufi) Ehli Sünnet (Gazali tipi Ehli Sünnet)
2- Selefi Ehli Sünnet (Hanbeli ve/veya İbn-i Teymiye tipi Ehli Sünnet)

Ehli Sünnetteki bu ayrım temelde “tasavvufu kabullenme” temellidir. Sufi İslamda tasavvuf farzdır ve selefi islamda ise tasavvuf haramdır. “Sufi” kelimesi “tasavvuf” kelimesinin kökünden gelen bir ism-i fail olmakla birlikte “tasavvuf yapan kişi, tasavvufla uğraşan kişi” anlamına gelmektedir. Tasavvuf ise Muhammed’in kurduğu din olan İslamın felsefi bir arka planı olduğunu iddia eden teoridir. İslamın 7. yüzyıldaki orijinalinde tasavvufun gerçekten var olduğuna dair bir emare bulunmamakla birlikte; tasavvufu İslamın genişleyip de farklı coğrafyalara yayılması sonucu aslında yunan felsefesi ile Hint ve Pers mitolojisinin İslam üzerinde bıraktığı etki olarak değerlendirmek daha tutarlı olacaktır. Zira bilindiği üzere Antik Yunandan temellenen felsefenin temel uğraş alanları bilginin ne olduğu (epistemoloji), varlığın ne olduğu (ontoloji) ve ahlakın ne olduğu (etik) gibi problemlerdir. Ve tasavvufun bu üç eksen üzerinden tanımını yapmak gerekirse: tasavvufa göre “varlık felsefesinde” tanrı vahdettir/birliktir ve aynı zamanda kadir-i mutlaktır, tek ve en güçlü varlıktır, sonsuzdur. Dolayısıyla insanın benliği diye tekil bir şey var olmadığı gibi var olan her şey zaten tanrının bir parçasıdır. “Bilgi felsefesinde” ise iyinin ve kötünün ötesindeki doğruyu yani hakikati ancak tanrı bilebilir ve işte tanrının bir parçası olan insanın şuuru için bu bilgiye sahip olmak aşağı yukarı her şeyi bilmek anlamına geldiği gibi tek ve sonsuz varlık olan tanrının cüzi bir parçası olan insan başka canlılara ya da insanlara (ki onlar da tanrının parçalarıdırlar) zarar vermek suretiyle aslında kendine zarar vermiş olmaktadır. Dolayısıyla zararsız olmak insanın doğasında vardır, doğasının gereğidir. İşte bu da tasavvufun “ahlak felsefesindeki” problemlere önerdiği çözümdür, tasavvufun etik yaklaşımıdır.

Ehli Sünnet Teorisini tarihi ile birlikte kavrayabilmek için, genel anlamda İslam teorisini, tüm dinlere eşit uzaklıktaki bir dinsizin objektif/tarafsız bakış açısı ile özetlemek gerekirse: 571 yılında Hicaz’ın Mekke isimli ufak bir kasabasında doğduğu iddia edilen Muhammed isimli bir Arapın, her şeyi ve herkesi yarattığı iddia edilen bir tanrı ile temas kurduğunu iddia etmesi sonucu “İslam” adında bir Arap dini ortaya çıkmıştır. Muhammed’in gençliğini ve orta yaşlılığını yaşadığı dönem ile bir süre sonra kralı olduğu Arap Devletinde yazılmış tek bir harf bile bugüne gelmemiştir. En eskisi Muhammed’den bir kaç yüzyıl sonra yazılmış bir takım antik Arapça metinlere referansla Muhammed’in iddiasına göre tanrısı ile kurduğu temas sonucu; tanrısı ona “ayetler” söylemiş ve insanlara uyması gereken kurallar ile yapmaları gereken ibadetler hakkında bilgiler vermiş, geçmiş dönemlerde (sadece orta doğu coğrafyasında) yaşayan insan gruplarından ve özellikle en çok da Yahudilerden bahsetmiştir. Sünni İslamın kendi kaynaklarında bir çok yerde geçtiği üzere Muhammed’in yaşadığı coğrafyada Arap Paganlığından sonra en yaygın dinlerden biri Yahudiliktir. Kuran’da Yahudiliğin bu denli çok zikredilmesinin ardındaki gerçek muhtemelen “tek tanrı” inancının onunla ilk defa tanışan insana cazip gelmesinde yatmaktadır. Söz gelimi Muhammed, Hira Tepesindeki mağarada varoluş, din, inanç ve Mekke tipi putperestlik üzerine düşünürken, ticaret yollarında karşılaştığı Yahudilerden dinlediği dinin içeriğindeki “tek tanrı” fikrinden muazzam derecede etkilendiğini fark etmiştir. Zira ortada bir varlık varsa, evren varsa, dünya varsa; bunları var eden yüzlerce farklı tanrı yerine her şeyin yaratıcısı tek bir tanrının olması gerekliliği fikri çok tanrılı putperest kavimleri tarihin her döneminde büyülemiştir. Yani “kadir-i mutlak tek tanrı fikri” dinler tarihinin en üst düzey teorisidir. İskandinavlar bu teori karşısında kendi milli çok tanrılı pagan dinlerini terk etmiş ve onlara bu teoriyi ilk defa tanıtan Hristiyanlığa geçmişlerdir. Romalılar ve diğer Avrupa toplumları ile Güney Amerikalılar da aynı şekilde, onlara “tek tanrı” fikrini etkili bir biçimde islam sunmuş olsaydı muhtemelen İslama da geçerlerdi. Türkler de İslam öncesi tengri, umay, erlik, öd gibi tanrıları olan çok tanrılı Gök Tanrı inancını “kadir-i mutlak tek tanrı teorisi” nedeniyle terk etmişlerdir çok tanrılı bir din olan Gök Tanrı inancını “kadir-i mutlak tek tanrı teorisi” nedeniyle terk etmişlerdir. (Göktanrı inancının tek tanrılı olduğu iddiası zayıf bir iddiadır, en ünlü Türkologlardan Talat Tekin’e göre Kültegin anıtında bile “Tengri”den bağımsız olarak başka bir tanrı olan “Öd Tengri= Zaman Tanrısı” ifadesi mevcuttur, bunu bazı kesimler muhtemelen dini refleksle “zamanı tanrı yaşar” diye yanlış bir biçimde çevirirler ve bazı kesimlerde farkında olmadan bu ideolojik çeviriye alet olurlar). Keza Hindistan’da Müslümanların temas kurabildiği bölgelerde Hindular çok tanrılı dinlerini terk ederek “kadir-i mutlak tek tanrı” fikrinin cazibesi ile Müslüman Pakistanlılara dönüşmüşlerdir. Bu teori ilk elden bir Filistin/Yahudi teorisi olduğundan “İbrahimi” dinler dünya yüzeyine bu derece yayılmıştır. Kendi teorisi olan İslamı yaratırken kendi öz milli dini olan Arap Putperestliğini terk etme/dinden çıkma mecburiyeti hisseden Muhammed İslam dinini yaratırken, kendi kabilesinden ve Mekke’de içinde yaşamaya mecbur olduğu cemiyetinden göreceği “mürted” tepkisini kısmen bastırabilmek için “Yahudi tipi tek tanrıcılık ile Hicazlı Arap tipi putperestlik” inançlarını sentezlemek zorunda kalmıştır. Zira Muhammed, Yahudiliği ana karkas olarak alıp içine kendi coğrafyasından donelere yerleştirmek suretiyle yerliliğinden ve milliliğinden taviz vermemiştir. Bu sayede Yahudiliği güncelleyen adam/peygamber sıfatını taşımayı hak ederken kendi insanının gönlünü de kazanmıştır. Onlara Mekkeli Arapın kültürünün dünyanın standart ahlak kuralları olduğu iddiasını sunarak onları onore etmiştir. Bu sayede Muhammed bölgeye git gide daha fazla nüfuz eden ve Hicaz Arapının ulusal kimliğini tehdit eden Yahudi ve Hristiyan inançlarına karşı bir Arap milli hareketi yaratmıştır. Peki tek tanrıcılık fikri ilk elden Yahudilere ait ise neden Yahudilik yerine Hristiyanlık ve İslam insanlar arasında daha fazla yayılmıştır? Çünkü tek tanrı inancı Yahudilerde “milliyetçi bir içine kapanıklılık” ile birlikte ortaya çıktı, yani 2000 yıl öncesinin Yahudisine göre bir Romalı Yahudiliğe geçemez, zira Yahudiler seçilmiş insanlardır. Dolayısıyla Yahudi olmak hakkı herkese verilmiş bir hak değildir. İsa bu dini güncelleyerek kölelere bile tek tanrı inancına sahip olma hakkı vermiştir. Hatta Hristiyanlık Romanın pagan asilzadelerine karşı kölelerin mücadeleleri ve savaşları üzerinden yayılmıştır. Muhammed de aynını yaptı, o da pagan asillerinin kurulu ekonomik çarklarının dişlileri arasında ezilen olabildiğince fazla köleyi ve fakiri, kuru ekmek edebiyatıyla dinine taraf yapmaya ve ordusuna katmaya çabaladı. Ama o bunu yaparken Araplık kimliğini dinin arkasına bir asimilasyon mekanizması olarak gizledi. Dolayısıyla yakın doğu coğrafyasındaki neredeyse tüm halkların Arapça konuştuğu ve Arap töresine uygun yaşadığı bugünden geçmişe bakınca tarihin kanıtladığı gibi onun yarattığı din o dine inanan herkesi er ya da geç Arapa çevirir.

M.S. 900'lü yıllarda yazılmış tarih kitaplarına ve “hadis” adı verilen Muhammed’in sözlerini ve anektodlarını, doğru ve güvenilir biçimde içerdiği iddia edilen kitaplara göre (ki bugün elimizde daha eskisi mevcut değildir, her cemaat önderi, şeyh, kutup, gavs, ilahiyat profesörü, alim, evliya ya da islam tarihçisi de bu kitapları “temel kaynak” alır ve büyük oranda kesin doğru kabul ederek islama inanır) Muhammed m.s. 632 yılında ölmüştür. Muhammed’in kurduğu Arap Ulus Devleti’nin başına öncelikle kayınpederi Ebubekir geçmiş, onun ölümünden sonra diğer kayınpederi Ömer geçmiştir. Ebubekir’in kızı Ayşe, Muhammed’in 3. karısı ve Ömer’in kızı Hafsa Muhammed’in 4. karısıdır. Ömer’den sonra damadı Osman geçmiştir. Osman muhammed’in iki kere damadıdır; sünniliğin kesin doğru kabul ettiği iddiaya göre önce bir kızı (rukiye) ile evlenmiş, o ölünce diğer kızı (ümmü gülsüm) ile evlenmiştir. Osman’a Araplar “zinnureyn” derler; anlamı “(iki nur sahibinden mecazla) iki kere damat”tır. Osman’dan sonra öz kuzeni ve aynı zamanda damadı olan Ali geçmiştir. Müslümanların “asrı saadet” yani “en mutlu yüzyıl” dedikleri dönem tümü birbiri ile akraba olan Muhammed, Ebubekir, Ömer ve Ali’nin sırayla yeni kurulmuş arap ulus devletine krallık yaptıkları dönemdir. (Yüzlerce yıldır ehli beytçilerdört halifeciler arasındaki kavganın, mezhep savaşının çekirdekteki sebebi de, hayatta kalan bir erkek çocuğu olmayan Muhammed ölünce başa kayınpeder mi geçmeliydi yoksa kuzen-damat mı sorunsalıdır). Görüldüğü üzere 7. Yüzyıldaki Arap Ulusal Krallığı en ilkel yönetim şekli olan bir kabile devleti gibi Muhammed ve akrabaları tarafından yönetilmiştir. Zaten Muhammed’in hayatta kalan erkek çocuğu bulunmamaktadır. Eğer erkek çocuğu bulunsaydı dönemin şartları gereği iktidar babadan oğula geçerdi. Erkek çocuk bulunmadığı için iktidar sırasıyla en yaşlı kayınbaba (Ebubekir), diğer kayınbaba (Ömer), büyük damat (Osman) ve küçük damat (Ali) şeklinde sırayla el değiştirmiştir. Ali sonrası gelen Emeviler de Muhammed’in 4 kuşak yukarıdan öz akrabasıdır. Muhammed’in dedesinin dedesi, Emevilerin kurucusu Muaviye’nin 8 kuşak yukarıdan büyük dedesidir. Emeviler sonrası Ortadoğu’ya 500 sene hükmeden Abbasiler devleti ise Muhammed’in öz amcası Abbas’ın 5 kuşak aşağıdan torunu Abu al Abbas (bkz: Seffah) tarafından kurulmuş ve taht/hükümranlık/halifelik babadan oğula veraset yoluyla geçerek 500 sene yakın doğu coğrafyasındaki halklara hükmetmiştir.

Ehli Sünnet Teorisinin tekamülü ve standart bir doktrin olarak tüm İslam dünyasının temsili konumuna gelmesi ise Muhammed’in soyundan olan Abbasilerin siyasi iktidarlarının sallanmaya başladığı 12–13. yüzyıl civarlarına denk gelir. Zaten Abbasi Halifeliği 1258 yılında Cengiz Han’ın torunu Hülagü tarafından yok edilmiştir. Halifeliğin hala daha Abbasilerde olduğu dönemlerde çeşit çeşit mezhepler, cemaatler, imamlar; farklı fikirler ortaya çıksa da kitlesel anlamda Müslümanlar “Gerçek İslam Nedir” sorusuna cevap aramak mecburiyetinde değillerdi, zira siyasal iktidar halen daha emin ellerdeydi: koskoca peygamberin amcası Abbas’ın kanından gelenler bütün coğrafyanın hakimiydiler ve elbet gerçek İslamın bozulup yok olmasına izin vermeyeceklerdi. Abbasiler döneminde yüzlerce farklı mezhebin yanı sıra bugünkü “4 Hak Mezhep” denilen fıkhi mezhepler: Hanefilik, Şafilik, Malikilik, Hanbelilik kitlesel anlamda mevcuttu ancak bunların dördünün birden “Hak Yol” sayıldığına dair, din bilginlerinin üzerinde mutabık kaldığı ve kitleleri ikna eden hakim bir görüş mevcut değildi. Örneğin Hanefi Mezhebi’ne tabi olan Selçuklu Sultanları’nın yanında vezirlik yapan Şafi Nizamülmülk, Siyasetname isimli eserinde aşağıdaki itirafı yapar. Nizamülmülk beyan ettiği üzere Hanefi ve Şafilik dışındaki Hanbeli ve Maliki mezheplerini sapkın görür ve Sultan Hanefi iken kendisinin Şafi olmasını da korkulacak bir şey sayardı:

Abbasilerin siyasal iktidarlarının sallanmaya başlaması, bölgedeki özellikle Pers ve Türk etkinliğinin artışı, Kuzey Afrika ile Endülüs’te değişmeye mecbur kalan İslam gibi gerekçeler ile İslamın doktrinsel anlamda ve sistematik bir ekol olarak standartlaşması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı sorunsuz bir biçimde gideren kişi ise 1058–1111 yılları arasında yaşayan Gazali’dir. Gazali yaşadığı dönemde tam olarak tanımı yapılamayan, bir kargaşanın içerisinde standart bir din olarak yazıya dökülemeyen, “aha işte islam bu kitapta yazanlardır” denilemeyen İslamı eline alıp da bugünkü 1.3 milyar Sünni Müslümanın; devletlerinin resmi makamları tarafından basılan ilmihallerinde, cemaatlerinde ve Mısır’daki El Ezher’den; Türkiye’deki İlahiyatlar ile Endonezya’daki İslam Enstitülerine kadar tüm eğitim kurumlarında öğrendiği Ehli Sünnet İslama çeviren kişidir. Gazali, Abbasi Devleti’nde bile yaşamamıştır, kendisi Türklerin siyasal anlamda hakim olduğu Selçuklu Devleti vatandaşıdır. Yani Gazali ve sonrasında ona biat eden dönemin diğer alimleri 500 yıldır Abbasiler tarafından temsil edilen ve korunan İslamın Abbasi sonrası (Post-Abbasi) dönemde fitneye ve fesata açık ve savunmasız bir duruma düşeceğini öngörmüşlerdir. Bu durumda o dönemde hiç de küçümsenmeyecek bir ekol olan Fatimi tipi Şia İslam prototipinin bölgedeki Müslümanlara etki edebileceğini de düşünmüşlerdir. Şahsi fikrim, eğer bölgede Abbasilerin siyasi iktidarı sorunsuz bir biçimde eski gücünde devam etseydi muhtemelen Gazali bile “gerçek İslam nedir” sorusunu aklına getirip de bu soru üzerinden Ehli Sünneti Dizayn etme fikrini icat etmezdi.

Gazali’nin Ehli Sünnet Teorisi’nin manifestosu ya da yazılı hali onun “İhyau Ulumid- Din” isimli eseridir. Bu eserin birinci cildinde Fıkıh Mezheplerinin 5 tane olduğu yazılıdır. Bunlar aşağıda Gazali’nin adı geçen eserindeki bölümden (65. sf) alınan ekran görüntüsünde de görebileceğiniz üzere: Şafi, Maliki, Hanbeli, Hanefi ve Sevrî (Süfyanî)’dir.

Bunlardan Süfyan-ı Sevri’nin fıkıh ekolü halen Sünni otoritelerce hak mezhep kabul edilmekte olmasına rağmen (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi günümüzde Sünni bir otoritedir), bu mezhebin takipçisi kalmadığından Sevrî (Süfyanî)Mezhebi hak mezhep tartışmalarında pek gündeme gelmemektedir.

Gazali, adı geçen eserinde Gerçek İslamın Sünnilik olduğunu iddia eder ve Sünniliğin tam olarak tarifini yapar. Hadislerden ne anlanılması gerektiğini, Fıkıh’ın ne olduğunu, Şeriatın ne olduğunu, Ehli Sünnet’in ne manaya geldiğini açıklar.

Sonrasında da kendi Teorisini başkalarının revizyonuna kapalı bir zarfın içine mühürleyip koymak için yukarıdaki ifadeleri kullanır: Hata yapmaya kalkan kişi affedilir ancak İnkılap yapmaya kalkan affedilmez.

Okumakta olduğunuz bu yazı Ehli Sünnet Teorisinin başka yerlerde pek anlatılmayan tarihidir. Ehli Sünnet alimleri Gazali sonrası ve Gazali öncesi olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Bu yazının devamı olacak yazılarımda Sünni Teoriyi biraz daha irdeledikten sonra, bugün Diyanet İşleri, Siyasal İslam Mücahitleri, Cemaat Liderleri, Gavslar, Mürşidler, Şeyhler, Tarikat İmamları ve bir çok İlahiyatçının dini tartışmalarda hep öne sürdüğü o “Bizim o eski alimlerimiz var sen onlardan iyi mi biliyorsun sanki” argümanına karşılık, Gazali öncesi ve sonrası Ehli Sünnet alimlerinin bugün artık “Kutsal” sayılan kitaplarındaki, insan aklı ile dalga geçen absürt metinleri, iddiaları ve bilimsel anlamda çoktan yanlışlanmış ifadeleri paylaşacağım.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Responses (1)

Write a response