DİNSİZLİĞİN VE İMANSIZLIĞIN ARGÜMANLARI

Hakikat
52 min readAug 31, 2022

--

Bazı meşhur dinsizler ve imansızlar.

Tanrının varlığının ya da yokluğunun kanıtları olmaz; argümanları/iddiaları olur. Bugün burada dinsizliğin ve imansızlığın15 özel argümanını inceleyeceğiz; dini, imanı ve tanrıları sorgulayacağız.

Ateizm, deizm, nonteizm, agnostisizm ve sair Grek, Germen ve Latin kökenli kavramlar üzerinden konuşmayı; dahası bu kavramların imgelediği kimliklerle kendimi tanımlamayı bir türlü sevemedim. Mülhid, zındık, müşrik, mürted, münafık, dehri vb. komple Arapça; Arabın dünyayı görme biçiminin bir sonucu olan kelimeleri ise zaten sevmem. Fakat -her ne kadar Arapça kökenli olsalar da- dilimize uzun zamandır yerleşik olan kavramları kullanmayı ve bu kavramlar aracılığıyla tanımlanmayı tercih ederim: yerli ve ulusal bir DİNSİZ-İMANSIZım. Özellikle imansızım; o meşhur atasözümüzde bahsedilen; o dinsizin hakkından gelen imansız gibi. Muazzam bir atasözü: Dinsizin hakkından imansız gelir. Dinsiz diye biri var: dini yok ve imansız diye biri daha var: onun da imanı yok. Ve imansız olan dinsiz olanın hakkından geliyor. Demek ki dinsiz olan daha önce birilerinin hakkından gelmiş ki bundan bıkan ahali imansız olanı dinsiz olanın hakkından gelmesi için adeta yardıma çağırıyor.

Dolayısıyla “imansız” kavramının ya da İngilizcedeki “unbeliever” kavramının “ateist” kavramından çok daha şık olduğunu düşünürüm. Zaten “ateist” imansızlığı anlayamayanların uydurduğu bir kavrama benziyor: ateist, yani teist olmayan, peki teist nedir? Eski Yunancadaki “dhes” (tanrı) kavramı ile “ist” yani “-cı,ci” ekinin birleşimi: Tanrıcı. Dolayısıyla Tanrı iddiasına tepki olarak ortaya çıkmış bir tanım oluyor Ateist. “Atheist” sözcüğüne ilk defa 1540 yılında İngiltere’de rastlıyoruz: Roma Dönemi Yunan düşünürü Plutarhos’un (ms 46- ms120) bir metni çevrilirken ilk defa “atheist” sözcüğü kullanılıyor. Yani önce birileri Tanrıcı olmuşlar sonra ateistler buna tepki olarak “Tanrıcı olamayan” olmuş gibi bir durum oluşuyor. Oysa insanın doğal hali imansızlıktır; iman insana bir sahtelik ve sahtekarlık katar, insan hiçbir şeye inanmadığında; inanmak diye bir eyleminin var olmadığının farkına vardığında doğasına uygun davranmış olur.

Ve ben bu hayatta hiçbir şeye inanmam; çünkü inanmak diye bir fiilin varlığını kabul etmem. Fakat güvenirim. Güvenmek budünyacı bir fiildir; inanmak ise ötedünyacı bir fiildir; yani çakmadır. Zaten ötedünyacılık tülbendini kaldırdığınız anda dünyada aslında “inanmak” diye bir fiilin yerinin olmadığını; bu meselede ihtiyaç duyulan her şeyin “güvenmek” fiili ile karşılanabildiğini göreceksiniz. Burada; dinler tarihinin ve teoloji tarihinin çeşitli dönemlerinde “Tanrının Varlığının Delilleri” şeklinde sunulmuş bir takım girişimlerden aldığım feyz ile bu işin tam zıddını yapacağım ve sizlere dinsizliğin-imansızlığın “gideri olan” argümanlarını anlatacağım. Umarım ki Evrendeki Kaos ve Mutlak Yokluk (Void) bu yazıyı okuyan herkese dinsizlikle kutsanmayı nasip etsin. Dinsizliğe ve imansızlığa en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bir defa daha hatırlatmak isterim ki bu modern dünyanın çarkını dinsizler ve imansızlar çevirir, bu dünya dinsizlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor; ötedünyacı müminler bu dünyanın değersizliğine çocuklukta, muhtemen 5 yaş civarında gerçekleşen iman etme anı ile birlikte ikna olduklarından dünyanın orta yerine sıçmaktan da çekinmezler. Dünya boktan bir dünya ise işte o bok yüzündendir. Ve işte o boku biz temizler, dünyayı biz güzelleştiririz; dünyamızın en büyük ihtiyacı dinsizlerdir. Herkes dinsiz/imansız olsun, değil; olmasın ve olamaz da zaten evet; fakat bir toplumda dinsizlerin nüfusu da belli oranların altına düşmemeli.

Bu girizgahtan sonra gideri olan argümanlarımıza başlayabiliriz, 15 özel argüman şunlardır:

1- Kutsal Kitapların Kalitesi
2- Kitap Yollayan Tanrı
3- Aşkınsal Argüman
4- İmtihanın Absürtlüğü
5- Kötülük Problemi
6- Karar Değiştiren Kadir-i Mutlak
7- Kin Tutan İntikamcı Mutlak Sevgi
8- Benzeşmeyen Dinler
9- Şanslı Mümin Argümanı
10- İnsanın İnanmak Diye Bir Eylemi Var mıdır?
11- Dil Yanılgısı Argümanı
12- Zihin Yanılgısı Argümanı
13- Hakikatperver Argüman
14- Nietzsche’ci Argüman
15- Cehennemi Olan Birini Sevemezsin

1- “KUTSAL” KİTAPLARIN KALİTESİ

Dinlerin kutsal kitaplarının ve bilhassa da Sami dinlerinin kutsal kitaplarının eleştirisi dün ortaya çıkmadı; bu kitaplar yazıldığı günden beri bin yıllardır eleştiriliyor. İkinci yüzyılda Roma İmparatorluğunda yaşamış Celsus (?-175) isimli Platoncu filozofun Hristiyanlığı oldukça sert biçimde eleştirdiğini İskenderiyeli Kilise Babası Origenes (184–253)’in bugüne ulaşan metinlerinden biliyoruz. Neoplatoncu filozoflardan Porforyus’un (234-305), Hristiyanlığın ilk yayılma döneminde yazdığı Contra Christianos (Hristiyanlığa Karşı) adlı eserin Hristiyanlığın ciddi bir eleştirisi olduğunu başta Büyük Konstantin olmak üzere Hristiyanlaşan Roma’nın yöneticileri tarafından yasaklanmış ve sansür edilmiş olmasından anlıyoruz. 8. Yüzyılda İslam ile karşılaşan Şamlı John (675–749)’un Kuran eleştirileri vardır elimizde. Bir kaç yüzyıl sonra bölgedeki diğer Hristiyan ve Yahudi bilginleri ile birlikte Kuran eleştirisi yapan İbnü’r Râvendî (827–911) isimli İranlı düşünür şöyle demiştir:

Kuran ‘da yazanlar akil birinin sözlerine benzemiyor, içinde bir sürü çelişki ve hata var.

Abu Isa al-Warraq (9. yy), Abu Bakr al-Razi (865–925) ve Al-Maarri (973–1057) de erken dönem Kuran eleştirmenleri arasında sayılır. Keza dikkatli okunursa Kindi’den Mevlana Rumi ve Yunus Emre’ye kadar birçok yüce tinli bilinç de aslında Kuran’ı alttan alttan eleştirmiştir.

Ömer Hayyam’ın meşhur rubaisi;

Cennet var derler bize öte dünyada da
Sevgili var huri var üzüm sarkar ağıza
Öyleyse peşinen uygulasak ya şimdi bunları
Buymuş ya sonumuz zaten ahbaplarla

şeklinde çok şık kutsal kitap eleştirileri içerir. Fakat modern anlamda sistemli kutsal kitap eleştirisinin tarihi Thomas Hobbes (1588–1679) ve bilhassa Spinoza (1632–1677) ve Richard Simon (1638–1712) ile başlar. Thomas Hobbes’un, Hristiyanlıktaki “ölümsüz ruh” kuramını eleştirdiğini görüyoruz. Ona göre “ölümsüz ruh” bir pagan olan Aristoteles’ten gelen bir kuramdı ve Hristiyanlık/Yahudilik bu kuramı pagan Yunanlardan öğrenmişti. Spinoza’nın Teolojik Politik İnceleme adlı kitabı oldukça kapsamlı bir kutsal metin eleştirisidir. Örneğin Eski Ahit’in Mısırdan Çıkış (Exodus) adlı kitabında (16/35) İsraillilerin Kenan’a gelene kadar 40 yıl boyunca men diye bir gıda türü yediği yazılıdır; halbuki İsrailliler Musa’nın yaşadığı dönemde Kenan’a henüz ulaşamamıştır; Musa öldükten sonra İsraillilere liderlik eden Yeşu zamanında Kenan’a yerleşilmiştir (Yeşu 6/12). Dolayısıyla Tevrat’ın Musa’ya verilmiş ya da Musa tarafından yazılmış bir kitap olamayacağı açıktır; Musa’dan sonra yazılmıştır, Spinoza’nın eleştirilerinden biri budur. Spinoza’dan etkilenerek kutsal metin eleştirmenliğine başlayan Richard Simon “Eski Ahitin Eleştirisinin Tarihi” ve “Yeni Ahitin Eleştirisinin Tarihi” adlı kitapları ile Hristiyanlığı tepeden tırnağa bir eleştiriye tutar. Bunlarla başlayan eski ve yeni ahit eleştirileri:
Jean Astruc (1684–1766)
Johann David Michaelis (1717–1791)
Alexander Geddes (1737–1802)
J.G.Eichhorn (1752–1827)
Karl David Ilgen (1763–1834)
Heinrich Paulus (1761–1851)
W.M.L. De Wette (1780–1849)
H. Hupfeld (1796–1866)
• David Friedrich Strauss (1808–1874)
K.H.Graf (1815–1869)
J.Wellhausen (1844–1918)

Gibi meşhur isimlerle, daha sonra adına Alman Aydınlanması denilen süreci doğurarak yolculuğuna devam etti.

Esasında kutsal metinleri eleştirmek için öyle filozof, alim, bilgin, profesör falan olmanıza da gerek yok . Örneğin aşağıdaki ifadeler; Eski Ahitin Levililer bölümündendir. Yani halkın anlayacağı dille Tevratın bir bölümündendir ve işte bu yüzden hem Hristiyanlar hem de Yahudiler için ruhani ifadelerdir, hele bakın ne kadar kutsal görünüyorlar:

Tanrı, Musa’ya insanları yaşına ve cinsiyetine göre parasal anlamda değerlendirerek bir şeyler söylüyor; erkek çocuklar kız çocuklardan daha değerli, genç erkekler genç kızlardan daha değerli. Sonra kahin diye birine gidip bir şeyler soruyorlar vs. Bunlar mıdır yeri göğü yaratan Tanrının sözleri? Bu metinlerde kalite olduğundan bahsedebilir misiniz? Kalite hususunda bir kaç örnek vermek gerekirse, Hristiyanlığın kutsal metinleri incelendiğinde ayrıca şu ifadeler ve iddialar var:

  • Musa, bütün İsrail’e (milyonlarca insana!) karşı konuşur.
  • Dünyada, tepesine çıkınca bütün krallıkların göründüğü bir dağ vardır.
  • Bir zamanlar dünyada devler yaşardı.
  • Nuh ve oğullarınca inşa edilen ve uzunluğu 300 arşın, yani yaklaşık 200 metre genişliği 30 metre ve yüksekliği 20 metre olan gemiye 5 milyon tür hayvan sığmıştır.
  • Taşakları ezilmiş ya da siki kesilmiş kişinin Rabbin topluluğuna giremeyeceği belirtilmiştir.
  • Eski ve Yeni Ahitte birbiri ile çelişen yüzlerce farklı cümle vardır.

Gavuru bırakıp da kendimize bakarsak; İslam ile Hristiyanlığın kesiştiği bir noktada geçen 800 yıllık bir hikayenin içinde olmamıza rağmen Kuran eleştirisi, İslamda mürtedin katlinin vacib olması nedeniyle 20. yüzyıla kadar çok fazla gelişme gösterememiştir; sadece Osmanlı tarihinde Molla Lütfi (1495), Nadajlı Sarı Abdurrahman (1602), Lari Mehmed (1665)’in hayatlarını öğrenerek bile bu hakikati kavrayabilirsiniz.

Avrupalı şarkiyatçıların Kuran eleştirileri ise oldukça sarsıcıdır, Kuran ve İslam eleştirisi yapan yüzlerce farklı şarkiyatçıdan bazı meşhurları şunlardır:

•Thomas Carlyle (1795–1881)
•Abraham Geiger (1810–1874)
•William Muir (1819–1905)
•Reinhart Dozy (1820–1883)
•Tor Andrae (1885–1947)
•Salomon Reinach (1858–1932)
•David Samuel Margoliouth (1858–1940)
•Richard Bell (1876–1952)
•Arent Jan Wensinck (1882–1939)
•Tor Andrae (1885–1947)
•Alfred Guillaume (1888–1965)
•W. Montgomery Watt (1909–2006)
•Gerd R. Puin (1940-H)

Müslüman coğrafyada olayın ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında ve sonlarında başlayabildiğini görüyoruz: Kuran’daki Dil Bilgisi Hataları kitabı ile bilinen ve aslında Filistinli bir Hristiyan aileden gelen Sami Aldeep var örneğin. Bununla birlikte “Neden Müslüman Değilim” ve “Kuran’ın Kökeni” gibi kitapların yazarı Pakistanlı Ibn Warraq ve İslam: Arap Emperyalizmi kitabının yazarı Anwar Sheikh da yakın dönemin meşhur İslam eleştirmenlerindendir. Wikiislam sitesinin kurucusu Ali Sina isimli İranlı aktivist de yakın dönemin önemli Kuran eleştirmenlerinden sayılabilir. Ülkemizde ise Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin gibi Kuran eleştirmenleri malumunuzdur.

Burada özellikle vermek istediğim mesaj şudur ki insan aklı kutsal sanılan kitapları, ortaya çıktıkları ilk günden beri sürekli ama sürekli eleştiriyor. Zira bu kitaplarda yazanlar makul bir insanın aklına hitap etmiyor. Bunlar sonsuz güçte ve sonsuz bilgelikte bir yaratıcının gönderebileceği kitaplara hiç mi hiç benzemiyor.

Maide 38'de hırsızın elini kesmeyi emrediyor.
Nisa 34'de kadının dövülebilir olduğunu söylüyor.
Ahzap 50'de cariyelik müessesini ve akraba evliliğini onaylıyor.
Nisa 3'de cariyelik müessesini onaylayıp erkeğe 4 kadın alma hakkı veriyor.
Nisa 11'de kadına erkeğin aldığının yarısı kadar miras vermeyi emrediyor.
Maide 33'de el ve ayakların çaprazlama kesilmesi diye bir ceza türü sunuyor.
Ahzap 37'de evlatlığın dul karısı ile evlenmeye cevaz veriyor.
Bakara 178'de “köleni öldürenin kölesini öldür” gibi suçta şahsilik ilkesini hiçe sayan bir emir veriyor.
Hacc 16'da “Kuranı apaçık ayetler olarak indirdik” demesine rağmen 14 yüzyıldır her ayetten binlerce farklı anlam çıkarılıyor, bir türlü mutabık kalınamıyor.
Kehf 86'da güneşin battığı yere gidilebileceğini ve orada güneşin kara bir balçığa battığını iddia ediyor, Zülkarneyn’i (Büyük İskender’i) peygamber sanıyor.
Nur 2'de zina eden (nikahsız sevişen) kadın ve erkeklere yüzer sopa vurulması emrediliyor.

Bu ayetlerin benzerlerinden Kuran’da, sayabildiğim kadarıyla yaklaşık 300 adet var. Her şeyi yoktan yaradan mutlak güç ve bilgelikteki bir Tanrının mesajlarına benziyor mu bunlar? Yani gerçek bir Tanrı varsa son derece kaliteli bir kitap göndermeli değil mi? Peki ne “gönderildi”?

Eğer sizi boşayacak olursa rabbi ona, sizin yerinize sizden daha iyi olan, Allah’a teslimiyet gösteren, yürekten inanan, içtenlikle itaat eden, tövbe eden, kulluk eden, dünyada yolcu gibi yaşayan, dul ve bâkire eşler verebilir. (Tahrim 5).

Elini vicdanına koyup, sakin kafayla düşünen biri, bu ifadelerin, 7. yüzyılda sadece 6236 ayet gönderip, son peygamberini yolladığı için sonsuza kadar bir daha asla konuşmayacak, insanlıkla iletişime geçmeyecek bir Tanrının sözlerine benzeyip benzemediğine çok kolay cevap verebilir. Ve şunu düşünür vicdanlı kişi: bunlar gerçekten ilahi metinler mi yoksa kendini peygamber ilan edip de canını sıkan eşlerine cevap veren bir adamın sözlerine mi benziyor? Kendine karşı dürüst olmak hakikate ulaşmanın birinci koşuludur.

Müslüman yoğun bir memlekette yaşadığımız için kutsal kitabın kalitesi argümanınında İslama daha fazla odaklanmamız gerekiyor düşüncesindeyim; İslamın binlerce farklı yorumundan biri de Kuran’ın bir bilgi kitabı olmaktan çok ahlak kitabı olduğu yönündedir. Onlara göre insanın iyiyi kendi aklı ve güdüleri ile aramasına gerek yok zira iyi olan bütünüyle Kuran’da yazılmıştır. Kuran’ın iyi dedikleri kategorik olarak iyidir ve kötü dedikleri de kategorik olarak kötüdür. Fakat bu arkadaşların; kitlelerce benimsenmemiş kişisel yorumlarını bir kenara bırakıp da Kuran’ın orijinal metnine dönecek olursak eğer; ve yine dürüst bir gözle incelersek Kuran’ın aslında bir ahlak kitabı da olmadığını görürüz:

Kuran ve hırsızlık:

Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. de ki, ganimetlerin taksimi allah’a ve resulüne aittir. onun için siz gerçekten mümin kimseler iseniz allah’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin. allah’a ve resulü’ne itaat edin. (Enfal / 1)

Ganimet bir halkı öyle ya da böyle katledip, mallarına el koymaktır ve hırsızlıktır. Savaş meydanında genç erkek askerini öldürürsün peki bu ganimet denen şeyi savaş meydanından mı topluyorsun? Savaşta nefsi müdafaa ile öldürdüğün adamın köyüne kadar gidip evini barkını eşyasını, karısını kızını, çoluğunu çocuğunu, kilisesindeki gümüşten yapma ikonalarına falan sırtlayıp götürüyorsun. Ganimetin en genel tanımı budur. Koskoca Tanrı, ganimet kavramının bu genel tanımı dururken daha özel/spesifik bir tanımını mı kullanacaktı?

Kuran ve farklı inançlara karşı düşmanlık, yalancılık ve sahtekarlık:

Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır. (Ali İmran / 28)

İmkan bulduğu her yerde İslamofobi diye bağırıp duranların özellikle kaçındığı ayetlerden biridir. Alenen, dostluğu ve insanların kardeşliği ilkesini inkar edip insanları inançlarına göre biz ve onlar diye ikiye bölen bir düşman yaratma hadisesinden ibarettir. Düşman yarattığın zaman insanların imanını kazanırsın zira iman denen sahtelik en fazla korkudan ve düşmandan beslenir. Ayetin bir diğer ilginç bölümü “ancak onlardan gelebilecek bir tehlike” mevzusudur ki yüzyıllardır müfessirler bunu “gerekirse kafire yalan söylenir” şeklinde yorumluyorlar (bkz: taberi tefsiri vs.). Yani İslamın yaratacağı çok kültürlü bir ülkede müslümanın kafire her türlü yalan söylemesi ve bunu sahtekarca yapması bir numaralı merciden; direkt Kuran’dan onaylıdır.

Kuran ve insan öldürme:

Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı. (Nisa / 89)

Şunu bilmek gerekir ki “islam medeniyeti” denilen şeyin hemen hemen bütün sınırları kanla çizilmiştir. Halife Ömer’in ordusunu Kudüs’e kimse ellerinde çiçeklerle davet etmedi. Kahire ve Mısır’da kimse hicazlıları ilk gördüğünde kucaklamadı. Kuzey Afrika, İspanya’da Endülüs, Balkanlar, Kafkaslar, Hindistan, Orta Aysa ve Güney Asya… Hiçbiri Arapları ve Araplaşmış eli kılıçlı “tebliğ” ordularını şenliklerle topraklarına davet etmediler. Bedevilerin dini bir yağma ve istila dini olduğu için, ekonomik düzeni tamamen ganimet ve haraca dayalı bir sistem olduğundan bunca katliam yaşanmıştır. Ve bu durum Kuran’ın bütününde apaçık onaylanır; zaten onaylanmasa 7–16 yüzyıllar arasında milyonlarca metrekare alan içinde İslamı Yayma savaşları yaşanmazdı.

Kuran ve cariye

Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. (Mu’minun / 6)

Nedir cariye? Sahibi olan erkeğin resmen mülkiyetindeki ve sahibinin kendisi ile seks yapması caiz olan köle kadındır. İslam tarihini ve İslamın milyon sayfalık külliyatını incelediğinizde 1400 yıllık bir cariyeler tarihini de bu genel tarihin içinde görürsünüz. Bunu isteyen dilediği gibi inkar edebilir fakat bu dünyanın tarihinde milyonlarca kadın Kuran’daki ayetlerin verdiği onay ile ömürlerini cariyeler olarak geçirmişlerdir. Peki tecavüz hadisesi bunun neresinde? Elbette tanımın içinde: sahibi cariyesi ile seks yapıyor, kimin arzusu ile başlıyor bu cinsellik? Sahip olan erkeğin. Peki cariye istemese bile devam edebiliyor mu? Elbette edebiliyor. Yani bu hareketler bütünü tecavüzün en açık tarifine uygundur, dolayısıyla da tecavüzdür.

Sonuç olarak Kuran’ın içine girdiği bilimsel çabanın sahihliğine ve bir ahlak kitabı olup olmadığına -şahsi entelektüel onurunuzla- dürüstçe karar verin. Bu kitaptaki bilgiler doğru görünüyor mu? Kitapta tutarlı ve yüce bir ahlak öğretisi var mı?

Kuran, Kitab-ı Mukaddes ve Tanah dışında dünya tarihinde binlerce farklı kutsal sayılan metin var. Dünyanın en eski kutsal metni; Sümerlerin Keş Tapınağı İlahisi, Hinduizmin Rigveda’sı, Zerdüştlüğün üç bin yıllık Avestası, Budizmin Tripitaka’sı, Antik Mısır’ın Kutsal Piramit Yazıtları, Babillerin Enuma Eliş’i, Konfüçyüs’ün Lúnyú’su, Kamçatka’lıların Koryak’ı, Japon Şintoların Kojiki’si, Taoculuğun Tao Te Chnig’i, Mayaların Popol Vuh’u, Azteklerin kutsal metinleri, Güney Asya metinleri ve diğer etnik dinlerin metinleri. Hiçbiri bir Tanrı tarafından gönderilmiş ya da Tanrısal bir irade tarafından yazdırılmış gibi durmuyor. Tamamı geçmişte yaşamış; ortaya çıktığı dönemin şartlarına, medeniyet düzeyine ve ilkellik seviyesine uygun sıradan insanlar tarafından yazılmış gibi görünüyor. Hangi kitap olursa olsun, tarafsız bir gözle incelediğinizde; yazarların üç temel davranışını görürsünüz.

Birincisi, bilim yapma çabasıdır. Kutsal Kitap yazarları ya da ozanları etrafındaki insanlara, onların bilmediği; aslında kendilerinin de hiç bilmediği ama bilime benzeyen teorilerini anlatarak onların saygısını elde etmeye çalışmışlardır: “evren nasıl var oldu”, “dünyanın sonunda ne var” gibi iddialı sorulara gerekçesiz ve ispatsız cevaplar verirler.

İkinci davranış; ölüm karşısındaki feryattır; yalvarış, yakarış, ağlama, sızlanma ve yakarmalardır; zira dini yaratan ölümdür, ölümün çaresi yoktur ve ölüm yaşam dışı bir deneyimdir. Bu yüzden insanlar en karanlık çağdan beri ölümün çaresini ararlar ve buldukları yegane çare de şudur: ahiret teorisi; dünya, insan, iyilik, kötülük ve ölüm var olduğuna göre otomatikman ahiret de var olmalı, ahiret teorisinin çürük argümanı budur: şunlar var olduğuna göre bunlar da var olmalı.

Üçüncüsü ise korkutma ve tehdittir; her kutsal kitap ve her din, kendi kafirini tehdit eder. Kendi kafirini tehdit etmesi yetmez yoldan çıkmaya ve sorgulamaya çalışan kendi kitlesini de tehdit eder, korkutur, sindirir. Kutsal kitaplar, o kitaba inanmayı terk edenlerin başına gelecek felaket anlatıları ile doludur. Yani kutsal kitap yazarları tam da tahmin edileni yapar:

1- Kendini bilimin tek sahibi ve dünyanın en bilgili insanı gibi gösterir
2- İnsanı en zayıf noktasından; ölüm karşısındaki dehşetinden yakalar, boyunduruğa vurur.
3- Kurtulmaya çalışanı ve kendine inanmayanı tehdit eder

Bunlar tam da güç bağımlısı ve iktidar hastası bir siyasetçinin yapacağı işlerdir.

İnsanlığın kutsal saydığı bu metinlerin hiçbirinin elle tutulur bir yanı yok; bunlar, maddi evreni aşkın bir yerden bu katı, sıvı, gaz, plazma, bayt, düş, his ve düşüncelerden oluşan evrene gönderilmiş gibi durmuyor. Bunlar üzerinden bir Tanrı’nın varlığına ikna olmak herkes için imkansızdır; en okumamış adam için bile. Kutsal kitapları inceledikten sonra varılabilecek en tutarlı konum dinsiz kalmaktır, dinsizliktir.

2- KİTAP YOLLAYAN TANRI ARGÜMANI

Bir Tanrının önce kendine kul yaratıp sonra onlarla Kitap aracılığı ile iletişim kurmasının ardında nasıl bir mantık olabileceğini çözmeye çalışacağız. Kullarıyla iletişime geçmek ve onlara ahlak öğretmek; iyi ve kötü ikiliği arasında bir sınav düzenleyerek onlara tabi oldukları imtihanı göstermek, bunun için de en fazla geçmişte yaşamış insanların hatalarını, ibret alsınlar diye anlatmak isteyen bir Tanrı onlara kitap/ayet yollar mıydı? Yollaması tutarlı mıdır? Elbette biz bir şeyin tutarlı olup olmadığına kendi zihnimizle karar verebiliriz. Zira zihin sahibi canlılarız. Burada da az önce sorduğum belli sorular var bunlara cevap bulmaya çalışıyoruz; zihnimizi çalıştırarak.

Eğer siz bir Tanrı olsaydınız; Papua Yeni Gine, Asya Stepleri, Amerika Kıtası, Avustralya, Nil Altı Afrikasının Tamamı, Eskimo diyarı vb. yerlerde; yani dünyanın çoğu yerinde henüz yazı diye bir şey bile yokken yazı aracılığı ile aktarılacak bir bilgiler dizisi yollar mıydınız? Bunu genelde “her kavme peygamber geldi, her kavim Allah hakkında bilgilendirildi” şeklinde açıklamaya meyillidir müslüman müminler fakat ben evrensel olduğu iddia edilen ve kitaba dönüştürülmesi zorunlu olduğu belli olan bir ayetler topluluğundan bahsediyorum. En nihayetinde bu bilgi dizini 7. yüzyıl civarında bir kitap haline geldi fakat bu tarihte halen daha dünyanın yarısı yazının ne olduğunu bile bilmiyordu ve bu kitap indikten sonra yüzlerce yıl daha yazının ne demek olduğunu bile bilmeden kaldılar. Bu bir tutarsızlık değil mi? Yazıya muhtaç; kitap haline getirilmeye muhtaç bir bilgiler dizisi yolluyorsun ama kullarının çoğunluğu kitabın ne demek olduğunu bin yıl daha öğrenemiyorlar.

Bir diğer mesele; kitap ya da ayet şeklinde yollanan bilginin gerçekten Tanrı’dan geldiğinin ispatında izlenecek yol. Yani siz bir cinayetle suçlandığınızda hemen ispat sorarsınız değil mi? Peki bu kitabın gerçekten mutlak bir yaratıcıdan geldiğinin ispatı nedir? Bu ispat mümkün değildir; neden? Zira bu kitabın gerçekten Tanrıdan geldiğini iddia eden kişi, 6–7. yüzyıllarda Arap yarımadasında yaşamış Muhammed isimli biridir. Yani kitabın ilahiliği, onun iddiasından ibarettir; onun sözüne iman etmeye muhtaçtır herkes bu kitabı hakikat kabul edebilmek için. Tanrıya imanın dışında bir de Muhammed’in doğru söylediğine iman durumu ortaya çıkıyor. Bununla birlikte Muhammed, adına ayet denen bu cümleleri kendisi kendi eliyle yazıya dökmediğine göre; üçüncü bir tarafın, üstelik siyasal güç sahibi bir tarafın Muhammed’in söylediklerini hatasız biçimde, Muhammed öldükten yıllar sonra doğru hatasız ve yansız biçimde yazıya döktüklerine iman etmeniz gerekiyor. Dördüncüsü; bütün bu hikayeyi 2–3 yüzyıl sonra kitabına yazarak anlatan; İbn-i Sad ve Taberi vb. tarihçilere iman etmeniz gerekiyor. Beşincisi, İbn-i Sad ve Taberi’nin kendi elleriyle yazdığı kitaplar ortada olmadığına göre bu kitapların yüzyıllar sonra başkaları eliyle yazılmış şerhlerine yani bu yazarları şerh eden şarihlere iman etmeniz gerekiyor. Ve sanayi devrimine kadar kitap basma / kitap çoğaltma tekeli siyasal güç sahiplerinin elinde olmuştur. Bu gerçeğe rağmen bu zincirin tamamına iman etmeniz gerekiyor.

Kısacası, Müslüman olmak için asgari beş katmanlı bir iman seti gerekiyor.

Nedir iman?

İspatlayamadım, ötesini de bilmiyorum: bu nokta itibariyle hakikat kabul ediyorum; ister öyle olsun ister olmasın...

İşte kitabın gerçek bir Tanrıdan geldiği bilgisi bu kadar zayıf bir temele oturuyor: belirsiz bir zincirdeki her bir halkaya, bilmekten kaçınıp iman etme ve binlerce yıl boyunca alt sınıfları ezen siyasal güç sahiplerinin sözlerine inanmak temeline. Mutlak mantıkta ve bilgelikte bir yaratıcı böyle bir işe neden girişsin? Kullarından iman isteyen ve aslında sadece iman isteyen bir Tanrı neden kendine olan imanı Muhammed’in sözüne; onun sözünü on yıllar sonra yazıya dökenlerin sözüne, bu hikayeyi yüzyıllar sonra anlatan tarihçilerin sözüne ve onları da ilave yüzyıllar sonra şerh edenlerin sözü ile bütün bu sürecin siyasi vasiliğini yapan iktidar sahiplerinin sözüne olan imana endekslesin?

Dolayısıyla, olası bir Tanrı’nın insanlara kitap yollaması tutarlı görünmüyor. Bu noktada makul olan bu kitapların tümünü reddetmek; dinsiz ve imansız kalmak gibi görünüyor.

Maya Dininin kutsal kitabı: Popol Vuh — Dünyanın en eski kutsal kitaplarından biridir.

Farklı yüzyıllarda farklı insan topluluklarına farklı kitaplar yollayan Tanrı argümanı da en az, kitap yollayan Tanrı argümanı kadar absürttür. Zaten dünyanın dört bir yanında kutsal sayılan kitapları incelerseniz birbirleri ile alakasız olduğunu görürsünüz. Bu kitapların aynı Tanrısal sistemden gelmiş olma ihtimali sıfırdır. Her kutsal kitap kendi coğrafi bölgesindeki yerel iklimi, hayvanları, yiyecekleri, zerzevatı, bitkileri, gelenekleri anlatır. Orta Doğu dinlerinin kutsal kitaplarının kökeni de burada bin yıllarla oluşmuş geleneğin yazıya geçirilmesinden ibarettir aslında.

3- AŞKINSAL (TRANSANDANTAL) ARGÜMAN

Bu argüman “maddenin ötesindeki mana, bedenin ötesindeki ruh, dünyanın ötesindeki ahiret” zırvalaması yapanlara kısaca şunu söyler: aşkın/öte (transandantal) bir şeyler anlatıyorsun; dolayısıyla palavra anlatıyorsun.

Bilinemez: dolayısıyla Tanrı vardır!

Deizmin bu sakat ve zavallıca argümanını teistler de sık sık kullanırlar. Bilinemez iddiasının zemini olan mekanda: yani ötede bir Tanrı oturur. Mekanı bilemeyeceğimize göre Tanrıyı da bilemeyiz; ancak orada olduğunu bilmek zorundayız. Sebep? Çünkü kozmolojik argüman vs.

Halbuki bu dünyanın tarihinin en eski zamanlarında bozkırcı, ormancı ya da denizci paganlar vardır. Gökyüzü, bizim gibi beton binaların arasında sıkışmış kalmışların göremeyeceği biçimde bu paganların gözünün önündedir her daim; direkt karşıya baktıklarında uzakta bir yerde gökle yerin kesiştiğini görürüler. Bu yüzden dünyalarında yer ve gök birdir. Bu ikisinin ötesini hayal bile etmezler. Tanrılar da bu dünyadadır; periler de. Ahiret de bu dünyadadır; cehennem de.. Bu dünyanın ötesi; öte, İsa’nın orijinal fikridir. Hristiyanlığı bu kadar yaygın yapan da Hristiyanlığın getirdiği “öte” fikridir. “Maddenin ötesindeki mana” safsatasını ortaya atanların hiçbiri maddenin ötesine geçmediler. Öteyi, yani aşkın olanı; felsefi tabirle transandantal olanı kendi fantezi dünyalarından uydurdurlar. Yere ve göğe bakarak “bunun ötesinde başka yerler de olmalı” diye bir fikir öne sürdüler; kendi zihinlerini yoklayarak “benim zihnimin üstünde daha yüce bir zihin ve hatta bir irade olmalı” sallamasyonunu yaptılar. Türkçeye artık yerleşmiş olan “transa geçmek” ifadesi germen dillerinde “dini bir deneyim ile zihnini bu dünyadan uzaklaştırma” anlamından gelir; oysa standart fizyolojik bir hadiseden ibarettir; bir kaç hormon bir kaç biyokimyasal reaksiyona girerek kalbin atış hızını falan değiştirir alt tarafı.

Immanuel Kant 1781 yılında, transandantal kavramını yaratırken aradığı şey insanın bilmek eyleminin sınırlarıydı. Aslında bunu da “inanmak” eyleminin ne anlama geldiğini anlayabilmek için istiyordu. Bu yüzden; inanmak ile bilmek arasında bir sınırın var olduğunu söyledi; bu sınırı çizen metafiziğin de inanmaya dahil olduğunu; bu çizginin konumuna bilmek eylemi ile ulaşılamayacağını iddia etti. İnsan bilgiyi iki türlü elde eder: ya bir şeyi deneyimlersin; dokunduğun soba sıcaktır. Ya da deneyim ötesi (deneyimden beri) bir biçimde elde edersin: örneğin zihninde 12 x 12=144 bilgisine ulaşırsın; sayılara dokunamaz, çarpma işlemini duyularınla tecrübe edemezsin. İşte bu açıdan bakarsan; kendi zihninde, deneyim ötesi bilgi ile kendi zihninin nasıl çalıştığını anlamaya çalıştığında transandantal (aşkın) bir uğraşı içine girmiş olursun. Senin zihninin çalışma prensibi ve sınırları, dış duvarları var mıdır? Varsa o prensip nedir; duvarların ötesinde ne vardır?

Bütün dinler ve inançlar öncelikle spiritüalizme / ruhçuluğa / ötedünyacı fikre muhtaç olduğumuz iddiası temeline otururlar. Dinciler, imancılar, sallamasyoncu sezgiciler de dahil olmak üzere bütün metafizikçiler gücünü bu çürük temelden alırlar; oysa aslolan şüphe temelidir. Şüpheden daha sağlam bir temel yoktur. Şüphe temeline oturmayan bütün fikirler, düşünceler ve felsefeler sahtekarlıktan ibarettir; başta dinler ve ideolojiler olmak üzere.

Aşkın olanı ne deneyimleyebiliyor ne de bilebiliyoruz fakat aşkın kavramı bize ötedünyacılıktan uzak bir evren tasavvuru sunabiliyor. Bu bakımdan aşkınsal argüman esasında negatif bir dinsizlik argümandır; yani Tanrı’nın varlığı argümanları var olduğu için, onların insana dayattığı “ahiret/öte” kavramı dayatmasını yıkmak için kurulmuş bir argümandır; ahiret bir uydurmasyondur, işin aslı ise aşkınlık ve öte kavramlarının varlığından ibarettir; ötesi hakkında susmaktan başka bir dürüstlük görünmüyor; hakkında konuşulamayan için susmaktan büyük dürüstlük yoktur. Ve işte o öteyi algılamak da akıl yürütmelerle o ötenin aslına ulaşmak da mümkün değildir. Bu nedenle Aşkınsal Argüman, insan bilincinin öteye geçmesinin ve sözcüklerinin de öteyi tarif etmesinin mümkün olmadığını savunur ve böylece dinlerin “öte” iddialarının uydurulmuşluğunu hedef alır. Mü’mine şunu sorar:

Bana maddenin ötesindeki manadan bahsediyorsun; maddi varlığın ötesini anlatıyorsun; gidip de gördün mü orayı? Görüp de dokundun mu? Dokunup da anladın mı? Anlayıp da kavradın mı? Aklın, dürtülerin ve bilinçdışın öteyi, aşkın olanı, transandantal olanı anlatıyorsa palavracının tekisin. Bu dünyayı aşkın başka bir alemin varlığı üzerine; hele de dil gibi sınırlı bir medyum aracılığı ile ancak ahkam kesilir. İşte sen bu ahkamı kesen bir ahkamcısın. Ve kanıt olmaksızın ileri sürülebilecek bir iddia kanıt olmadan reddedilebilir, reddedilmelidir de. Hakkaniyet bunu gerektirir.

Nietzsche’nin, Ahlakın Soykütüğünde dediği gibi kesin olan şu ki, evet teolog ve ilahiyatçı ayak takımının zırvalarından kurtuldular ancak her çeşit aşkıncının (transandantalistin) işi, Kant’tan bu yana gene tıkırında. Kant, hakikat ile aşkın olan arasındaki sınırları çizmekle, aşkın olanla uğraşmak isteyenleri hem ilahiyat bataklığından kurtardı hem de onlara felsefece güya meşru olan bir çerçeve hazırladı. Aşkınsal argüman bir hakikati haykırır: kuşku hakikatini. Varlığın ötesine dair kuşkudan daha büyük bir hakikatimiz henüz yoktur. Bu yüzden, bu argüman bağlamında kuşkuda olmak; dolayısıyla öteye dair teorilerini anlatanlara teneşirdeki bir ölü gibi teslimiyet ve sarsılmaz iman gerektiren dinlerden arınmak en tutarlı yol görünüyor.

4- İMTİHANIN ABSÜRTLÜĞÜ ARGÜMANI

Birçok şeyi başaramadı bu çömlekçi, işini hakkıyla öğrenememişti! Başaramayışının intikamını çömleklerinden ve yarattıklarından alması, beğeni sahibi olma yüceliği ile çelişen bir günahtı bu. (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nietzsche)

Nietzsche’nin Zerdüşt’ü için; insan tarafından yaratılmış ve yine insan tarafından öldürülmüş Tanrı bir çömlekçiye benzer. Tıpkı çamurdan çanaklar yapan bir çömlekçi gibi Tanrı da çamurdan insanlar yapar. İnsanın, hiçliğin ve mutlak yokluğun içerisindeki dinginliğini ve huzurunu bozarak önce onu varlığa getirip sonra da onu iyi ve kötü kavramlarıyla sınırlı evrensel bir imtihana tabi tutmak suretiyle kişinin kendisi olmasını cezalandırır.

Kişi nasıl kendisi olur? Kişi nasıl neyse o olur?

Kişinin kendisi olabilmesi için öncelikle “başkası olmayı” bırakması gerekir. İmtihan denilen şey, bir bakıma, kişinin kendisi olup olmadığını ölçen bir araçtır. Ve bütün dinlerde bütün Tanrılar, “başkası olmayı bırakıp kendisi olan” kişilere imtihandan zayıf not vererek onları cehennemlerine gönderirler.

Beğeni” her insanda olmaz; insanların büyük kısmı başkalarının beğenisini kendisine ait zanneder; başkaları tarafından beğenilmiş filmleri izlerler, müzikleri dinler ve kıyafetleri giyer; moda kavramının ardındaki mekanizma da beğenisiz insanın bu acziyetidir. Tanrılarda ise bilhassa yoktur beğeni. Zira Tanrılar; birçoğunu sonradan beğenmeyecekleri kullar yaratırlar kendilerine. Bu, düpedüz vizyonsuzluktur. Veyahut play-doh hamuru ile oynamayı deliler gibi arzulayan bir beş yaşında çocuk tavrıdır.

Bu sözde imtihanın yapılmasının ardındaki Tanrısal mantıktaki nedensellik zincirini herhangi bir biçimde ortaya çıkarabilme şansımız yok. Fakat din uyduranların neden imtihan üzerinden bir öte dünya kurgusuna gittiklerine dair fikirler üretebiliriz. Mesele her seferinde dönüp dolaşıp ahlakın ölçütleri olan iyi ve kötü kavramlarına geliyor. Zira her türden dinde iyi kızlar cennete ve kötü kızlar da her yere giderler… Pardon cehenneme diyecektim. İnsan, iyi ve kötü kavramlarını genetik kod olarak yüklü biçimde geliyor bu dünyaya. Bunu, bebeklerle yapılan birçok akademik çalışmada da görebiliyoruz. Henüz dil bile bilmeyen bebekler, iyilik yapma taraftarı oluyorlar genelde. Bende insanlık tarihini, insanın tarihine benzetme yönelimi olmuştur hep. İnsanlığın şafağını merak ediyorsak bunu ancak bebekler üzerinden öğrenebiliriz, diye düşünürüm. İnsanın ahlak yaratma sürecini de ancak insanın -bebeklikten ihtiyarlığa kadar- yaşamından anlayabiliriz. İnsanlık başlangıçta henüz bu kavramlara sahip değildi; önce iyilik vardı fakat sonra kötülük de hasıl oldu; bu ikisi arasındaki mücadele ile insan önce kendine ahlak yarattı ve ardından birileri bu ahlak üzerinden din uydurdular: iyi ile kötünün mücadelesi ve iyinin kazanması anlatısını yarattılar. Böylece bir imtihan teorisi gerekli oldu. İnsan iyileri yapacak ve sonunda da bu imtihanın neticesi olarak ödüllendirilecekti.

Bu noktada olabileceğiniz en dürüst halinizle kendinize şunu sorun:

Play-doh oyun hamuru gibi kendine kul yaratıp onları kendileri olmasınlar diye sınayan ve kendileri olduğu için cezalandıran bir Tanrı anlatısı mı daha tutarlı?

yoksa

İnsanın iyi ve kötü kavramları üzerinden önce ahlakı yarattığı; bu ahlak üzerinden din uydurduğu ve böylece iyiliğin ödüllendirildiği bir hayale tutunduğu; sosyal düzenin ancak böyle sağlanabildiği antropolojik bir anlatı mı daha tutarlı?

Görünen köye kılavuzluk yapmaya kalkanlar ancak sahtekarlardır.

Ben şarap içiyorum doğrudur
Aklı olan da beni haklı bulur
İçeceğimi biliyordu Tanrı
İçmezsem Tanrı yanılmış olur (Ö. Hayyam)

5- KÖTÜLÜK PROBLEMİ ARGÜMANI

Senin yasanı çiğnemeyen var mı ki söyle
Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle
Kötülük yapan beni, kötülükle cezalandırırsan sen
Sen ile ben arasında ne fark kalır söyle? (Ö. Hayyam)

Kötülüğün kaynağının ne olduğu bugün ilk kez insanların aklına gelen bir şey değil. Tarih boyunca sorgulandı bu. Platon’un Tanrısı mutlak iyi bir Tanrıydı, kötülükten münezzehti. Çağdaşı olan ve M.Ö. 341 yılında Kuşadası’nın hemen karşısındaki Sisam Adasında doğan Epikür ise Tanrı fikri ve kötülük arasındaki çelişkiyi bir paradoks formuna sokmuştur:

“Kötülük neden var? Madem süper Tanrılarımız var bizim, kötülüğü neden engelleyemiyorlar? Eğer tanrılar kötülükleri engelleyemiyorlarsa güçsüz değiller midir? Eğer Tanrılar kötülükleri engelleyebilecek kadar güçlü oldukları halde kıllarını kıpırdatmıyorlarsa onlar da kötü değil midir? O halde Tanrı sanılan şey gerçekten Tanrı mıdır? Mutlak iyi Tanrı fikri mutlak güçlü Tanrı fikri ile çelişmez mi?

İlk ve Orta Çağ filozof ve katolik kilise papazları bu paradoksu çözmek için kırk takla atarlar. Keza Hume, Leibniz, Kant, Schopenhaur, Nietzsche ve Camus’ye kadar onlarca büyük düşünürün de kafasını kurcalamıştır bu mesele. Öyle ki, Voltaire gibi bir deha, üşenmemiş sırf bu konuya dair “Candide” isminde bir pikaresk roman yazmıştır.

Kötülük Problemi, esasında Tanrı fikrini tek hamlede nakavt eder; bu paradokstan mükemmel bir Tanrı çıkmaz, mükemmel olmayan Tanrı da Tanrı değildir zaten. Keza kötülüğü düşününce Schopenhauer’ın meşhur soruları ile sarsılırız:

Eğer bir Tanrı varsa ona şunu sorma hakkım yok mudur:

Benim yokluktaki dinginliğimi ve huzurumu bozup da beni kötülükle dolu bu dünyaya, bu kaosun ortasına neden getirdin?

Bu dünyada var olan kötülüğün bir Tanrı tarafından yapılıp yapılmadığını belirlemek (teodise yapmak) kötülüğün kendisini yok ediyor mu?

Albert Camus’nun bu konudaki görüşü ise gayet nettir: kötülük var olduğuna göre Tanrı yoktur.

Kötülük insanın eseridir, kötülük şeytandandır, kötülük nefistendir, kötülüğe kötülük demezsek ortada kötülük kalmaz vs. safsata argümanlara hiç girmiyorum; kendini savunmaktan aciz Tanrılarının avukatlığına soyunan teodiseci teistlerin bu meselede verebildiği en meşhur cevap da ultra premium bir rezaletten ibarettir. Şunu söylerler: Tanrısal aklın insansal akıldan yüce olması nedeniyle kötülüğün Tanrısal akıldaki karşılığını insanın bilmesi mümkün değildir.

Kısaca dedikleri şudur: “biz bilemek yavrım yohardaki bilir”

Müslümanlar da sığınmıştır bu acziyete; Hristiyanlar da… Bu noktada Schopenhauer’u bir kez daha tekrar etmek iyi gelecek sanırım:

Kötülüğün Tanrıdan gelip gelmediğini sorgulamak, kötülüğü ortadan kaldırmıyor.

Yeni yaratılmış Ademe bütün melekler secde ederken; secde etmeyen İblis minyatürü

Dinler tarihinde “kötülük” kavramı ile “şeytan” kavramını birbirinden çok zor ayırırsınız. İranlı Zerdüşt de, MÖ 7. yüzyıl civarında ahlakın ölçütleri olan iyi ve kötü kavramlarını yaratırken bunu öncelikle Tanrılar üzerinden yapmıştı: İyiliğin Tanrısı ve Kötülüğün Tanrısı. Bunun ardındaki gerekçelendirmeyi sakin bir zihinle düşündüğünüzde; dinlerin ilk uydurulduğu zamanlardan itibaren; din uydurucusu sahtekarların kötülük problemi ile muhatap olmak zorunda kaldıklarını kavramış olursunuz. Zira din uydurucusu, acısı ve çilesi mutlak insana; ölüm karşısında dehşetli bir korku ile titreyen insan bir tür metafizik ölümsüzlük iksiri satar. Adeta Sümerli Gılgamış’ın 4000 yıl önce aradığı o ölümsüzlük iksirini, din uydurucuları bin yıllar sonra hiçbir yolculuğa çıkma zahmetine katlanmadan oturdukları yerden bulmuşlardır: ötedünya hülyası. Ve fakat din uydurucuları ve inanç simsarlarının sattığı ötedünya hülyası birçok eleştiri ve fikirsel saldırı karşısında evrimleşerek kendini güçlendirmek zorunda kalmıştır. Mağarasına döndüğünde bebeği vahşi hayvanlarca parçalanan mağara adamının göklere yönelip de “bu sabinin suçu neydi ulan” diyerek edeyazdığı küfrü, o durdurulamaz isyanını “aman Allaha sitem etme, takdir-i ilahi, sabret, sabır yücedir” falsoları ile karşıladılar. Dinler ve dini kavramlar ilmek ilmek, argüman argüman, tartışma tartışma, tecrübe tecrübe oluştu ve gelişti. İşte şeytan da bu sürecin bir çıktısıdır; vasat adamın içgüdüsel kötülük problemi kıllanmalarını söndürür.

Son tahlilde kötülük, Tanrı fikri ile bağdaşmaz; ya kötülük yoktur ya da Tanrı… Kötülük var olduğuna göre Tanrı yoktur.

6- KARAR DEĞİŞTİREN KADİR-İ MUTLAK

Gözlerini bir an için kapat ve hiçliğin ortasında, aslında var olmayan bir salıncağın potansiyel bir Tanrıya dinginlik verebilecek frekanstaki salınımı ile bir ileri bir geri hareket edip duran bir kadir-i mutlak olduğunu hayal et. Eğer güç diye bir şey varsa, tümü sende. Eğer bilgi diye bir şey varsa, tümü sende. Eğer kütle diye bir şey varsa, tümü sende. Eğer hacim diye bir şey varsa, tümü sende. En güçlü, en büyük ve en bilgili şey sen olduğuna göre; ve aynı zamanda sen sonsuz güçte, sonsuz büyüklükte ve sonsuz bilgelikte bir varlık olduğuna göre; senden başka hiçbir şey yok demektir bu. İşte o yüzden zaten sen hiçliğin, mutlak yokluğun ortasındasın. Ve bir anda, bir lahzada, bir fikir beliriyor şuurunda, “bir evren yaratmalıyım” fikri. Bu mantıkla baktığımızda sen, tıpkı sonsuz güç sahibi olduğun gibi aynı zamanda bir “karar verici” de oluyorsun. Bu sıfata da sahip oluyorsun: karar veren, karar verici, decision maker. Zaten sonsuz bilgi sendeydi ve zaten sonsuz güç sendeydi. Senin bilginde ve gücünde bir anda ne değişti de aniden bir evren yaratmaya karar verdin? Zira bir şeye karar vermek için, karar verme anına kadar bir sürecin gerçekleşmesi gerekir. Senin sonsuz bilginde ne değişti de bir anda bir evren yaratmaya karar verdin?

Eğer kadir-i mutlaksan ve sonsuz bilgelikteysen gücünde ve bilginde, evreni yaratmaya karar vermeden öncesi ile sonrası arasında bir fark olmaması gerekir. Ve fakat ortada, daha önce var olmayan/bir başlangıca sahip somut bir evren mevcut; demek ki Tanrı ya karar anından önce daha az bilgiye sahipti ya da Tanrı diye biri hiç var olmadı.

7- KİN TUTAN İNTİKAMCI MUTLAK SEVGİ

Ey bulutların ardına saklanan haydut!
Bir soytarıcıl köpek gibi, yuvarlanayım mı önünde?
Tutkunca, sevinçler içinde kuyruk mu sallayayım sana?
Köpek değilim, avınım ben senin ancak.
Ey zalimlerin en zalimi… (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nietzsche)

Yaygın dinlere göre, insanların işleme imkanı olan suçları tasnif etmeye çalışırsak; karşımıza aşağı yukarı şöyle bir tablo çıkar:

1- Başkasına ya da başka canlılara zarar verme, başkasının hakkını gasp etme suçları
2- Kendine zarar verme suçları
3- Hiçbir zarar ya da hak gaspı yaratmaksızın dindeki ve dini metindeki kurala aykırı davranma suçları
4- İbadet etmeme suçları
5- Dini sorgulama ve inanmama suçları

Bunlardan ilk ikisi insan üretimi olan her türden hukuk sisteminde, dine en ufak bir ihtiyaç duyulmaksızın suç tipi olarak kabul görür ve cezai yaptırıma tabidir. Üçüncüsüne özellikle İslam penceresinden bakacak olursak; misal bankada mevduat hesabı açıp faiz geliri elde etmenin, alkol kullanmanın, cinsel özgürlüğünü yaşamanın ya da evlat edinmenin suç olması gibi insanın hukuk ve adalet tahayyülüne ait olmayan bir takım garipliklere rastlarız. Bu suç gruplarını alt başlıklar halinde inceleyecek olursak; dünyanın neredeyse bütün din ve inanç gruplarında başkasına zarar vermek, başkasının hakkına girmek yasak ilan edilmiştir: adalet kavramının doğuşu da buradandır zaten. Esas tartışmak istediğim konu ise başka: din uydurucularının yarattığı kurgu Tanrının insana güvenmeyişi; insanın bu dünyada bir hukuk düzeni dahilinde hak ihlallerini ve zarar verişleri engelleyemeyeceği ön kabulüdür. Bu ön kabul, insanın bu dünyada adaletin tekamülüne yaklaşma ülküsüne olağanüstü zarar veriyor.

Zarar verenleri, hak gasp edenleri; yani suçluları Tanrılar yargılayacaksa; öncelikle Tanrıların yargıçlıktaki yetkinliklerini sorgulamamız gerekiyor. Bu noktada elbette yeniden metinlere yöneleceğiz zira Tanrı ile kavramsal bir iletişim kurabilmenin yegane yolu, ondan geldiği iddia edilen metinlerle etkileşime girmektir. Örneğin, Hristiyanların Luka ve Matta İncilinde geçen “sana tokat atana diğer yanağını uzat” gibi ya da Kuran’da geçen “erkeğin kadını dövme izni” gibi kutsal kitapta kural olarak bulunduğu halde insana zarar veren ve insanın hakkını gasp eden uygulamalar; Tanrıların (daha doğrusu Tanrıları yaratanların) yargıçlıktaki maharetlerinin pek kısıtlı olduğunu gösteriyor. Aslında yargıçlıktan öte, hangi insan davranışlarının cezalandırılıp nelerin cezalandırılmaması gerektiğini ve cezalandırmanın ya da yasanın kaynağını tartışmaya başladığınız anda hukuk felsefesi yapmış olursunuz; felsefe, tutarlı gerekçelendirilmiş düşüncedir ve Tanrı uydurucusu peygamber ve azizlerin elimize ulaşan metinlerinde tutarlı ya da gerekçelendirici olmak gibi kaygılar gütmediğini; diğer bir deyişle felsefe yapmakta pek de mahir olmadıklarını görüyoruz. Hiçbir zarar ya da hak gaspı yaratmaksızın dindeki ve dini metindeki kurala aykırı davranma suçları ile ibadet etmeme suçları ise cehennemi aracılığı ile kullarını cezalandıran Tanrı fikrinin aynı zamanda adaletsiz olduğunu gösteriyor. Bunun d ötesinde bir ödül-ceza ikiliği ile piyasaya çıkan dinlerin tümünde suç ve ceza arasında muazzam orantısızlıklar vardır; boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı bir fanteziden ibarettir.

15. Yüzyıl Cehennem Tasviri: Jan Van Eyck, The Last Judgment

Arapçaya, Aramiceden geçen ve orijinalinde İsrail/Filistin Samilerine ait olan “rahman” ve “rahim” kavramları Tanrının yüce gönüllülüğünü, diğer bir deyişle mutlak sevgi ve mutlak merhamet sahibi oluşunu tarif eder. İbranicedeki rhm kökü öncelikle sevgidir; dolayısıyla İslamda Tanrı mutlak sevgidir. Keza dünyanın en popüler dini Hristiyanlıkta en eski incil yazmaları Yunanca olduğundan Antik Yunana ait “agape” kavramı İsanın Sonsuz Sevgisine dönüşmüştür. Zaten Tanrının her şeyin mutlağı olması gereği, daha net ifade ile tanımı gereği bütün dinlerde Tanrı mutlak sevgidir; sonsuz sevgidir. Fakat aynı Tanrı öyle derin bir kin tutar ki… Hem de kendi öz yarattıklarına karşı; onları cehennemine yuvarlar, sonsuza kadar dünyada görülmemiş kızgınlıkta bir ateş ummanında yakar, derileri soyuldukça ve kemikleri buharlaştıkça yeniden diriltir ve yeniden yakar; karınlarına ateş topları koyar, sırf bu işler için yarattığı zebani memurları vardır.. Trilyon yıl değil ha sonsuza kadar.. Böyle bir kini gerçek hayatta hiç gördünüz mü? İnsan en büyük düşmanına bile hadi diyelim yüz yıl olmasın bininci yıldan itibaren acımaya başlardı değil mi? Sonsuz ne ulan? Hem de ibadet etmeme suçu, sorgulama ve inanmama suçu dahil bir takım absürt suç tipleri yüzünden. Burada tutarlı en ufak bir nokta görebiliyor musunuz? Beni sonsuza kadar yakıyorsan sende sonsuz bir kin var demektir ama sen diyorsun ki “ben sonsuz sevgiyim de”. Bir şey nasıl hem sonsuz kindar hem de sonsuz sevgi olabilir? Bir şey nasıl aynı anda hem mutlak kinci bir intikamcı hem de mutlak sevgi olabilir?

15. YY’a ait bir cehennem tasviri: Muhammad and “shameless women” in Hell

Bu iki sıfatın çakışması gösteriyor ki dünyanın en popüler dinleri başta olmak üzere tüm dinlerin Tanrı iddiaları tutarsız kurgulardan ibarettir.

Hayyam, günahım var diye tasalanma
Bunun için dertlere düşmek boşuna
Günah olacak ki Tanrı bağışlasın
Rahmet neye yarar, günah olmayınca? (Ö. Hayyam)

8- BENZEŞMEYEN DİNLER

Türkiye Sınırına sadece 830 metre mesafede bir Yunan Kilisesi

Bir İpsalalı, bir Paşaköylü bebek sadece bir kaç kilometre ötede doğmuş olsa bütün hayatını ortodoks bir Hristiyan olarak yaşayacak, bambaşka ibadetlerle meşgul olacak, bambaşka törenlere katılacak ve bambaşka dualar edecekti. Bir Hopalı’nın, bütün hayatını Gürcü Hristiyanı olarak yaşamayışının yegane nedeni sadece 30 km bu tarafta doğmuş olmasıdır. Bir Karslının Ermeni Ortodoksu olmayışının sebebi de aynı. Bir Şırnaklı, Hakkarili haritanın biraz daha altında doğmuş olsa “şeytana tapan bir yezidi” olarak geçirecekti bütün ömrünü. Tüm dinler kendini hak ve geri kalanları da batıl ilan eder; din kavramının tanımı gereği etmek zorundadır da. İşte dinin tanımından gelen bu zorunluluk, dinsizliğin en sağlam argümanlarından birine dönüşüyor. Zira şu soru ortaya çıkıyor:

Madem evren Tanrı tarafından yaratıldı ve aynı Tanrı insanlara ibadet etmeleri, tapınmaları ve hayatlarını iyileştirmeleri için din gönderdi, dünyada neden bu kadar çok ve çeşitli, benzeşmeyen dinler var?

Makul mantık çevresinde düşünürsek, sorunun cevabı çok basit: Tanrı diye birinin varlığından söz edemeyiz, kimse din falan da yollamadı zaten. Fakat “iman” sahibi müminler, imanlarından aldıkları haklılık duygusu ve “tinsel güç” ile bu soruya çeşitli cevaplar üretirler, tümü saçmalıktan ibarettir, en bilineni de şudur:

Tanrı ezelden beri her seferinde sadece bir tek din yolladı ama insanlar bu dinleri her seferinde bozdular.

Bu durumda yapılacak şey çok basit: dinler karşılaştırmalı olarak çalışılır ve bu dinlerin insanlık tarihi boyunca birbirine dönüşme ihtimalleri sistematik olarak araştırılır. Fakat bunu kim yapacak? Bunu müminler yapmıyor; akademik alanda “comperative religion” (karşılaştırmalı dinler) anahtar kelimeleri ile yapılıyor bu. Dünyada binlerce farklı din var ve bunların tamamının birbiri ile karşılaştırılması gerekiyor.

Bir çok gruplama yöntemi olsa da dinleri coğrafyaya ve tarihe göre grupladığınızda aşağı yukarı şöyle bir tablo ortaya çıkıyor.

Sami Dinleri (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam)
İran Dinleri
Hint Dinler
Çin Dinleri
Antik Anadolu Dinleri
Antik Yunan Dinleri
Antik Mısır Dinleri
Roma Dinleri
Eski İskandinav Dinleri
Türk-Moğol-Bozkır Dinleri
Nil Altı Afrikası Dinleri
Japon Dinleri
Kelt Dinleri
Eski Germen Dinleri
Eskimo Dinleri
Aborjin Dinleri
Maori Dinleri
Pasific Adalarındaki Dinler
Eski Amerika Dinleri (Mayalar, İnkalar, Amazon Kabileleri vs.)

Penisin lafzını duymayı bile hakaret sayan, bedenleri ile başka erkeklerin penislerini erekte etmemek amacıyla çarşaf giyen kadınlar ve dini bir ritüel olarak sırtlarında penis putu taşıyan kadınlar… Bu iki fotoğraf incelendiğinde aynı Tanrı tarafından yollanmış ve aynı kökten gelen tek bir din mümkün müdür?

Bu dinler, en temel kavramlarda ve iddialarda bile birbirleri ile yüzde yüze yakın oranlarda çelişirler. Sami dinleri, evrenin başlangıcını bir yaratılış anı ile açıklarlar oysa Budizmde ne başlangıç vardır ne de bir son; Budizmde herkesi yaratan tek bir Tanrı iddiası yokur: herkesin Tanrı olabileceği iddiası vardır. Hindular, evrenin başlangıcını hiçlik ve yokluk kavramları üzerinden yılanlı-kobralı mitolojik bir hikaye ile açıklarlar. Tarihin en dibinden gelen kalıntıları incelediğimzde bugünün önde gelen dinleri ile en ufak bir alakalarının dahi var olmadığını görüyoruz.

Bu argümanı; Türkiye’nin hakim dini olan İslam üzerinden inceleyeccek olursak; Adem diye birinin yaşadığı iddiası ile birlikte, Adem’den beri tek gerçek din müslümanlık ise tarihin en dibinden elimize ulaşan en eski metinlerin islamı belli açılardan doğrulaması, antik kalıntıların islam teorisinin en azından bir kısmına uygun olması; antropolojinin de bunları desteklemesi gerekir. Burada elbette; 20. yüzyılda bir anda ortaya çıkan ekollerden ziyade 1400 yıllık ve milyon sayfa külliyata sahip gerçek (sünni/şii) İslamı ele alacağız.. Yani eğer bütün dinler İslam ile aynı kökten gelip sonradan bozulmuş şeylerse; camii benzeri mabed, namaz, alkol yasağı, çıplaklık yasağı, tesettür, her kavme peygamber (124 bin veya 224 bin civarı), şeriat, fıkıh, tek tanrı, Allah kelimesi, peygamberlik/nebilik makamı, ahiret inancı, kutsal kitap, cennet anlatısı gibi kavramların tarih boyunca birçok yerde var olması gerekir. İsterse bu toplumların bir çoğu “tarih boyunca var olmuş o tek din olan islamı” hep reddetmiş, değiştirmiş ya da bozmuş olsun, bir şeyler tanıdık olmalı. Mesela aborjin dini ile islam arasında bir bağlantı olmalı ya da hinduizm ile islam arasında olmalı. Ki bu sayede hinduizm aslında islamın bozulmuş bir versiyonuna benzesin. Peki gerçekten böyle midir?

Aborjin kadınları günlük halleri ile

Mesela Aborjinlerin mitolojisine baktığımızda görüyoruz ki kutsal bir kitabın varlığına dair tek bir emare yok. Sözlü yolla nesilden nesile anlatım var. Çıplaklık serbest. Atalarının göç hikayelerini falan anlatıyorlar. İnsan merkezli bir inanç yerine doğa merkezli bir inanç var. İslamla uzaktan yakından ilişkisi yok. Avustralya’da keşfedilmiş bir tane bile mabed yok, namaza, oruca dair hiçbir belirti yok, peygamber geldiğine dair hiç bir belirti yok, alkol sebest, dans serbest. İslam ile hiç bir alakaları yok; Arap dininin kitabı bu adaya 1300 yıl sonra ancak ulaştı. Buraya Arap Tanrısının peygamberler gönderdiği ama aborjinlerin sapkınlık yaparak gelen peygamberlerin dinlerini değiştirdiği gibi iddialar komiğin de ötesinde sadece.

Mesela Eskimolara bakıyoruz: İslamın bel kemiği olan “namus” o kadar yok ki eskimolar hristiyanlığa geçirtilene kadar yabancılarla karılarının yatmalarından hoşnutluk duymaları gibi adetleri vardı. Coğrafyanın zorluğu nedeniyle kadın birden fazla erkekle evlenebiliyor ve kocalar hep beraber çalışıyor böylece doğan çocuğun beslenmesi ile ilgili riskler en aza indirilmiş oluyordu. Eskimo dininde öte dünya inancı yoktur, cennet ve cehennem yoktur, mabed yoktur, tek Tanrı yoktur; dans vardır seks vardır; Kurana, İslama muhalif ne kadar kavram varsa tümü mevcuttur eskimolarda. Acaba İslamın “her kavme peygamber gönderildi” iddiası eskimoları kapsamıyor mu? Kapsıyorsa hani nerede? Bir din bu kadar mı tahrif edilebilir?

Mesela Hristiyanlara bakıyoruz: alkol serbest. Hatta efkaristiya (ekmek-şarap ayini) ile alkol içmek ibadet. Zaten islama göre alkolün kademeli olarak yasaklandığı iddiası da kendi içinde tutarsızdır. Madem tek bir din var ve bütün insanlık tarihi bu dine inanmakla mükellefti, Muhammed yasaklayana kadar neden dünyanın hiçbir yerinde alkol yasak değildi? Haydi diyelim ki Hristiyanlar İsa’nın orijinal dinini tahrif ettiler, tam o tahrif edilen güne gidiyoruz: alkol bir gün yasak bir gün serbest. Böyle bir tarih anlatısı mı olur? Bu değişikliğe neden birileri tarafından itirazlar edilmemiş, kroniklere, vesikalara işlenmemiş, kayda geçirilmemiş? Yani antik çağdan gelen onca metin varken acaba kimse umursamadı mı “İslamın gerçek Hristiyanlıkta haram olması gereken şarabın bir gecede serbest bırakılmasını?” Oysa Hristiyanlık tarihi bambaşka şeyler anlatıyor. Elbette alkolün zararlarına ve içilmemesi gerektiğine dair fikir beyan edenler olmuştur ancak hiçbir zamanda; 2. yüzyıl, 3. yüzyıl, 4. yüzyıl vs. alkol toplumsal bazda yasaklanmamış. Romalılar Hristiyanlığa geçerken alkolün yasak olduğuna dair tartışmalar yapmamış. Neden? çünkü İslamın Hristiyan tarihi anlatısının “Hristiyanlık tahrif oldu” nassından başka dayanağı yok. İslam bir kez olsun açıp Roma kroniklerini incelemeden bu hükme varıyor ve bunu en mutlak gerçek bilgi sayarak bütün görüşlerini bu çürük temel üzerine inşa ediyorlar.

Kore Şamanizminde Tanrılara meyve sunma ayini var, yine dans ve müzik var. Konfüçyüsçülükte öte dünya diye bir yer yok. Çok tanrı var. Orta Asya şamanizminde de tek tanrı diye bir şey yok, onlarcası var. Afrika inançları apayrı bir hikaye: dans, çıplaklık, seks… İslama ters düşen ne ararsan mevcut. Haiti mitolojisi yine aynı İslamla uzaktan yakından ilgili değil: şarkı, müzik, dans ve çıplaklık. Mezoamerika dinleri daha beter insanların ağaç insanlardan geldiğini düşünüyorlar. dünyada binlerce tür inanç var. Afrika’da, Amerika’da, Asya’da; Okyanus Adalarında her kabile farklı ruhların farklı ayinlerin farklı hikayelerin tesirinde. Arkadaş madem senin Allahın bütün dünyaya binlerce peygamber gönderdi ve bütün bir tarih boyunca tek bir din gönderdi: o dinde mahrem var, içki yasak, mabed var, secde var, kitap var… Hani nerede? Neden emarelerini göremiyoruz orta doğu hariç hiçbir yerde?

Dünyadaki dinler birbirine benzeşmiyor; dolayısıyla şundan işkillenmemiz gerekiyor: maden o kadar ulu bir Tanrı var ve insanlara din göndermek istiyor da o müthiş hak dininden neden ufacık bir dünyayı haberdar edemiyor? “Herkesi kendine inandırsın” demiyorum; en azından bir haberdar etsin; insanlara karar imkanı tanısın… O bile yok. Papua Yeni Gine’ye mesela hangi kitap ve peygamber gönderilmiş? O kadar büyük teknolojik bir düzeye ulaşan Japonlar neden bu sami dinlerine teveccühün zerresini göstermiyorlar? 150 Milyon Japon her jenerasyonda doğup ölüp de cehennem odunu olmak için mi geliyor bu dünyaya?

Tanrı fikrinin ve dinlerin insan uydurması olduğunun en büyük göstergelerinden biri; dinlerin ve Tanrıların hiç benzeşmez biçimde binlerce farklı hizbe ayrılmışlığıdır.

9- ŞANSLI MÜMİN ARGÜMANI

Hint Okyanusu’ndaki Kuzey Sentinel Adası Kabilesi — 2021 yılında hala daha modern dünya bu ada ve kabile ile bir temas kurmamış, adanın yerel demografisi, kültürü ve yaşam tarzı bozulmamıştır.

Bu dünyada aşağı yukarı her insan; köyüne gerçek din gönderilmiş şanslı bir mümin olarak doğar. En az Manhattan’da doğan bir Amerikan Protestanı, Tokyo’da doğan bir Japon Şintosu, Mekke’de doğan bir Arap Müslümanı kadar Hint Okyanusundaki Kuzey Sentinel Adası ya da Brezilya’daki Amazon Ormanlarının derinliklerinde yaşayan bir takım kabileler de en gerçek dinin kendi dinleri olduğuna ve dünyanın en şanslı köyünde/mahallesinde doğduklarına inanıyorlar.

Brezilya Amazon Ormanlarında modern dünya ile temas kurmamış bir kabile

Din ve İman meselelerinde bir insanı çocukluğundan itibaren adeta iflah olmaz bir sahtekara çeviren temel iddia da budur zaten:

Sen en gerçek dine inanıyorsun, Tanrı’nın sevgili kuluymuşsun; şükret ki burada doğdun ve yegane hakikat olan bu mübin dine otomatikman girdin.

Bu palavrayı bilinçaltında hiç kimse yutmaz elbette; sadece yutar gibi yapar; yutar gibi yapmak zorunda olduğunu bilir. Zira insan yalan söyleyen bir hayvandır. Bu yalanı kendine o kadar çok söyler ki belli bir süre sonra alışır ve hayatının bir parçası haline getirir.

Oysa olan biten şu:

İstatistiki olarak kişinin ana babası hangi dine mensupsa kişi de %99.99 o dine iman ettiğini dil ile ikrar ve yine dil tasdik ediyor. Kalp, kan pompalar; tasdik etmek gibi bir özelliği yoktur kalbin. Zihin desen; zihnin ne olduğunun çözülebilmesi mümkün değil; zihninden doğumundan bugüne kadar yaşadığın ve öğrendiğin; yani dış dünyadan alıp içeri attığın şeyleri ve hafızayı bir anda çıkarsan geriye ne kalır? Zihin neyi tasdik edecek, onaylayacak? Zihin gördüğünü ve algıladığını işleyebilir ancak, yani dış dünyayı. İkrarı da tasdiği de dil ile yapıyorsun; günde kırk yalan söylediğin o dil ile; zaten o dilinin söylediği en büyük yalanlar da bu ikrar ve tasdik safsataları.

Bir Arap köyünde ümmi bir adamın çıktığı ve Tanrı ile bağlantı kurduğu, bütün dünyaya ahlak öğrettiği; iyinin ve kötünün en iyi tanımlarını yaptığı; evrenin derinliklerine yolculuk ettiği gibi iddialara ikna olmadın; sen içinde yaşadığın toplumun inşa ettiği sosyalliğe ikna oldun; onlar gibi görünerek toplumdan biri oldun; toplum seni arasına aldı, sana iş verdi, seni everdi; bundan menfaat elde ettin. Sadece ve sadece bu yüzden müslümansın: anan, baban, konun komşun, akraba ve hısmın kısacasa atan ve öten müslüman diye… Dolayısıyla bir tür argumentum ad populum olan din ve Tanrı iddiası; kavrama yetisi vasat, vasatın altında ya da vasatın biraz üzerinde olan milyarlarca insanın savunmayı dahi beceremediği; yani milyarlarca insan için gerekçelendirilememiş bir iddiadan ibarettir.

Şanslı bir mümin değilsin; doğru din doğduğu köye gönderildiği için kendini şanslı zanneden, binlerce farklı din ve mezhepten yedi küsur milyar vasat insandan sadece birisin. Her dinin kendinden emin müminlerine eşit hak verme erdemini gösterecek olursak yanlış bir dine kanmış olma ihtimalin %100'e yakın görünüyor. Şu halde senin için olabilecek en tutarlı konum dinsiz ve imansız olmak gibi.

10- İNSANIN İNANMAK DİYE BİR EYLEMİ VAR MIDIR?

Kötülük ağacından yapraklar koparmanın bir anlamı yoktur; kökünden kesmediğin sürece demiş bilgeler. Burada da inanmak eyleminin tüm dinlerin kökü olduğunu bu kök kuruduğunda dinlerin bütün argümanlarının da kuruyacağını düşünebiliriz. İşin etimolojik boyutu; farklı dillerde inanmak sözcüğünün kökeni, bu sözcüğün nasıl ortaya çıktığı bu argümanın destekleyicilerinden biridir ancak argümanın esas dayanağı şu soru ile yüzleşmektir: insanın inanmak diye bir eylemi var mıdır?.

Ortalama bir İngilizce sözlükte, örneğin Google üzerinden sözcüğün tanımını aradığımızda inanmak (believe) için bize şu tanımı verir:

İlk tanımın Türkçesi şudur: ortada bir kanıt olmadığı halde bir şeyin doğru olduğunu kabullenmek. İkincisi ise şudur: bir şeyi görüş, düşünce olarak tutmak, kabullenmek.

Heredot’tan gelen bilgiye göre, Antik Mısır’ın firavunlarından 1. Psamtik dilin kökenini merak eder ve bunu anlayabilmek amacıyla o dönem için oldukça iddialı bir deneye girişir: iki çocuğu diğer insanlardan yalıtılmış bir biçimde büyütürler ve nasıl bir dil oluşturacaklar diye beklerler; dışarıdan bir müdahale olmadığında çocukların söyleyeceği kelimeler bütün insanlığın dilinin kökenini belirleyecektir. Çocukların Frigce’de ekmek anlamına gelen “bekos” kelimesini söylediklerini rivayet eder. Evet, Heredot ve şerhçilerinin binlerce yıllık el yazmalarından gelen bu hikâye epeyce serin, farkındayım; fakat hikâyenin içindeki merak parıltıları ve sorgulamalar da bir o kadar kıymetli: insanlar sözcükleri nasıl buldular? Mesela ilk buldukları sözcükler nelerdir? Sözcüklerin bulunuş tarihleri üzerinden bir kronoloji yapmaya kalksak nasıl bir tablo ile karşılaşırız? Mesela Türkçe bağlamında “uçak” elbette 20. yüzyıla ait hatta tam olarak 1935 yılında yaratılmış bir sözcük; diğer dillere bakarsak en fazla 30–40 yıl önceye gidebiliriz. Yaratılış tarihini bildiğimiz sözcük sayısı epey fazla: sadece Nurullah Ataç tarafından 1944–1957 yılları arasında meşhur edilmiş ve hatta birçoğunu bizzat yarattığı onlarca farklı sözcüğü kullanıyoruz bugün Türkçede: beğeni, yapıt, kural, koşul, doğa, doğal, çeviri, ayrıntı, ezgi, eleştiri, asalak, devrim, birey, örneğin, ilke, soyut, somut, bellek, bilinç, öğreti, ata yadigarı…

Ataç’ın Sözcükleri , Yılmaz Çolpan,

Peki ya “elma” ya da “göz”? Hangi bin yıllara ait bunlar? Bunları kim bulmuş? Alma (elma)nın al rengi ile ya da almak fiili ile, gözün /görün gök ile ya da Kıpçak Türkçesi grubunda ev anlamına gelen “uy” sözcüğünün uyumakla kökensel bir ilgisi olabilir mi? Zor sorular ve verilebilecek cevaplar da spekülatif olacak. Fakat sözcükler birbirilerini yaratırlar, türetirler. Acaba inanmak sözcüğü de bir takım başka sözcüklerden bir ihtiyaca binaen sonradan mı yaratılmıştı dillerde?

İnsanların temel fiillere ve görünen somut şeylere daha erken dönemlerde ad verdiklerini düşünebiliriz. Peki soyut sözcükler ne zaman girmiş insanın diline; örneğin “inanmak” ya da “güvenmek” gibi soyut sözcükler hangi tarihte ortaya çıkmış olabilir? Kandaşlar toplumunda; obacı, kabileci, feodal topluluklarda -şaman/pagan dönemde henüz yazılı olmayan atalar kültü ile yaşarken ve ölümden sonrası ile ilgili iddialı metinler ya da söylemler ortaya çıkmamışken- insanların ufak boylar halinde yaşadığı o karanlık dönemde güvenmek sözcüğünden ötede; “Tanrısal” bir anlam içerecek “inanmak” diye bir sözcüğe ihtiyaçları var mıydı? Böyle bir toplumsallığın içinde, budünyacı edimlerle yaşayan insan için “güvenmek” fiili yeterli gelmez miydi?

Ne zaman ki işler büyümeye başlar, yeni diller ve etnik gruplar toplumun bir parçası olurlar işte orada artık bağlayıcı unsur aynı tanrıların farklı dilleri konuşan kardeş kullarına dönüşme ihtiyacı ortaya çıkar; hem siyasal erk ister bunu hem de insanların içsel arzusudur. İşte bu noktada doğar “inanmak” sözcüğü. Yani inanmak toplumun ortak bir mit ve din hikayesini; bir tür ortak atadan gelen ama dilleri değişmiş kardeşler olma temennisini hakikat sanmak için herkesin önce kendine ve sonra da birbirine söylediği açık bir yalandan ibarettir. Rusçada inanmak (verit) ve yalan söylemek (vrat) sözcükleri arasındaki benzerlik gibidir bu biraz: inanmak, yalanın ayrı bir formudur adeta.

Türkçedeki “inanmak” fiilinin etimolojisini takip ettiğimizde, bin yıl önceden gelme Uygur metinlerinde “inan/inag/inanç/inal/inak” sözcüklerine rastlarız; Uygur metinlerinde inanmak doğrudan doğruya dünyevi şekilde “güvenmek” anlamında kullanılmıştır. “İnag” sözcüğü “sığın” anlamını karşılayan bir yerden gelir. “Inal” memur ve “İnanç” da baş memur/vezir gibi bir anlama gelir bu metinlerde: zaten güvenilen olmakla ilişkilidir memurluk/vezirlik, dünyevi bir haldir. Eskiden güven sözcüğü farklı anlama gelirdi. Bugün Türkçemizdeki “güvenç” o dönemde “kıvanç” (iftihar) anlamındaydı ve sonradan inanmanın dünyevi karşılığına dönüştü; mesela eşe güvenme, dosta güvenme. İnanma halininin dünyevi olmayan/tinsel karşılığı; yani bir öte dünyanın varlığına karşı duyulan istençten doğan karşılığı da inanmak/imandır bildiğiniz üzere. Müslümanlaşan ve Arap mitolojisinin yaratımı olan “iman” kavramını öğrenen Türkler, aslında güvenmek anlamına gelen inanmak fiilinin anlamını bugünkü “mümin kimliği”nin içindeki iman etmeye kaydırdılar. Burada Türklerin Araplardan önce bir din/öte kavrayışı olduğu gerçeğine saldırmıyorum: gerçeklere saldırmam. Bu yüzden belki de şöyle ifade etmeliyim olayı: Sami Dinleri çağında inanmak ya da inanmamak temelinde en derin yarık olan kimlik ile bölünüyor insanlar, belki ve muhtemelen o gün bölünmüyorlardı; bugünkü anlamı ile bir kimlik belirteci olarak “inanmıyor” ama sadece güveniyor, beklenti içinde oluyor (ümit/temenni ediyor) ve bu onlara yetiyordu. Kıpçak Türkçesi bağlamında baktığımızda ise bugünkü Kazakçada inanç anlamına gelen сенім/сену (senim/senu) ve Kırgızca’daki Ишеним (işenim) sözcüklerinin de, Türkçedeki sanmak/sanı ile benzer bir yerden geldiğini düşünebiliriz.

Arapçadaki “iman” (amana) ise Aramicedeki bir sadakat ünleminden gelir: ayinden sonra amen! diyorum; yani grubuma beni onaylasınlar diye sadakat gösteriyorum. İngilizce believe ve faith sözcüklerini incelediğimizde believe’in Eski Germencedeki sevgi anlamına gelen leaf söcüğünden geldiğini ve faith’in de Latincedeki fide’den geldiğini görürüz; dolayısıyla İspanyolca’dan Fransızca’ya kadar tüm Latin dillerinde de köken fide’dir. Latince’deki fide’nin Ön Hintavrupacasında güvenmek sözcüğüne karşılık geldiğini görüyoruz. Rusça ve diğer Slav dillerindeki vera ise Yunancadaki vera’dan ve o da Ön Hintavrupacada “doğru” anlamına gelen “were-o”dan gelir. İskandinavya’da ise Norveççe “tro” ya bakabiliriz ve o da İngilizcedeki “truth” ile aynı kökten gelmedir.

Hangi dile bakarsak bakalım inanmak ve inanç sözcüklerinin bir süreç içinde başka sözcüklerin şekil ve anlam değiştirmesi ya da anlam kaymasına uğraması sonucu ortaya çıktığı görürüz; peki nedir bu süreç? Elbette diller üstü dinlerin ortaya çıkması, yayılması süreçleridir. Farklı dillerde insanları bir araya getirecek dinler ortaya çıkıyor ve bu yüzden farklı diller zihinde aynı göstergeye karşılık gelen kavramı sosyal bir süreçte inşa ediyorlar: inanmak/iman kavramını; yoksa bunlar öyle birilerinin varsaydığı Adem ile Havvadan; daha doğrusu ilk bilinç sahibi konuşkan primattan beri geleduran sözcükler değiller. İnsanlar arasında inanç/iman/faith olmaz; güven/trust olur; iman ve faith ancak bir Tanrısallığa karşı mümkündür. Dinlerin var olmadığı bir evrende insana atfedilen inanmak diye bir sözcüğün ortaya çıkması için bir sebep yoktur. İnsanın inanmak diye bir eylemi yoktur; inanmak denilen şey toplu bir yalanı sürdürme mecburiyetinin sonucunda üretilmiş bir kavramsal kaymadır sadece.

Etimolojiden sıyrılıp da biraz zihnin çiçeklerle bezeli kırlarına doğru yol alalım ve felsefesinin doğum anına gidelim: Sokrates‘in kavramları yaratmaya başladığı o ilk güne : Milattan Önce 388 yılı civarına. Platon’un Kratylos diyaloğunda resmedilir bu an:

Felsefe ancak ve yalnızca kavramlar aracılığı ile yapılabilir. Kavramları aşmaya çalıştığınız anda sanat alanına geçiş yapmış olursunuz; o noktadan itibaren felsefe değil sanat icra ediyorsunuzdur: şekil, resim, görüntü, ses, nota, dans... İşte kavramların; yani felsefenin tam anlamıyla doğduğu gün de Sokrates ile Hermogenes’in şeylerin isimleri üzerine bu tartışmayı yaptığı gündür. Kavramlar yaratılmadan öncesi felsefe değil safsata idi; sofistlerin yaptığı şey; sözcüklerin anlamlarının sabitlenememişliğini kullanarak retorik aracılığı ile fikirsel üstünlük sağlama çabası. Dolayısıyla felsefeleşememiş (kavramlaştırılamamış) diller düşünceden ziyade ancak safsata üretirler: Kavramların yaratılması ile episteme (bilgi) diye bir alan doğdu insanlığın kolektif zihninde. Bilim episteme ile başlar ve ancak episteme ile devam eder. Peki epistemeden önce ne vardı: doxa. Yani kanaat, görüş, sanı, zan.

Platon’un “gerekçelendirilmiş doğru inanca bilgi denir” safsatasından beri epistemologlar, bu iddianın “inanç” kısmı ile değil de “gerekçelendirme” kısmı ile ilgileniyorlar. İnanmak eylemini bir hakikat olarak kabul ediyorlar ancak bunun gerekçelendirilemeyeceğine odaklanıyorlar; modern epistemolojinin kurucularından sayılan Gettier isimli 20. yüzyıl filozofu da bunların başında gelir. Platon’a karşı, 1963 yılında Gerekçelendirilmiş doğru inanç bilgi midir? başlığı ile yazdığı makalesi ile epistemolojinin klasikleri arasına girmiştir. Burada inançtan ziyade “görüş/opinion/doxa” kavramı söz konusudur oysa: Platon’a göre aslında gerekçelendirilmiş doğru doxa’ya episteme denir. Ki hala safsatadır. Bilgi; yani hakikat zaman ötesi bir tanıma sahiptir: bin yılların kolektif tanımıdır bilginin tarifi, bir tek zihnin değil.

Platon’un söylediğinin aksine doğru bilginin inanmak ile bir ilgisi yoktur. İnsanın bilme temelli 3 farklı konumu olabilir; dürüst insan doğası gereği bir şeyi:

1- Ya bilir — “biliyorum” der.
2- Ya bilmez- “bilmiyorum” der.
3- Ya da kuşkuda olur — “kuşkudayım” der.

Dördüncü hal imkansızdır. Kuşkuda olduğu bir şeyi; örneğin bir dinin doğruluğunu bir hakikat olarak görmeye, sunmaya ve dayatmaya sahtekarlık demeyecek miyiz?

  • Bu din hak din!
    -Peki buna dair elinde neler var?
    -Argümanlarım ve gerekçelendirmelerim var.
    -Senin var da dinsizlerin argümanları ve gerekçelendirmeleri yok mu sanıyorsun?

Eğer “inanç” dedikleri bir şeyleri bilmenin meşru bir yolu olsaydı; inancını ölümü göze alacak kadar savunanlarla dolu binlerce farklı dinin her birinin hakikat olması gerekmez miydi? Çünkü, sözüm ona, herkes inanıyor kendi dinine.

İnsan zekasına karşı işlenmiş en derin günah, kanıt olmaksızın inanmaktır.

Fakat doxa’ya sahip çıkmak zorundayız ki bizi believe, faith, fide, iman, inanç, vera gibi zehirli birçok sözcüğün şerrinden korusun. Her türden iman bir adet doxa’dır: episteme değildir; hakikat hiç değildir. İnsanın inanmak diye bir eylemi yoktur; görüş sahibi olmak, güvenmek, ummak, ümit ya da temenni etmek eylemleri vardır. Ve bir adım daha öteye geçiyorum, Nietzsche haklıydı: içlerindeki o bilmeme istençlerine “inanç” dediler. İnanmak, bilmeme istencidir.

11- DİL YANILGISI ARGÜMANI

Dil ile sınırlandırılmış bir zihin hapistedir.

Bu argüman üç bölümden oluşur:

1-Dil bir yanılgıdır
2-Dil bir yorumlamadır
3-Dil zihnin hapishanesidir

Dilin bir yanılgı/safsata olmasının sebebi zihnin uçsuz bucaksızlığının karşısında sadece bir takım kelimeler, işaretler, semboller, jest ve mimikler, emojiler, kinaye, ima, göndermeler ve söz sanatları gibi son derece sınırlı aygıtlarla çıkacak kadar aciz olmasıdır. Uçsuz bucaksız bir umman düşünün ki ufacık bir musluğa verilmiş çıkışı; dil de böyledir. Zihin neler neler söylemek ister de işte dil getiremez onları varlığa. Eldeki sınırlı malzeme ile zihnin söylemek istediğini ifadeye çalışır ve her seferinde de başarısız olur: sonuç her seferinde safsatadan ibarettir; zihin büyük bir ressamın muazzam bir tablosunu görür ancak dil onu işte şu basitlikte ifade eder: gece, yağmur, sokak lambaları ve bir kaç şemsiyeli insan var, modern bir eser ve yirminci yüzyıla ait.

Leonid Afremov’un bir tablosu

Oysa tabloda neler vardır neler. Dağarcığında henüz e-ticaret, müşteri hizmetleri ve akıllı telefon kavramları olmayan; on bin yıl öncenin bir mağara adamı, bugün internetten satın aldığı bir ürünü akıllı telefonu aracılığı ile iade edebilmeye çalışan birinin derdini nasıl anlatabilir? Biz de işte en az o kadar aciziz dil konusunda; ve aciz olmaya da devam edeceğiz. Ve bu acizliğin ortasında yanılgı ya da safsata olmayan bir takım metinlerden bahsediliyor: deniyor ki bu metinler zamanın ötesinden gelmiştir ve kusursuzdur. Halbuki dilin kendisi kusurlu olduğu sürece o dil aracılığı ile anlatılanın kusurlu olup olmadığının ne ehemmiyeti var? Dil ile ancak yanılgı üretilebilir ve dilin yanılgı olması, dil aracılığıyla insan ile iletişime geçmeye çalışmış Tanrıları da yanılgı yapar.

Sanat, teknik ve spor türü çeşitli yaratma türleri ile yaptığı çıkışları saymazsak ömrünün neredeyse tamamını dil hapishanesinde geçirir zihin. Olduğu gibi var olan o kadar çok şeye karşılık o kadar sınırlıdır ki dil, insanın düşündüğü veya deneyimlediği bir şeyi ifade etmesi için devede kulak denebilecek yeterliliğe sahiptir. Oğuz Atay’ın dediği gibi:

“kelimeler bazı anlamlara gelmiyor”

değil. Üstüne semboller, matematiksel ifadeler, sesler, jest ve mimikler, emojiler, imalar, kinayeler, göndermeler; kısacası birçok dilsel aygıt icat ediyoruz ve yine de zihnimiz soğumuyor; yine de büyük oranda eksik kalıyor söylenmek istenen üstat; o yüzden şöyle söylemek lazım.

“kelimeler çoğu anlamlara gelmiyor”

Aklın sınırlarını belirlemeye çalışan Kant gibi Wittgenstein da dilin sınırlarını ve dolayısıyla da düşüncenin sınırlarını belirlemeye çalışmıştır. Dünyayı tasarımlayan bir aygıt olarak dil oldukça sınırlıdır. Bir sinekkapan şişesine hapsolmuş bir sineğin camı göremeyişi gibidir: zihin dışarıdaki o kocaman dünyayı görüyor ama dil ancak şişenin sınırları kadar uçmana müsaade ediyor. Ve bu sınırlı dil aracılığı ile; kutsal sayılan metinler, gelenekler, ritüeller, kültürün yarattığı fikirler üzerinden kadim demde hatem olduğu iddia edilen bir hakikate; bir Tanrı hakikatine ikna olmamız mı bekleniyor? En azından dil tarafından sağlama alınmış olabilseydik.. En azından dil bu kadar aciz olmasaydı.

fliegenglas

Dil hapishanesinde yaşıyor oluşumuz yetmiyormuş gibi üstüne üstlük bir de ilk insanlardan beri süregelen kadim ve evrensel bir iletişim probleminin içerisindeyiz de. Dil bir yorumlamadır… Ne demek bu? Dil ancak yukarıda bahsedilen şişenin izin verdiği sınırlar kadar bir anlatıya müsaade eder ve herkes için farklıdır bu deneyimin boyutu. Gerçeği ve hakikati bütün çıplaklığı ile görürsün, dokunur ve hatta tadarsın ve fakat şairin de dediği gibi: anlatamazsın. Tanrı anlatıları da böyledir, yarımdır ve yorumdur; Tanrı’yı sadece metinsel olarak değil, müzik, resim, fresk, bedensel coşku veya birçok farklı dille anlatmaya kalkanların her biri aslında sadece kendi yorumlarını anlatıyorlardı; hem de ancak şişenin çizdiği sınırlar kadar. Peki olası bir Tanrı kulları ile dil üzerinden iletişime geçmek yerine başka hangi seçeneklerini kullanabilirdi? Bunun Yunus Emreci klişe cevabı şudur: gönül diye bir şey yaratıp iletişimi de gönülden dilsiz biçimde sağlamak. Neyse ki Yunus kadar gönülkâm değiliz ve girmiyoruz bu sulara.

Dil bir yorumlamadır ve yorumlama kişiseldir, toplu olamaz ve fakat şahsi deizm “deneyimi” safsatalarını saymazsak kişisel bir din hiç var olmamıştır tarihte. Dilin başlı başına bir yanılgı olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak kutsal bir metnin anlamının kutsal metnin yazıldığı dönemdeki dilin yapısı ve özellikleri ile dönemin sosyal şartlarını ve metindeki her sözcüğün gönderme ve göstergeleri ile etimolojisini bilseniz bile anlam yine de eksik kalacaktır. Zaten insanlar da bu eksikliği hissederler: kutsal kitaplar hiç de öyle büyüleyici ve insanı ikna edici metinler değildir. Kuranın, Latincedeki ilk çevirisi 1143 yılında İspanya’da yapılmıştır ki o tarihlerde Avrupa’da “ben okuma biliyorum” diyebilenin yegane dilidir Latince. Fakat o günden bugüne ellerinde Latince Kuran var olan Avrupalılar, müslümanların güya mucizevi gördüğü bu metinden, Kuran’dan hiç etkilenmemiş görünüyorlar. Bu ayrımın ardında elbette sadece ve sadece -zorla ya da gönülllü ama politik olarak din değiştirmiş- kitlelerin geleneği ve kimliği sürdürme arzusu var. Misal Kuran’ın 20. yüzyıla kadar halkın anlayacağı seviyede bir Türkçe çeviri hiç yapılmamıştır. Türkler 1000 yıl boyunca ve hala daha birilerinin Kuranı yorumlayışını din olarak kabul ediyorlar: kitabın kendisini değil. Yani aslında dilin başlı başına bir yanılgı olması bile ilgilendirmiyor Türklerin birilerinin yorumuna dayalı müslümanlığını.

Dilin, çevirinin, yorumlamanın bu kadar sorunlu olması şunu gösteriyor: dil üzerinden bir dini kabullenmek bütünüyle yanılgıda olmaktır. Dolayısıyla dinsiz kalmak en tutarlı pozisyondur.

12- ZİHİN YANILGISI ARGÜMANI

Tanrı kavramı insanın zayıflığı ve acizliği tarafından üretilmiş bir ifadeden başka bir şey değildir. (Albert Einstein)

Tanrı iddialarının her biri, bünyesinde sayısız zihinsel yanılgı barındırır.

Peki Tanrı’nın sebebi nedir?

sorusu ile felce uğrayan “ilk neden argümanı”nda olduğu gibi zihin, temel yanılgıları yüzünden dine sarılır: mümin olur. Soruları sadece kendisi sorduğu sürece argüman kurabilen bir zihnin samimiyetinden ya da hakikate saygısından bahsedemeyiz.

Peki Tanrı’yı kim yarattı?

sorusu ise pilot kalemin yaratıcısı üzerinden -görüyorsun işte her şeyin bir yaratıcısı var diye bağırarak- evrenin yaratıcısını ispatlamaya kalkanların en sevmediği sorudur.

Varlık neden var?

kadim bir sorudur, Leibniz meşhur etmiştir ve bu soru, tıpkı herhangi bir soru gibi hiçbir şeyi ispatlamaz; zira soru sormak bir ispatlama yöntemi değildir. “Var olan şeyler var olduğuna göre bunların bir yaratıcısı olmalı” teorisi bizi yeniden bu başlıktaki sorulara götürür: Peki var olan Tanrının sebebi nedir, peki var olan Tanrıyı kim yarattı? Arada ürkekçe “Tanrı kendinde varlıktır”, “Tanrı yaratılamaz”, “İlk nedenin nedeni olmaz”, “İlk nedenin nedeni sorulmaz” gibi sallamalar gelse de bu sallamaların her biri bir tek sözcükle anında yerle bir olur:

Neden?

ve kasetin başa sarmasıyla sonsuza kadar bu sarmalın içinde kalabiliriz. En nihayetinde yaradanın yaratma gücünün kaynağını açıklayamıyorsan, aslında hiçbir şey açıklamıyorsundur. Ve yahut isterseniz sarmaldan dışarı çıkıp işi bilimsel çaba ile çözmeye çalışanların eline teslim edebiliriz: bilimsel çaba da şart değil, tutarlı bir mantıkçı da doğru bir gerekçelendirme ile ikna edebilir bizi ancak bu sarmalın dışına çıkmak lazım ona ulaşabilmek için de.

Yaygın dinlerin her biri müstakil argumentum ad populum iddialarından ibarettir. Nedir bu ad populum safsatası? Çoğunluğun irade gösterdiği şeyin doğru ve hakikat olduğu iddiası… Fakat bugün ve geçmişte dünyanın her yerinde çoğunluğun ortak iradesi vasatı temsil eder/etmiştir; düşünceyi, bilimi, sanatı ve hatta yasaları dahi çoğunluk yapmaz, bir avuç seçkin azınlık yapar ve o yüzden eli yüzü düzgündür bunların. Dünyaya gerçek bir Tanrı tarafından gerçek bir din gönderilseydi bile bu gerçek olduğu müddetçe çoğunluğun ortak iradesinin alakasını kazanmamayı gerektirirdi. Çünkü gerçek bir din vasat değil mükemmel olmalıdır; gerçek din odur ki kalibresi en yüksek adamların teveccühünü kazanır, El Kaide ve Taliban primatlarının değil. Keza en ilkel hukukun bile, en basit fiillerin ehliyeti için zorunlu gördüğü “rüşt yaşı” dine duhulde aranmaz. Herkes daha ufacık çocukken en ehliyetsiz hali ile mümin olur. 3–5 yaşında iman prangası ile kurulmuş zihnin (mindset’in), ömrün ileriki safhalarında bu prangaları kırıp da yanılgılardan kurtulması pek olası değildir. Ömürler yanılgılarla bahem olurlar.

Zihin birçok yerde yanılır fakat paradokslarda felce uğrar. Nedir paradoks? Çözümsüz çelişkilerdir. Mesela “her seferinde kalan yolun yarısını gidersen, sürekli hareket etsen bile A’dan B’ye neden hiçbir zaman ulaşamıyorsun” diyen Zenon Paradoksu; “yaptığım bu açıklama yanlıştır” diyen Euqlides Paradoksu ve yahut “bir Giritlinin, bütün Giritlilerin yalancı olduğunu söylemesi” ile Epimenides Paradoksu.

Dinler ve imanlar ise baştan sona paradokslar üzerine bina edilmiştir. Bütünüyle çelişkiler yumağıdır. Örneğin:

Kadir-i Mutlak Paradoksu: Her şeye gücü yeten bir Tanrı kendinden bir tane daha yaratmaya güç yetirebilir mi?
Özgür İrade Paradoksu: Tanrı, sonsuz bilgiye ve güce sahip ise insanın iradesinin ne anlamı kalıyor? Hitler, özgür iradesi ile mi milyonlarca insanı katletti yoksa Tanrı’nın levh-i mahfuza yazdığı planı doğrultusunda mı? Şu halde Hitler yazılmış bir kaderi yaşıyorsa neden kabahatli olsun ya da onun özgür iradesi varsa Tanrı’nın sonsuz gücü nasıl oluyor da onun iradesinin özgürlüğüne güç yetiremiyor?
İnançsızlık Paradoksu: Mutlak sevgi ile dolu olan Tanrı nasıl oluyor da nihayetinde sonsuza kadar azap çekecek inançsız kulları yaratabiliyor? Üstelik bu kullar oldukça tutarlı görünen inançsızlık argümanlarına ikna olmuşken? Ya Tanrı mutlak sevgi ile dolu değildir ya da tutarlı inançsızlığın oluşmaması lazım. Tutarlı inançsızlık oluştuğuna göre Tanrı mutlak sevgiye sahip değildir. Sevgisi mutlak olmayan bir Tanrı gerçek olamaz. Dahası, insanın inançsızlığına ve hatta insanın ona küfür ve hakaret etmesine müdahale etmeye gücü nasıl oluyor da yetmiyor?
İman-Akıl-Ödül Paradoksu: Tanrı kendisine iman edilmesini istiyor ve bir çok dinde bu imanı bir sınav sürecinin başarı belirtisi olarak göreceğini söylüyor. Kulun bu imana ulaşması lazım fakat nasıl? Akıl ile mi? Akıl ile bu yola girip de dine değil ama farklı noktalara ulaşan onca akıllı adam ne olacak? Diyelim ki bu adamlar hiç de akıllı değiller ve yanlış sonuca ulaştılar: bu durumda insanın imtihanında ana kriter akıl mı oluyor? Daha akıllı olup da daha doğru yolu bulan mı ödüllendiriliyor? Hani imana ne oldu? Peki aklı kıt olup da doğru yolu bulamayanların kabahati Tanrının bizzat kendisinin onlara verdiği kıt akla sahip olmak mı?

Sonsuz ve Mükemmel Yaratıcının Sonlu ve Kusurlu Şeyler Yaratması Çelişkisi: Mükemmel tasarımcı, mükemmeli tasarlar. Oysa evren, canlıların sebepsizce var olduğu, zavallılığı yüzünden varlığını sürdürmek zorunda kaldığı ve rastgele ölüp yok olduğu bir yer. Varlığını sürdürürken de zavallılığın en üst düzey hali ile yaşıyor: bitmek bilmez bir isteme ile.. Diğer canlılarla bitimsiz bir savaş halinde ve sürekli daha fazla güç isteyerek. Bir canlının içinde bir istek varsa o eksiktir; kendinde olmayan istenebilirdir çünkü. Bu bile başlı başına bir çelişki; Tanrının, içi istençle dolu kullar yaratması. İstenç, istemek, dilenmek… Ne büyük bir zavallılık. Ve bunların tamamı yok olacak; canlar değilse de tenler, insanlar değilse de hayvanlar, bitkiler ve mikroplar. Bir varlar, bir yoklar… Sonsuz ve Mükemmel olanın tasarımına benzemiyor bu. Tasarımcının kalitesi tasarladığından anlaşılır.

Zihnin en üstün uğraşısı düşüncedir: üst seviyede düşünmeye de felsefe denir. Din yaratanlar tarihin hiçbir döneminde gerçek felsefi problemlerle ilgilenecek kadar gelişkin kutsal metinler oluşturamadılar. Örneğin Eski Ahit ve Yeni Ahit’in, Kuran’ın ya da Avesta’nın felsefi açıdan kayda değer bir yanı yoktur: derinlemesine düşünme ile hemhal olmamış ikinci sınıf okumuşa hitap eden bir dil ile konuşur bu kitaplar. Hiçbiri felsefenin/düşüncenin kadim sorunları ile yüzleşmemiştir: varlığı, bilgiyi ve ahlakı dürüstçe tanımlamaya çalışmış bir din yoktur. Hangisi doğru bilginin ölçütü sorununa eğilir? Hangisi tümeller-tikeller sorunundan haberdardır? Qualia meselesi hangi kutsal kitapta geçer? Hangi din solipsizm problemine tutarlı bir cevap paketi ile inmiştir göklerden? “Hukuk nedir” i etraflıca tartışarak hukuku tutarlıca tanımlayabilen bir din var mı? Hangi kutsal kitap savunmaya geldiği Tanrısının gerçekliğine dair yıkılmaz argümanlar barındırıyor içinde? İnsan zihninin nesiller süren bir süreçte bulduğu bu gibi çok kıymetli sorular bütün kutsal metinlerde hem sorusuz hem de cevapsızdır.

Zihni olan varlığa özne denir ve her özne ancak kendi zihninden emin olabilir. Ben sende de benimkine benzer bir zihnin var olduğundan emin olabilir miyim ey okuyucu? Hadi diyelim ki etkileşim veya diyalektik sayesinde sende de zihne benzer bir şeyin var olduğuna ikna oldum: dil üzerinden bir takım gerekçelendirmelerimin sende de benzer ya da zıt şekilde dil aracılığı oluştuğunu algılayabildim diyelim (ki dilin bir yanılgı olduğu meselesini şimdilik bir kenara bırakıyorum) peki sendeki zihnin en az benimki kadar üstün olduğunu ya da bendeki zihnin en az sendeki kadar yüksek bir düzeyde çalıştığına nasıl ikna olacağız taraflar olarak? Zihnin yaratımı olan her şey, her türlü bilgi ve iddia öncelikle yaratıldığı zihni bağlar. İkna olma işlemi gerçekleşmişse diğer zihinlere transfer olur bu yaratım. Bu transferin ne kadar sağlıklı yapıldığı ile zihinlerin birbirine uyumu muammadır. Zihni yanılgı yapan sebeplerden biri de budur: zihin ancak kendini bilir, diğer zihinleri sadece etkileşim üzerinden tanıyabilir ve bu tanıma asla yeterli gelmez. Zihnin içinde bulunduğu bu yanılgı, zihnin içine yuvalanmaya çalışan dini de bir yanılgıya dönüştürür.

1- Zihin ideal değildir, paradokslarla doludur.
2- Mevcut Dinler, çağımız zihninin kapasitesinin çok altında fikir paketleridir.
3- Zihin sadece kendini bilir.

Ve belki de en önemlisi: her zihin farklı seviyede kavrayışa sahiptir, zihin bir düşünceyi kendi düzeyine indirgemeden kavrayamaz. Ve tanrının, anlaşılmak için insanın anlama ve kavrama yetisinin seviyesine inmesi gerekir ki bu mükemmelin alçalmasıdır, bir tür zavallılıktır.

Sonuç olarak zihin, yani beyindeki et ve kandan doğan düşünce ve duygular, yanılgıdır. Diğer zihinlerden transfer olan düşünce ve duygular daha büyük yanılgıdır. Zaten kendisi yanılgıdan ibaret olan zihnin paradokslar yumağı bir dinin mümini olmasının nasıl ulvi bir anlamı olabilir?

13- HAKİKATPERVER ARGÜMAN

Paris St. Germain Bulvarında heykeli bulunan, Hakikat Aşığı filozof Denis Diderot (1713–1784) : “Son kral son rahibin bağırsakları ile boğulana kadar insan asla özgür olmayacak.”

Hakikate inanılmaz, hakikat bilmekle ilgilidir. Hakikat yanında Tanrılar, tapanlar ve tapınanlar istemez. Hakikatperverlik, o ana dek inanılan tüm hakikatlere topluca duyulan kuşku ile başlar. Hakikate tapana Hakikatperest denir ve hakikati sevene de Hakikatperver denir. Hakikatperestlik tehlikelidir: hiçbir hakikat tapınmayı gerektirmez. Ancak hakikatleri sevmek lazımdır. Özgür ve yüce bir tin olmanın yolu hakikatleri sevmek ve hakikatlerden nefret edenlerle mücadele etmektir.

Sahip olduğu ve sahip olabileceği bütün hakikatlerini bir tek palavraya feda eden insanın trajedisi yeryüzünde on iki bin yıllık kapalı gişe bir gösteri adeta. Ne çok acıtır bir hakikatperverin tinini bu kanmışlık, değil mi? Ve bir kez imana bulaştı mı kulak, en iyi temellendirilmiş karşı çıkışı bile duymaz olur. Almanların intellektuelle redlichkeit dediği entelektüel dürüstlüğü din ve inanç problemi bağlamında bir soru ile tanımlayabiliriz ancak:

Ne olursa inancından vazgeçersin?

Kendine bu soruyu soramayan ve sonrasında da ikna olacağı bir cevabı bulamayan kişinin bütün hayatı palavradan ibarettir; “başarıları” ve “yaratıları” ile kaç kişinin takdirini, saygısını, hayranlığını kazanmış olursa olsun. Hangisinin daha hakikatperver olduğuna bakarsak eğer felsefenin sorduğu soruların, susadığı tarafsızlığın, hasret kaldığı tutarlılığın, aradığı hakikatlerin binde biri ile bile nasiplenmemiştir din.

Tıpkı Kadim Roma’dan beri hukukun en temel müesseselerinden biri olan fiil ehliyeti -misal bir sözleşmeye taraf olma ya da kambiyo taahhüdünden bulunma ehliyeti- gibi dine girmek de belirli şartları gerektirmek mecburiyeti de olmalıdır. Peki ne olmalı bu şartlar? Fiil ehliyetindeki ayırt etme gücüne sahip olmak şartı yetmez, daha ötesi lazım; hakikati bulma gücüne sahip olmak gerekir. Dinler ancak tekil ve biricik bir hakikatin varlığını kabul edenlerin savunabileceği fikir paketleridir. O biricik hakikat de, dine göre, müminin iman ettiği dinin iddialarıdır. Felsefi meselelerde hakikati bilemeyeceğimiz kati ise herhangi bir dinin doğruluğunu da kestiremeyiz. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: ortalama insan, dinlere tabi olma konusunda ehliyetsizdir. Bu ehliyetsizliği fark eden ilk kişi olmadığıma emin olabilirsiniz. Dinler Tarihi, ortalama insanın “sorgulamadan ve hatta mümkünse hiçbir dini metni okumadan inanması gerektiği” argümanını savunan ruhbanlarlar doludur, misal Gazali.

Sokrates öncesi filozoflar grubunda sayılan İzmirli (Değirmendereli) filozof Ksenophanes (m.ö. 570–475)’ten günümüze çeşitli şerhlerle ulaşan metinlerin derlemesi “fragmanlar”ı okursanız eğer; tek tanrı, kadir-i mutlak tanrı, cismani olmayan tanrı ve panteizm başta olmak üzere sami dinlerinin temel teorilerinin, tanrı ve din anlayışlarının Ksenophanes tarafından İsa’dan 500 yıl ve elimize ulaşan en eski Tevrat'tan 400 yıl önce üretilmiş olduğunu fark edersiniz.

Fragmanlar, Ksenophanes

Adeta Kuran’daki ihlas suresini bile Muhammed’den bin yıl önce o yazmıştır: lem yelid ve lem yuled: Tanrı doğmamıştır, doğurmamıştır.

Fragmanlar, Ksenophanes

Yuhanna İncilinin o etkileyici girişi “önce söz vardı” da Ksenophanes’ten araktır: Tanrı her şeyi söz ile yarattı der… Keza instagram müminelerinin pek sevdiği “kun fe yekun” (ol dediğinde olur) sözü de Ksenophanes’e aittir: ol dedi ve oldular. Bu noktada, Ksenophanes’in, sami dinlerinin en orijinal iddialarını onlardan yüzlerce yıl önce üretmiş olmasını açıklayabilecek üç ihtimal görünüyor:

1- Ksenophanes de bir sami peygamberidir;
2- O dönemki proto yahudilikten bir takım bilgiler Ksenophanes’e bir şekilde ulaşmıştır.
3- Ksenophanes’in fikirleri önce Yahudilere, sonra zaten bir yahudi olarak doğan İsa’ya ve sonra da Yahudilerle bir arada yaşayan Muhammed’e ulaşmıştır. Bunlar uçsuz bucaksız felsefe tarihinde, Platon, Aristoteles ve sonraki filozofların kısaca değindiği bir kaç fragmandır.

Ksenophanes’in bir sami peygamberi olmadığı yeterince açık görünüyor; O dönemki proto yahudilerin dini teorilerinin Ksenophanes’e ulaştığı zayıf bir iddiaya benziyor zira o dönem Fiilistininde bu denli bir fikirsel, töresel derinlik olsa bunu o dönemden elimize ulaşan metinlerde görürdük. Geriye üçüncü ihtimal kalıyor: iki bin yıldır vasat düşünme gücünü temsil eden yığınların çılgınca ikna olduğu sami dinleri, felsefenin içinde bir kaç fragmandan ibarettir. Aslolan, hakikati arayan, insanı hakikatperverlik mertebesine yükselten felsefedir, din değil. Zencioğlu Habeşlilerin Tanrının suretini siyah çizmesi sarı kafa Trakyalıların ise sarı çizmesi ile dalga geçen Ksenophanes’in tek tanrı fikrini kendinden önce birinden mi aldığını ise elbette bilecek bir durumda değiliz.

En nihayetinde elindeki cevaplara hazır sorular arayan ve felç olmuş bir bilinçle inşa ettiği imanına hakikat diyen bir sahtekar değilsek eğer kendi hakikatimizi kendi kavrayışımız ile kendimiz yaratmak zorundayız. Başkalarının yarattığı hakikat iddialarına kanmak, ikna olmak kişinin en değerli eylemine; kavrayışına ihanet etmesidir. Dinler ve imanlar, hakikatperverlik bakış açısından palavradan ibaret görünüyor. İnanmışlığın yani kanmışlığın ödüllendirileceğini mi sanıyorsunuz? Eğer bir ödül olacaksa bu ancak en yüksek merağa verilebilir. Mesela Feynman’ın merağına:

Richard Feynman: Hakikat Olağanüstüdür! (1973) | Türkçe Altyazılı — YouTube

Eğer hakikat aşkı, hakikat sevgisi ile bir duruş sergilenecekse dürüst insanın bu duruşu ancak dinsizlik ve imansızlık olabilir.

14- NIETZSCHE’Cİ ARGÜMAN

Eğer Tanrılar gerçekten var olsaydı, bir Tanrı olmamaya nasıl katlanırdım! İşte bu yüzden yoktur Tanrı. (F. Nietzsche)

Bu argüman şunları sorarak hakikati arar:

Kuşkuların nerede? Ne kadar derine gömdün onları? Neden gömdün?

Ve sen neysin; özgür bir bilinç mi yoksa bir Tanrının oyuncağı mı?

Neden Nietzsche’dir bu argüman? Çünkü tarihin en büyük kuşkucusu Nietzsche’dir. Bütün tarihte kuşkuyu en fazla hak eden müessese ise din müessesesi iken dinin kuşkuyu kökünden yasaklamış olmasıdır insanın bu gezegendeki serüvenine ait en büyük trajedilerden biri. Fakat tarih bu trajediyi de kendi dinginliğinde unutmaz. Sosyal bir inşa olan Tanrı kavramı, aynı sosyallik tarafından zamanı geldiğinde dakika beklemeden öldürülür. Kuşkuların… Evet, neredeler? Ne kadar derine gömdün onları? Neden gömdün?

Düşündüğünü söyleyen ve söylediğini de yapan kişiyi ahlaklı kabul etmek suretiyle ahlakı kişisel anlama yetisiyle ilk defa yaratmaya kalkan bir ölümlü; İranlı Zerdüşt’ten beri gelen iyi ve kötü arasındaki o meşhur savaş, modernlik ile birlikte zeminini kaybetmiştir. Modernlik, iyinin ve kötünün kimsenin tekelinde olmadığını ortaya çıkardı; iyinin ve kötünün ötesinin olabileceğini gösterdi. İnsan sadece iyi ve kötü arasında yaşamaz; zira insan iki şeyden müteşekkildir: ten ve tin. Ve ten tinden önce gelir. Tinin tene öncelenmesi; tinin “can” ve hatta “ruh” düzeyine indirgenmesi ile oluşan dilsel safsata da vasatın gözünde dinlerin vazgeçilmezliğinin birincil gerekçesine benziyor. Ten tinden önce gelir çünkü tini ten yaratır. Kendi fizyonörolojik varlığının kusurluluğunu hisseden insanın Tanrıyı yaratmaktan başka bir iş yapması beklenemezdi. Bu dünyaya terk edilmişliğin o çocuksu hüznüdür; yaşamdan ve varoluştan kaçma arzusudur Tanrı istencinin ardındaki esas motif. Haklı çıkmak için ise bütün varını yoğunu ortaya koyar: mesele varoluşsaldır.

Nietzsche, F. (1887) Güç İstenci, Dinin Eleştirisi, sf. 93

Din, alteration de la personalitedir; yani kişiliğin değişmesi halidir. Dini olan, kendisi olmayı bırakır, kendi varlığının karşısına geçer ve ona bakarak büyük bir dehşet ve korkuya kapılır. Kendilik Cesaretinden yoksun olduğu gibi Sapere aude! (Aklını Kullanma Cesareti) düşmanıdır da. Her yeni doğan zihinde vaftiz ya da sünnet edilmiş her tinde aynı ümit:

Bir koşum hayvanının arabaya koşulduğu gibi koşulmuştur beden tine ve biz bu bedenden kurtulacağız; o et, damar ve kemik yığını zindanı çürümeye terk edeceğiz, tinimiz uçacak sonsuza, özgürlüğe, huşuya ve zevke.

Sonsuz bir menfaat uğruna, bir öte dünya ve ebedi bir cennet uğruna bu yavan dünya feda edilmemeli mi? Müminlerin aldanmışlığından bakınca edilmeli gibi duruyor: cihat da yapılmalı ve hatta fetih de icabında. Peki o menfaat sonsuz değilse ve hatta hiç öyle bir menfaat yoksa ortada? Ne kalıyor elinde: bu dünya. Fakat insan öyle riyakar, bencil; öyle menfaatçi ve öyle hain bir hakikat düşmanıdır ki bu en büyük derdine, ölümden sonra yok olma probleminin çözümüne dair en büyük yalanı arar inanıp durmak için; bulduğu anda paket olarak satın alır bütün hayatı pahasına. Ve ondan sonra da asla aklına getirmez: peki ya yoksa Tanrı, peki ya yalansa din? En sıradan meselelerde gururla işlettiği o duygudan; kuşkusundan nefret eder ve onu en derinlere gömer. Bir kere var olmuştur ve yok oluşa hazır değildir. Yok oluştan korkmakta, adeta dehşete kapılmaktadır. Bir kere var olmuştur en nihayetinde: bugün yaşadığına göre gelecekte de başka yerlerde yaşamalıdır: mesela seks ve şarap dolu cennetlerde. Erdemleriyle evrenin kumaşını ve insanın doğasını kazıyarak ulaşmalıdır o uhrevi Sodome ve Gomore’ye. İnsan gariptir: erdemlerine karşılık bir cennet ve bugününe karşılık olarak da sonsuzluğu en doğal biçimde hak ettiğini düşünecek kadar ilginç bir hayvandır. Bir kere var oldu ve karşılığında sonsuzluk talep ediyor… Hakkaniyet ve mantık bunu gerektirirmiş. Kuşkusu yok, derinlere gömmüş kuşkusunu. Acaba neden gömmüş?

Aslında birçoğunun derdi şudur: Tanrısından intikam alacak kadar güce sahip olmamak; yoksa anında harcarlardı Tanrıyı. Tanrının bilinci mi var? E onun da var. Neden bir başka bilinci kendinden üstün görsün ki eğer ondan korkmuyorsa? Ve korktuğundan nefret eder insan. İnsan için korku kaynaklı saygıdan daha iğrenç çok az şey vardır. Tanrılar ve elbette onların kadrolu memurları olan rahipler ve ruhbanlar… İşte insanın en fazla intikam almak istedikleri bunlardır. İnsanın bu gezegendeki serüveni acıyla doludur ve acı çekenin içgüdüleri bir tek soruyla meşgul olur: neden acı çekiyorum… İnsanın çektiği acının karşılığı olan hınç, ruhbanların dokunuşu ile yön değiştirir: bu dünyayı terk eder ve bir öte dünya hülyasına yönelir. İnsanların, evrenin gürültüsü ve dünyanın hırıltısı karşısındaki sükuneti ile artık genetiklerine işlemiş o çile çekme arzuları da buradan gelir. Ve kuşkusunu unutur insan, derinlere gömer işte bu sürecin sonunda.

Kuşkunu hortlat ve en aymaz sorularla çık Tanrının karşısına. Gerçekten varsa Tanrın işte o zaman daha çok sever seni. Kuşkularını, neden bu kadar derinlere gömdüğünü fark ettiğinde kavrayacaksın hakikati, sessiz ve sözsüz bir kavrayış olacak. Hakikat kuşkuya yakın, dinlerden ve imanlardan ise beridir. Ve şu soruyu sor kendine:

Eğer Tanrılar gerçekten var olsaydı, sen nasıl katlanırdın bir Tanrı olmamaya? Her şey yok olmayı hak eder. Sonsuza dek bir Tanrının elinde oyuncak hamuru gibi kalmaya nasıl katlanırdın?

15- CEHENNEMİ OLAN BİRİNİ SEVEMEZSİN

O merdiven de niye
İçeri mi girmek istiyorsun?
Yüreğime, en gizli düşüncelerime tırmanmak.
Utanmaz, tınanmaz, hırsız!
Ne çalmak istiyorsun?
Ne gözetlemek istiyorsun?
Hangi eziyetleri ve işkenceleri yapmak istiyorsun?
Sen ey işkenceci, sen ey cellat Tanrı!
Yoksa bir köpek gibi
Taklalar mı atsaydım karşında?
Teslim mi olsaydım sırnaşarak,
kendimden geçerek o zalim sevgine? (F. Nietzsche)

Olası bir Tanrının, iyi ve kötü eksenlerindeki ahlakta insan yaratırken sonsuz seçeneği yoktur. Yaratım makinesinde üretilen her insan bilinci bir miktar iyi ve bir miktar da kötü olacak. En nihayetinde parmak izleri gibi nev-i şahsına münhasır insanlar ortaya çıkacak. Bu insanlar yeryüzüne fışkırmalarının ardından bir miktar iyilik ve bir miktar da kötülük yapacaklar. Ölecekler ve öte dünya denen yerde iyilikleri ve kötülükleri bir terazide tartılacak. Kimileri cennete ve kimileri de cehenneme gidecekler. Cehenneme gidenlerin kimi kısa süre yanacak orada kimi ise sonsuza kadar. Tanrının, kimi yaratılarını severken kimi yaratılarından nefret etmesi çok temel bir tutarsızlık barındırıyor elbette fakat bu tutarsızlık bir Tanrının bir cehenneminin var olması kadar tutarsız değil.

Ben insanım ve ben bile bir cehennem inşa etmem; o kadar kinim yok en çok lanet okuduğum adama bile. İçine birilerini sırf karakterlerini ve erdemlerini beğenmedim diye yuvarlamam. Kimseyi imtihan etmem. Çok başımı ağrıtmazsa durduk yere kimseyi yargılamam, puanlamam; terazimde erdemlerini tartmam. Cehenneminde kor kor alevler yanan birini nasıl seveyim? Cehennemine oluk oluk insan yuvarlayan birinin neyine dost olayım? Cehennemi ile övünen ve cehennemi ile tehdit eden; cehenneminin sonsuzluğundan bahsedip duran birine neden saygı duyayım? Kim kendine, içinde adam yakmak ve azap vermek için bir cehennem inşa etmiş tarihte, Adolf Hitler ve Nazileri dışında?

Cehennem üzerinden adalet dağıtma politikası son derece yavan duruyor. Adalet bin farklı şekilde dağıtılabilir. Cehennem, bu iş için oldukça ilkel bir müessese… Sırf bu yüzden bile vaz geçilebilir bir dinden.

Beni dinle, kurallarıma uy, yoksa seni cehennemime yuvarlarım.

diyen birinin neyini seveceksin? Sevemezsin… Ve insanın sevemediği bir şey Tanrı da olamaz.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Responses (3)

Write a response