DİNDEN ÇIKMANIN MEKANİĞİ

Hakikat
28 min readSep 12, 2019

--

İsmail’in Kurban Edilmesi Minyatürü (M.S. 1425)— Timur’un torunu Baysungur’un kütüphanesinden

“Ve Tanrı İbrahim’e dedi ki: “bana bir evlat doğra”
İbo cevap verdi: “ Hacı, üzerime kaldıramayacağım bir yük mü bindiriyorsun?”
Tanrı dedi ki “hayır” ve İbrahim dedi ki “ne?”
Tanrı dedi ki:” istediğini yapabilirsin İbrahim, ama…
Bir sonraki karşılaşmamızda benden kaçsan iyi edersin.
Tamam, dedi, İbrahim çaresizce: Kesim işini nerede yapmamı istersin?
Tanrı cevap verdi: “61 numaralı otobanda…”
(Bob Dylan, Highway 61)

Bob Dylan, Highway 61

1- İMAN

Dayı çok yoruldum, acıktım da
dedi minik ses tellerinden doğan cırlak sesi ile,
-”Az kaldı yeğenim, son kavşağı da hallettik mi hemen mahalleye döneceğiz, hem annen yemeği de hazırlamıştır hemen sofraya oturursun
diye cevap verdi 20. yüzyılın son yıllarında bile hala daha kara şalvar ve üzerine tarikatçı tipi beyaz, yakasız ve düğmesiz gömlek giyen uzun siyah sakallı dayısı. Dayısı bir yemin etmişti: şehrin tüm kavşaklarını dolaşacak ve kırmızı ışıkta bekleyen arabaların içindeki insanlar boş duracağına bir salavat, bir kelime-i tevhid getirerek sevaba girsin diye uğraşacaktı.

Bir kavşakta, kırmızı ışıkta bekleyenler görsün, okusun ve sevaba girsinler diye bir trafik levhasının arkasına yapıştırılmış, üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı etiket.

Günah işleyip durmaktan başka ne yapıyordu ki insan gün boyunca? Oysa yüce Allah’ın davasına işte böyle küçük dokunuşlar gerekliydi. Ne diyordu Nesai’deki sahih hadiste: “Kim bana bir defa salavat getirirse, Allah ona on defa salavat getirir, kendisinden on hata düşürülür ve kendisi on derece yükseltilir.”

Cennete giden yol işte bu kadar kestirmeydi aslında; hem günahlarımı silecek hem de ekstra sevap yazacak bana, böyle lütufkar bir Tanrı nerede görülmüş? Ama işte ahmakların şahı olan insanoğlu bir türlü fark edemiyordu bu izzet-i ikramı. İşte bu yüzden şehrin tüm kavşaklarını dolaşacak ve uygun olan yerlere önceden hazırladığı 45 cm x 30 cm ebatlarındaki hazır çıkartmayı yapıştıracaktı dayı. Bu çıkartmanın üzerinde kelime-i tevhid vardı. Yani “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun elçisidir” yazılı bir iman tazeleme sloganıydı.

-”Dayı, bunları neden yapıştırıyoruz?” diye sordu ufaklık.

-“Öldükten sonra amel defterimiz kapanmasın ve biz mezarda kıyamete kadar yatarken bile hanemize sevap yazılmaya devam etsin diye” şeklinde cevap verdi dayısı.

Ona göre bu iki satırlık Arapça ifadeyi, hayatı boyunca hiç tanışmadığı başka insanlar kırmızı ışıkta beklerken falan okudukça, Allah kendisine de sevaplar yazacaktı. Ve hatta belki de bu sloganvari metin sayesinde bazı insanlar modern zamanlarda ekmek peşinde koşmanın vermediği bir fırsatı, Allah’ı ve Resulünü anma fırsatını yakalamış olacaklardı. Bu durum, Allah’ın hoşuna gidecek ve Allah bu insanın kalbine nurunu göndererek, onu da kurtuluşa erenlerin içine katacaktı. Bu sayede kurtuluşa erenler ve onların soyundan gelenler kıyamete kadar hep İslamı savunan mücahit kesimden olacaklardı. O soydan gelenler gelecekteki yüzlerce ve hatta binlerce yıl boyunca İslama hizmet ettikçe; yani şeriatçılık, namusçuluk, arapçılık, muhafazakarlık, tesettürcülük, islamcılık ve yobazlık yaptıkça da bizim dayının hanesine sevap yazılacaktı. Dayının dünyaya dair bütün planı bu şekildeydi. Hayatının bütün varoluş amacı işte o gelecekteki islamcı ve şeriatçı nesilleri tıpkı saadet zincirlerinin ya da Herbalife, Avon isimli zincir satış markalarının Network Marketing stratejisinde olduğu gibi kendi hanesine sevap yazdıran Allahçılara ve kendisi mezarda rahat rahat yatarken kıyamete kadar sürecek binlerce yıl boyunca onun sevapları artsın diye çalışan lumpa lumpalara dönüştürebilmekti.

Henüz ufacık bir çocukken dayısının peşinde kavşak kavşak sevap kovalayan esas kahramanımız ise Türkiye’de doğmuştu ve dine çok basit bir hikaye sonucunda girmişti: 5 yaşında bir çocukken aklının yettiği ve sonraki hayatında hatırlayabileceği ilk kurban bayramında, bahçede, kasap gelince kesilmeye hazır koçun başında, ebeveynleri tarafından kendisine İsmail’in kurban ediliş hikayesi anlatılmıştı. İsmail kurban da edilmemişti aslında. Tanrı İbrahim’in imanını sınamak istemişti. İman diye bir şey vardı evet ve sınanmaya muhtaçtı. Tanrı İbrahim’e “oğlunu dağa götür, yanına bir de bıçak al ve onu benim için kes” demişti.

Bu sayede bana olan imanını sınayacağım!

Bu iman denilen meret, ne menem bir şeydi… Onun için babaların evlatlarını doğraması bile isteniyordu! “Yuh artık” dedi içinden 5 yaşındaki küçük kalbi olağandan yüksek bir hızla atmaya devam ederken. Ve babasının anlattığı hikayeye göre İbrahim sınavı geçmişti. Çünkü muazzam keskinlikteki bıçağı ile İsmail’in boğazına davranmış ama bıçak kesmemişti. Oysa bıçağı yanındaki kayaya vurduğunda kaya bile ortadan ikiye bölünmüştü, küçük İsmail’in ise yumuşacık etlerden ve ufacık kemiklerden oluşan boğazı bir türlü kesilmiyordu. Bu sırada Cebrail isimli melek elinde bir koç ile gökten inmişti. Cebrail isimli birinin bir melek olmasını yadırgadı önce. Zira aşağı mahallede Cebrail diye 4 yaşında bir çocuk vardı ama bu çocuk erkekti. Meleklerin hem gerçek hayatta hem de dinler ve masallar dünyasında dişi olması gerekmez miydi? Melek diye bir kız vardı mahallede ve onu seviyordu çünkü. Melek Cebrail dişiyse de aşağıdaki mahalledeki erkek çocuğuna neden Cebrail ismini vermişlerdi? Üstelik Mikail ve İsrafil diye çocuk isimlerinin var olduğunu da duymuştu sanki. İbrahim imtihanı geçmişti ve Melek Cebrail ona ödül olarak göklerden bir koç indirmişti. İbrahim ve İsmail o koçu keserek etini pişirip yediler. İşte bu yüzden iman sınavını geçebilmek ve Tanrı’ya İsmail’in kesilmesine müsaade etmediği için şükredebilmek için her yıl ay takvimine göre muayyen bir dönemde kurban kesilmeli ve bugün bayram olarak kutlanmalıydı.

Amanlar olsun, ya Tanrı koç yerine İsmail’in kesilmesine müsaade etseydi halimiz nice olurdu? dedi babası. Bugün benim de bir erkek evlat kesmem gerekirdi… Seni keser yerdik

diye de soğuk bir espri yaptı 5 yaşındaki çocuğa. Öbür taraftan anne araya girdi:

bu somurtkan şirinin eti kart olur, en iyisi kardeşini keserdik yumuşak yumuşak yemelik tam

diyerek. Gülüştüler. Bu hikayenin ve hikaye sonrası muhabbetin içinde bir yerlerde görünmesi ve bulunması imkansız bazı yaralar açtığından ise kuşkusu yoktu. İman kavramı ile işte tam olarak o gün, kurban bayramında tanışmıştı. O da iman etmeliydi ama nasıl? “İman nasıl edilir?” diye sordu kendi kendine içinden. Cevabını bulamadı.

2- TAKLİT ve COŞKU

O kurban bayramının üzerinden bir kaç yıl geçmesine rağmen hala daha nasıl iman edileceğini çözememişti.

“O zaman” dedi, en iyisi, kimseler iman etmenin nasıl olduğunu bilmediğimi anlamasın diye tıpkı babam gibi, annem gibi ve amcam ve teyzem gibi davranacağım. Yoksa “bu çocuk iman etmeyi bilmiyor” ve “bu çocuk kötü çocuk” derler benim için. O yüzden iman etmenin nasıl olduğunu bulana kadar iman eden biri nasıl yapıyorsa onu taklit edeceğim!

“İman” ile “inanmak” aynı şey miydi acaba? Ama imkanı yoktu, arkadaşları ile oynarken hafif sünepe bir çocuğu kandırırlardı ve karşısına geçip de “kek gibi inandın, kek gibi inandın” diye dalga geçerlerdi. İnanmak madem o kadar kutsal bir fiildi de neden sünepe çocuk onu “kek gibi” yapıyordu? Bir türlü anlam veremiyordu. Söz konusu din olduğu zaman bütün hayatı kendinden büyükleri taklit etmekle ve dini anlamda bilgili olduğu izlenimini veren imamlar ve hocalar gibi özellikle uzun sakallı adamların talimatlarını takip ederek uygulamakla geçiyordu. Örneğin “mescitlerde edebli oturma şekli dizlerinin üzerinde oturmaktır” denildi bir keresinde ona ve camiye gittiğinde dizlerinin üzerinde oturmaya başladı. Dizlerinin üzerinde edebli biçimde otururken, topluca kaside-i bürde’yi söylediler günün birinde:

mevla ya salli ve sellim daimen ebeda
ala habibike hayril halki kullihimi

Kasidenin yumuşak melodisi içini bir hoş etmişti. Gücü yettiği kadar ve hatta avazı çıktığı kadar bağırarak söylemek istiyordu kasideyi ama çok fazla bağırırsa bu sefer de içinde bulunduğu cemiyete saygısızlık etmiş olacaktı. Evet iman bu kasideyi söylerken içinde bir yerlerde oluşan o coşkuydu. O coşku tam olarak vücudunun neresinde oluşuyordu? Kalbinde mi, beyninde mi, yoksa gönlünde mi? Çözememişti bir türlü ama bir tılsım vardı bu işin içinde. İman denilen şey muhakkak bu olmalıydı. Bundan bir yıl sonra da ilk kez bir zikir halkasına katıldı. Piri Abdülkadir Geylani isminde orta çağlarda yaşamış orta doğulu bir Arap adamdı. Ve ondan feyiz alarak; salavatlar, besmeleler, “hay”lar ve bir takım ilahileri belli ritmlerle topluca söyleyerek sağa ve sola salladı kafasını. Kendinden geçmişti adeta, hayatında içkiyi ağzına sürmemişti ama sarhoş olmak bunun gibi bir şey olmalıydı. Tıpkı Kaside-i Bürde gibi Kadiri Zikir Halkaları da ona daha önce yaşamadığı türden bir ilahi coşku vermişti. İman bu zikir halkasında yaşadıklarıydı muhakkak.

3- TEMENNİ

Yıllar boyu çocukluğunda deneyimlediği o coşku dolu anları “iman” sanarak yaşadı. Büyüdükçe öğreniyordu hayatı, dini, Tanrı’yı. Ama söz konusu iman olunca bir türlü anlayamıyordu. Defalarca duymuştu o hadisi:

Anam babam sana feda olsun ya resulullah!

Anlam veremezdi bir türlü. İnsan anasını ve babasını nasıl bir “Resulullah” uğruna feda edebilir? Anasını ve babasını elbette ki Muhammed’den çok ama çok daha fazla severdi. Halbuki en çok Muhammed’i sevmesi istenirdi ondan. O da yıllardır “iman” konusunda uyguladığı taktiğe sığındı zoraki olarak, insanlara “En çok Muhammed’i sevdiğini” söylemeye başladı. Ama gizliden gizliye annesini, babasını, kardeşini ve sokakta beraber oynadığı kedisi pamuk ile komşunun onu görünce sürekli kuyruğunu sallayıp duran çok komik ve ufacık köpeğini daha çok severdi Muhammed’den ve Allah’tan. İhlas grubu diye bir grup vardı ve sattıkları ticari ürünlerden her birinde piyasanın en iyisi onlardı, mesela en iyi şofbeni bunlar yapardı. Çünkü Müslümandılar! Bu grup aynı zamanda evliyaların hayatını anlatan kasetler satardı. Radyo tiyatrosu gibi bu kasetler Bişr-i Hafi olsun, Veysel Karani, Aziz Mahmud Hüdai ya da Ebu’l Vefa olsun… Sünni Hanefiliğin müsaade ettiği evliyaların hayatlarını ve ne kadar iyi kalpli insanlar olduklarını anlatırdı. Bir keresinde Ömer Muhtar isimli filmi izlemişlerdi. Libya Müslümanlarının milli kahramanıydı o. Ömer Muhtar’a ve onun din ve Allah için gerekirse şehit olmak adına kaval kemiklerini dizlerinden bağlayarak İtalyan tanklarının altında ezilerek can veren mücahitlerine benzemesi istenirdi ondan da. Onun en çok hoşuma giden sahneler ise İtalya’yı gösteren sahnelerdi. İtalya da aynı İstanbul gibi büyük yolları, meydanları ve mermerden ya da taştan binaları olan güzel bir yere benziyordu. Mesela Beyazıt’a, Aksaray’a ya da Sultan Ahmet’e ama Libya hep çöldü, çok çirkindi ve hiç sevmemişti. Yine de Ömer Muhtarın tarafını tutuyordu, çünkü o bir Müslümandı. Karşı taraf ise aşağılık kafirlerdi.

Yaz tatillerinde ailecek gittikleri köylerindeki camide ELifba denilen o kitapçığı defalarca bitirdikten sonra yıllar içinde Kuran’ı da tecvidine azami hassasiyeti göstererek hatmetmişti. Ve 30. cüz ile birlikte Yasin, Tebareke ve Amme surelerini Arapçasından baştan sona ezberlemişti. Köylüler arasında “şu el kadar çocuğun hepimizden üstün hocalığı var” diye meşhur bile olmuştu. Alfabeyi, elifbayı ya da herhangi bir yazı ile okuma ve yazmayı hiç bilmeyen ihtiyar dedesinin elemtereden aşağıdaki namaz surelerinde yaptığı kıraat hatalarını düzeltebilmek için çırpınır dururdu. Dedesini karşısına alır ve “ dede bi elemtereyi okusana, hadi bir de kafirunu oku, şimdi bir de tebbeti oku” diye diye bunaltırdı ihtiyarı. Namazı da tadil-i erkan ile kılmıyordu dedesi, mesela secdeye vardığında ayaklarını yer ile kurduğu temasın kesildiği oluyordu. Ama en çok da bu hatalarını düzelterek Allah’ın çok daha sevdiği bir kulu olsun diye onca uğraşmasına rağmen yanlışlarının hiç birini kabul etmeyip çocuk diye ciddiye alınmamasına canı sıkılıyordu. Bir an önce büyümeliydi. Büyüdüğünde düğün salonlarında istediği kadar yaş pasta yiyebilecek ve kaç bardak limonata içerse içsin kimse ona bir söz söyleyemeyecekti.

Ergenlik çağında arkadaşları ile İnönü Stadyumu’na Beşiktaşın bir derbisini izlemeye gitmişti. Elbette büyük taraftarı olduğu Beşiktaşın bir çok maçını televizyonda da izlemişti. Ama bu İnönü’de izlediği ilk derbiydi. Stadyumda beleştepe tarafındaki kale arkası tribündeydi. Alen Markaryan’ın üçlüsünün ardından maç başladı ve sol kapalı tribünde Çarşı inanılmaz bir enerji yayıyordu bütün stadyuma. Otuz küsur bin kişi sanki yekvücut olmuştu; tıpkı devasa bir orkestraya benziyor, tek ve mucizevi bir noktadan yönetiliyor gibiydi. Otuz küsur bin kişi ile birlikte avazı çıktığı kadar bağırdı. Özellikle 70. dakikadan sonra stadyumun dört kenarındaki her bir tribündeki taraftarların, diğer üç kenar bir anda yönünü o tarafa çevirmişken sırası ile söylediği, bizim takıma moral ve rakip takıma da ultra stres veren “Kartal Gool Gool Gol” tezahüratında coşkusu göğsünde bir bombaya dönüşmüş, göğüs kafesini yırtıp açarak uzaya kadar giden nükleer bir ışık huzmesi haline gelmişti. Bütün bu süreçte o kadar kendinden geçmişti ki boynuna doladığı ve çok sevdiği Beşiktaş atkısının nasıl kaybolduğuna dair en ufak bir şey hatırlayamıyordu. Çocukken katıldığı Kadiri Zikir Halkaları geldi aklına bir anda. Acaba o gün mü daha fazla coşmuştu yoksa bugün mü? Eğer iman o kadiri zikir halkalarında yaşadığı şeyse, bugün yaşadığı bu yoğun coşku neyin nesiydi? Başına bela olan soruların sayısı sürekli artıyordu, elindeki cevaplar ise yağmur altında kalmış bir sabun gibi eriyordu günden güne.

Kafası karışmıştı iyice. Kaside-i Bürde de artık eskisi kadar “feyizlendirici” gelmiyordu ona. Pink Floyd’u tanımıştı, Led Zepplin, Freddie Mercury, Bob Dylan, John Lennon, The Rolling Stones, Metallica, Bob Marley, Jimi Hendrix ve Tupac’i walkmaninden çokça dinlemişti. O aralar piyasaya bomba gibi düşen Evanescence’i ve Linkin Park’ı da discman’inden neredeyse her gün dinliyordu. Blind Guardian da fena sayılmazdı. Mp3 oynatıcı denilen teknoloji sorası ise müzik yelpazesi oldukça gelişti. Mesele hüznü hissetmekse eğer bazı Neşet Ertaş Türküleri ile Sezen Aksu şarkıları Kaside-i Bürde’ye de, çocukken sırf islamcı cenaha aittir diye müsikinin varabileceği nihai nokta olarak gördüğü güllere vurgunum, cürmüm ile geldim sana, sevdim seni mabuduma gibi ilahilere de on basardı aslında. Hem de ne? Chopin’in Noctrune in C Sharp Minor’unun yanında “sevdim seni mabuduma” adlı ilahi de kim oluyordu? İmanın ne olduğunu anlama yolunda inşa etmesi yıllar süren iki kalesinin de kumdan olduğunu fark etti. Fırtınayı beklemeye bile gerek kalmadan sakin bir meltemle yer bir olmuşlardı. İmanı dürüst biçimde hiçbir zaman deneyimleyememişti. Herkesi kandırabilirdi ama kendini kandıracak hali yoktu. İtiraf etmesi gerekti ki; bu hayatta iman diye bir şey yoktu. Evet Allah’ın var olmasını istiyordu, öldükten sonra da cennete giderek orada sevdiği tüm insanlarla sonsuza kadar mutlu ve mesut bir biçimde yaşamak da istiyordu. Çok fazla umursamamasına rağmen ilahi adalet falan olsun da istiyordu. Ama bunları ancak temenni edebilirdi. Neydi temenni etmek? Olmasını dilemek, olmasını istemek… Ötesine geçmenin mümkün olmadığını fark etti. Neredeyse 20 yaşına gelmişti ama hala nasıl iman edildiğini bulamamıştı.

4- TEMAS

Ve bir gün hayatında ilk defa ateist olduğunu kimseden çekinmeden açık açık beyan eden biri ile karşılaştı. Ve hatta aynı masada oturup din üzerine konuşmak zorunda kaldı. Daha önce kendisine öyle tembihlendiği için asla ateist olmakla maruf kişileri okumazdı. Onların Allah’ın lanetlediği kulları olduğunu düşünürdü hep. Aziz Nesinler, Turan Dursunlar… Bir insan nasıl ateist olabilirdi ki? Annesine babasına nasıl açıklayacaktı mesela bunu bir kere… Ateiste bakıyordu öylece. Acaba ne biliyordu? O da öğrenmişti bütün İslamı, İslam Tarihini, Dinler Tarihini, Arap Gramerini, Kuranı, Hadisleri ve Tefsiri ve Fıkhı… Ondan daha fazla bilmesi mümkün değil. Alevilerle çok fazla abartmadan tartışmıştı, onlara hak verdiği yerler elbette vardı da dişine göre din ve tarih alanında bilgisi sağlam bir Alevi de görmemişti hiç. Ama bir ateist ile ilk kez din üzerine tartışacaktı. Elindeki her şeyle saldırdı ateiste. Ateist onun kadar bilgili değildi. Ateist onun onda biri kadar bile bilgili değildi. Ama Ateistin, her şeyi tuzla buz eden bir tane çok sağlam silahı vardı. Ateist; Kuran’ın, Hadislerin ve İslam Tarihinin insan aklı tarafından eleştirilebilirliğini göstermişti ona. Oysa kahramanımıza çocukluktan itibaren insan aklının ne kadar aciz olduğu ve Allah ile ilgili çelişkili noktaları insanın çürük aklının anlamasının mümkün olmadığı öğütlenmişti. İnsan evet belli bir noktaya kadar Allah’ı akıl yolu ile bulmaya çabalamalıydı ama belli bir noktadan ötesi aklın işi değildi. Ötesini İmam-ı Gazali gibi büyük alimler bilebilirdi ancak. Bir de müçtehitler, evliyalar ve mürşidler bilebilirdi. Çünkü onlar Alemlerin Yaratıcısı tarafından seçilmiş kişilerdi. Allah onların kalp gözünü açmıştı. Bizim gibi sıradan insanlar ise bırak kalp gözünü normal düz gözle bile yarım yamalak görüyordu hayatı ve dünyayı. Ateist ona 21. yüzyılda insan aklına absürd gelen Kuran ayetlerini sayıyordu teker teker. Ahzab 37, ahzab 50, ahzab 51, ahzab 52, bakara 178, bakara 191, bakara 193, bakara 219, enam 111, enfal 65, maide 33, maide 38, nisa 15, muhammed 4, nisa 88, nur 12–16, tahrim 1, tahrim 3, tahrim 5, tevbe 23 ve diğerleri… Kuran’daki bu ayetler daha önce hiç bu şekilde tekil olarak dikkatini çekmemişti. Her seferinde kıvırmaya çalışıyordu o da karşılık olarak. Ayeti eğip büküp; ayet üzerinden 21. yüzyıl insan haklarına uygun manalar çıkarmaya çalışıyordu. O ayetin öncesi var, sonrası var… cımbızlama yapmamak lazım bütüne odaklanmak lazım ve sair. Dinsizliğin bütün klasik argümanlarını da saydı orada ateist: başka dinlere inanan milyarlar hep cehennem odunu mu? 150 milyon japon her nesilde doğup ölüp cehenneme mi gidiyor? Doğduğun köyde mevcut olan dinin “hak din” olması senin için çok büyük bir şans değil mi? Hep böyle şanslı mısındır? Orta doğudaki İbrahimi dinlerin dünyanın geri kalanındaki dinlerden çok ama çok farklı olması, binlerce yıldır birbirinden izole olmuş her toplumun apayrı dinler yaratış olması seni hiç işkillendirmiyor mu? Kutsal kitaplarda sadece hakim olduğu bölgenin coğrafyasının ve hayvanlarının anlatılması hep tesadüf mü? Tanrı kötülüğü engelleyemiyorsa güçsüz değil midir? Engelleyecek gücü var da yapmıyorsa kötü değil midir? Bir tanrının yoktan yarattığı ve ömür boyu zaten neler yapacağını adı gibi bildiği insanı bir imtihana tabi tutması mümkün müdür? Böyle bir imtihana gerçekten bir sınav diyebilir miyiz? Bir Tanrı bir evreni neden yaratsın ki? Ateist sağlam vuruyordu. Daha da ötesi İslamın eleştirel bir kalburdan geçirilmeden kabullenilmesinin absürdlüğünü çok iyi kavramıştı ve hangi kalın kitaptan hangi detayın detayı bilgi ile vurmaya çalışırsa çalışsın her seferinde aynı kalkan ile karşılık veriyordu. Şüphe sahibinin ateist ile kurduğu ilk temas şüphe sahibi için hayatının dönüm noktalarından biriydi. Şüphe sahibi bunu çok güzel anlamıştı. İman denilen mereti bir türlü kavrayamayışının sebeplerini ise o dakikadan itibaren sorgulamaya başlamıştı kafasında.

5- SORGULAMA KAPISI

Kafasındaki her bir boşluğu doldurup da artık ona muazzam bir baş ağrısı vermeye başlayan tonla sorunun cevabını ancak okuyarak bulabilirdi. Tarihi okudu önce. Tarih bilimi ile ona anlatılan Sünni İslam Tarihi bir çok noktada birbiri ile çelişiyordu. “Sünni İslamı temsil eden alim” denilenler, daha Hıristiyanlığın ne olduğunu; Hristiyan reformunu, dünya çapındaki Hristiyan mezheplerini, Hristiyanlığın tarihini ya da Yahudiliğin kutsal metinlerinin ne olduğunu bile doğru dürüst bilmiyorlardı. Bu sünni alimler bilimsel anlamda kayıt altına alınmış ve dünyanın dört bir yanında binlerce üniversitede akademisyenlerin üzerinde mutabık olduğu temel siyasi tarihten bile habersizdiler.

Peygamberler Tarihi diye dünyadaki Akademik Tarih Bilimi Camiasında kimsenin ciddiye almadığı bir hikayeler bütününü gerçekten yaşanmış tarih sanıyorlardı. Onlara göre Adem cenneten kovulmuştu ve ilk insan olarak yeryüzüne gönderilmişti, İdris Adem’in 6. göbekten torunuydu, kalemi ve dikiş iğnesini icat eden kişiydi, aynı zamanda dünyadaki 100 şehrin kurucusuydu. Nuh’un kavmi gerçek Allah’ı terk edip de putlara tapmaya başladı diye dünyaya bir sel gönderilmişti, Nuh da 3 katlı gemisi ile 150 gün boyunca suların üzerinde yol almış ve 80 kişi ile birlikte her hayvandan bir çiftini kurtarmıştı. Hud peygamber Yemen’deki asi Ad Kavmine gönderilmişti ve o kavim söz dinlemeyerek küfürlerinden dolayı helak oldular. Adem’in 19. kuşaktan torunu olan Salih ise Semud kavmine gönderilmişti ama onlar da Allahlarını dinlemeyip korkunç bir ses ile helak oldular. İbrahim, Nemrud ile mücadele etti ve oğlu İsmail’i kesmeye kalktı. Lut peygamber Sodom ve Gomore isimli ahlaksızlık ve günah şehirlerini ve özellikle livataya (eşcinsellik) iyice alışan insanoğlunu yola getirmeye çabaladı, olmadı, Allah bu yüzden gökten taş yağdırdı, şehir yerin dibine battı, Lut Gölü orada oluştu. Yakup’un diğer oğulları favori oğlu Yusuf’a haset ettiler, onu bir kuyuya attılar. Ağlar Yakup ağlar Yusufum deyu. Yusuf, Alain Delon gibi adamdı. Mısır kraliçesi aşık oldu ona, hatta tecavüze yeltendi ve gömleğini arkadan yırttı. Kadınlar onun güzelliğini izlerken elmayı soyacağım diye parmaklarını doğradılar. Şuayb 300 sene yaşadı, taşları koyuna ve bakır madenine çevirmek gibi mucizeleri vardı. Musa’ya Tevrat indirildi ve Musa Tur Dağı’nda bizzat Allah ile konuştu, Firavun ile mücadele etti, asaının bir vuruşu ile ortadan ikiye yardığı Kızıldeniz’in Firavun’un üzerine yığılmasına neden oldu.

İşte İslam’ın tarih anlatısı bunlardan ibaretti. İslam’ın tarih anlatısında; bugün toprağın altından kemikleri çıkarılan homo habilis ya da homo erectus yoktu. Neandertaller ile homo sapiens arasındaki mücadele yoktu. Çatalhöyük ya da Karain Mağarasında yaşananlar yoktu. Adem bir sapiens olarak cennetten dünyaya indirilmişti direkt. Siyasal tarih anlatısında dünya tarihinin en popüler figürlerinden biri olan Sezar yoktu, Büyük İskender (Zülkarneyn) öyle olmadığına dair bir ton tarihi vesika varken bile bir peygamber sanılıyordu. Arkaik Dönem, Klasik Dönem, Helenistik Dönem yoktu. Hititler Döneminin esamesi geçmiyordu. Sümerler yoktu. İslamın tarih anlatısı Yahudi Mitolojisinden başak bir şey değildi. Kuran’da saydığı ve peygamber/nebi dediği kişilerin tümü müslümanların “Tevrat” dediği Eski Ahitte sayılmaktaydı. Bunların tarih algısında Anadolu’da bin yıllar boyu tapınılmış bir Kibele yoktu mesela, Konfüçyüs ve Buddha yoktu. Antik Pers ve Antik Hint yoktu. Orta Asya, Japonya, Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika’daki o şaşalı medeniyetlerin hiç biri yoktu. Aşağı Nil Afrika’sına ve daha da güneydeki Afrika’ya dair en ufak bir bilgi dahi yoktu. Ortadoğu dışındaki denizler, okyanuslar, dağlar ve çöller de yoktu. İslamın tarih algısı 510 milyon metrekarelik dünyanın sadece bir kaç milyon metrekarelik bölümünde yaşanmış hikayelerinden ibaretti. Bu hikayelerin de çoğu İsrail’in ibrani halkına ait hikayelerdi. “Büyük İslam Alimlerinin” Mısır Medeniyetine dair bilgileri Kuran’daki üç beş ayet ve hadislerde anlatılanlardan ibaretti. Onlar da gerçek tarih bilimi ile bir çok noktada çelişiyordu: mesela Kızıl Deniz’in Firavun’un üzerine yığılması, ya da Yusuf ile Züleyha’nın dillere destan aşkı, Adem’den itibaren Yahudi peygamberleri, Nuh Tufanı, İsrail Mitolojisine dair bir bilgi ya da Kudüs şehrinin kendisi bile… Bu kadar önemli meseleler nedense 150 yıldır araştırılmasına rağmen Antik Mısırdan kalma onca metnin hiç bir yerinde geçmiyordu.

Kafası patlayacak gibiydi bunları düşünmekten. “Dört Kitap” deyip duruyordu İslam ama ortada “Dört Kitap” diye bir şey bile yoktu. Kuran bir kitap evet ancak İncil diye kutsal bir kitap mevcut değildi. İsa’dan sonra yazılan ve İsa’nın hayatını anlatan biyografiler: matta, markos, lukas ve yuhanna gökten indirilmiş kutsal kitaplar değillerdi. Bu kitapların isimleri yazarlarının isimleriydi ve bunların tümü İsa’dan sonra yaşamışlardı, İsa’nın hayat hikayesini anlatmışlardı. İslamda “Tevrat” adı ile tek bir kitapmış gibi sunulan şey ise 24 kitaplık bir külliyattı, gökten zembille Musa’ya inmemişti, hadi diyelim Musa gerçekten yaşadı ama bu külliyatın içinde Musa’dan bin yıl sonra yaşamış başkalarının adı da geçiyordu. Bu külliyat “Tevrat” adı ile Musa’ya nasıl indirilmiş olabilirdi? Bu külliyat yüzlerce yıllık bir süreçte, apayrı nesillerde İsrail’de oluşmuştu. “Zebur” diye bağımsız bir din ortaya koyan bir kitap ise hiç yoktu. İslamın “Zebur” dediği ve din kuran dört kitaptan biri olarak iddia ettiği şey 24 kitaplık Eski Ahit’in (Eski Antlaşma) içindeki Mezmurlar isimli ilahiler koleksiyonuydu. Haydi diyelim diğer üç kitabı kitap olarak saydık ve sistematik bir din kurduklarını kabul ettik, peki ya böylesine vasat bir ilahiler kitabı bütün tarihe gönderilmiş en kutsal dört kitaptan biri olarak nasıl sayılabilirdi?

İslamın uydurulmuşluğunu ve iman denilen fiilin imkansızlığını bir içgüdü gibi kavramıştı. Sadece kendisine bir türlü itiraf edemiyordu. Kendini hala daha müslüman sanıyordu.

6- İNKAR

Yenilgi yenilgi büyüyen bir öfke hasıl oldu zihninde. Nereye elini atsa bütün ömrünü uğruna adadığı inancının pas tutarak çürümüş bir parçası elinde kalıyordu. Ama hayır… Buna izin veremezdi. Bunca yıldır uğruna nelerden vaz geçmişti, hayatını hep ona göre şekillendirmişti. Bu din onun asıl kimliğiydi ve bu kimlikten vaz geçemezdi. Sonuna kadar savunacaktı bu dini. Her yerde onun ne kadar güzel ve faydalı bir öğreti olduğunu anlatacaktı insanlara. Hem belki bu şekilde kafirleri alt edecekti ve İslam’ın aslında gerçek din olduğunu en gerçek manası ile kavrayacaktı. En başta internet olmak üzere imkan bulduğu her ortamda İslam için mücahitlik yapma kararı aldı. İnternet ortamında ateistlerle bir kaç münakaşaya girişti. Her tartışmanın sonunda biraz daha fazla rezil olduğunu hissetti. Savunamıyordu. Gücü yetmiyordu buna. Daha fazla okumalıydı o halde. Bütün sahih tefsirleri okuma kararı aldı. Gecesi ve gündüzü tefsir okumakla geçiyordu. Kurtubi’nin El Cami-ül Ahkam, Zemahşeri’nin El Keşşaf, Nesefi’nin Medarik’ut Tenzil, İsmail Hakkı Bursevi’nin Ruhul Beyan, İbn-i Arabi’nin Tefsir-i Kebir Te’vilat, Taberi’nin Cami’ul Beyan, İbn-i Kesir’in Tefsir’ul Kuran’ul Azim’i gibi eski sahih tefsirler ile 20. yüzyıla ait Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kuran Dili, Seyyid Kutub’un Fi-Zilali’l Kuran, Mevdudi’nin Tefhimul Kuran ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kuran Yolu Tefsiri dahil olmak üzere ulaşabildiği bütün tefsirleri okuyordu. Ancak, zihnindeki radarlar açılmıştı bir kere. Mesela bir gün, Osmanlıdan çıkmış en değerli Kuran Tefsirlerinden biri olarak görülen ve hatta 300 sene boyunca Osmanlı Medreselerinde Tefsir dersinin temel ders kitabı olarak okutulan İsmail Hakkı Bursevi’nin Ruhul Beyan’ında Nisa Suresi 11. ve 12. ayetlerin açıklamasına gelmişti. Burada erkeğin kadının iki katı kadar miras almasının emredilirdi. Ayrıca bu ayetler Türkiye’deki dinsiz ortamlarda “Kurandaki Matematik Hatası” olarak bilinirdi. Zira bu ayetlerde miras bölüşümü ile ilgili matematiksel bir hata vardı. Osmanlının 2. Viyana Seferinde orduya maneviyat aşılasın diye vaaz vermekle görevlendirilen “koskoca” İsmail Hakkı Bursevi, buradaki matematik hatasının farkında bile değildi. Kendi kendine bir şeyler anlatıp durmuştu.

Yine İ. H. Bursevi’nin tefsirinde Maide 38–40 arası emredilen “hırsızın elini kemse” bahsinde şu açıklamalar vardı:

Ruhul Beyan — Maide Suresi 38–40 Tefsiri- İsmail Hakkı Bursevi

Zaten Türkiye’de bugün “biz sünni alimleriz” diye ortalıkta gezen başta diyanet tayfası olmak üzere diğer cemaat ve tarikat mensubu zevat öylesine sahtekardı ki, 300 sene boyunca Osmanlı Medresesinde okutulan bu meşhur Tefsiri sansürlemekten bile çekinmiyorlardı. İnandıkları Allah’ın dini için Allah’ın dininin kendisini sansürlüyorlardı tam anlamı ile. Zira İsmail Hakkı Bursevi’nin Ruhul Beyan’ının orijinalinde Enbiya Suresi 68. ayetin tefsirinde, aynen şu ifadeler vardı:

“Vallahi Kürtler Müslüman değildir. Sakın bunların en salihleriyle bile arkadaşlık etmeyin ve bunların bastığı toprağa da basmayın!”

Oysa Hayrettin Karaman denilen çakma şeyhülislamın bir takriz yazarak övdüğü Ruhul Beyan çevirisinde Kürtlere karşı yazılmış bu ırkçı ifadeler sansüre uğramıştı, üstelik İsmail Hakkı Bursevi denilen evliyaya içinde yaşadığımız çağdaki sünni müslümanlar tarafından uygulanan sansür de “fazla gördüğü kısımları atmış” şeklinde bir pişkinlikle geçiştirilmişti:

Kahramanımız içinde bulunduğu inanç bunalımından çıkabilmek adına Türkiye’deki İslamı kurtarmaya kalkışacaktı. Ama Türkiye’deki İslamı ne geçmişteki o kelli felli büyük evliyalar, alimler ne de bugünün profesör titrine sahip “İslam Akademisyenleri” kurtarabilecek haldeydiler. Bir dava güdüyoruz sanıyorlardı ama özünde hiçbirinin elinden rasyonalite denilen silindirin altında ezilirken inleyip durmaktan başka bir iş gelmiyordu. İslamın yok olma dönemine girdiği apaçık ortadaydı.

Bunların tümünü her cuma sabahı yaptığı gibi gusül abdestini aldıktan sonra uğradığı büyükçe bir parkta cuma namazının saatini beklerken düşündü kahramanımız. Gerçekler gün gibi ortadaydı, gerçekleri de çok iyi bir şekilde görüyordu ama yine de inkar ediyordu. Zira korkuyordu. Ah keşke biri olsaydı, onun bütün şüphelerini dindirecek bir üstadı olsaydı. Onu Sorgulama Kapısından alacak, kanatlarıyla İnkar Ovasının ve Korku Dağlarının üzerinden uçuracak ve doğruca Dinsizlik Kapısının önüne götürüp bırakacak birisi… Bu kapıdan çıktıktan sonra ne olacaktı peki? Gerçekten özgür mü olacaktı? Yoksa mutlak bir huzura mı erecekti? Ya da bitmek bilmez bir depresyon içinde bir cipralex müptelasına mı dönüşecekti? Bilmiyordu. Bu yüzden en konforlusu inkar etmekti. Gözlerinin önünde parlamaktan başka bir şey yapmayan bütün bir hakikati inkar ederek alışık olduğu konforun içinde yaşamaya devam etmekti. Öyle yapıyordu, yapmaya çabalıyordu en azından.

7- DİNSİZLİK KAPISI

Ne Gazali, ne İbn-i Arabi, ne de İmam-ı Rabbani hiçbiri çare olmuyordu derdine… Ve hatta hakkında asırlardır külliyatlar düzülen bu adamların hangisini okusa Dinsizlik Kapısına biraz daha yaklaştığını hissediyordu. Örneğin gerek Tehafüt’ül Felasife olsun gerekse El Munkız isimli kitabı olsun felsefecileri eleştiriyordu Gazali. Misal El Munkız isimli kitabının “Siyasiyat” başlığı altında “filozofların siyasete dair bütün bilgilerini ve fikirlerini Allah’ın kitaplarından ve önceden yaşamış evliyalardan aldığını söylemişti. Halbuki Gazali denen adam; Aristo, Sokrates ve Platondan başka felsefeci bilmez, tanımazdı. Onları da Farabi’nin anlayabildiği ve çevirebildiği kadar bilirdi zira Gazali felsefeyi Farabi’nin kitaplarından öğrenmişti. Gazali bu üç filozof ile Farabi ve İbn-i Sina gibi bir kaç Meşşai Filozof dışında felsefeye ve felsefe tarihine dair hiçbir şey bilmezdi. Ama utanmadan da ben bütün felsefeyi yaladım yuttum derdi. Fikirlerine cevap veremediği adamları da bilindiği üzere kafir ilan ederdi.

El Munkız- Gazali

Mesela Gazali kendinden 1200 sene önce yaşamış Cicero gibi bir filozofun sayfalar dolusu külliyatından habersizdi. Tarih boyunca her dönemde siyaset felsefesinin mihenk taşlarından biri olarak görülen Çiçero’nun bir tek harfini bile görmediği halde siyaset hakkında “Allah’ın kitaplarında yazanlardan ibarettir” diye ahkam kesen ve yüzyıllardır bir balon gibi şişirilmiş Gazali’nin kibirli tavrı kahramanımızın yanı başındaki dinsizlik kapısının koluna biraz daha uzanmasına neden oluyordu. Bunların “bizim o eski alimlerimiz var ve sen ne argüman sunarsan sun seni göt eder oturturlar aşağı” lafı kuru bir tehditten başka bir şey değildi. Kendileri bile ikna olmamışlardı buna. İşte en büyük adamları Gazaliydi ve yazdıkları safsatalar da ortadaydı. İhya isimli kitapta önerdiği kadınların erkekten izin almaksızın evden çıkmamalarına dair ahlak öğretileri iğrenç ötesiydi:

Gazalinin topluma dayattığı ortak ahlak komik ötesiydi. Çocuk oyuncaklarının alım satımını yasaklayacak ve hatta oyuncak görünce kırılmasını farz koşacak kadar absürd bir din ile yaşamıştı bunca yılı:

İhya-ı Ulumuddin- 2. Cilt 9. Kitap- Bab: 4.1

Artık hangi ulu, bilge ve muhteşem islam bilginini okusa, onda sadece bilimsel olarak net bir biçimde yanlış, saçma ve absürd olan bilgiler gözüne çarpıyordu. Şeyhül Ekber, En Büyük İmam, Şeyhlerin Şeyhi, Üstadların Üstadı gibi isimler verdikleri o tarihi şahsiyetlerden gelme metinler saçmalıklara doluydu:

İbn-i Arabi, Özün Özü (Lübb’ül Lüb), 57. sf

Sudaki canlıların sayısının yerdeki canlıların sayısının on katı olduğu çok büyük ihtimalle yanlış bir tahmin de hadi biraz tartışmalı diyelim. Havadaki canlıların yerlerdeki ve sulardaki canlıların toplamının on katı olduğu iddiası nasıl bir sallamasyon? Havadaki canlılar neler acaba?

İmam-ı Rabbani, Mektubat, 313. Mektup

Sünni İslam denince en tepedeki otoritenin Gazali olduğunu çok iyi bilirdi. İmam-ı Rabbani’nin Mektubatında yazdığı “İbn-i Arabi’yi bazı fikirleri yüzünden bütünüyle silemeyiz ama her yazdığının da Ehlisünnete uyduğunu söyleyemeyiz” ifadesindeki “Ehli Sünnet” tabirinin tam olarak anlamının Gazali’nin İslam Teorisi olduğuna adı gibi emindi. Türkiye’deki sünni islam için ise bugün temel fikir Sünniliğin Nakşibendilik Tarikatıydı ve Nakşibendiliğin temel direği de İmam-ı Rabbani denen 16. yy civarında yaşamış Hintli bir adamdı. Bu adamın Mektuplarının toplandığı esere Mektubat denirdi. Bu mektuplardan birinde (313. mektup) dünya tarihinin en meşhur filozoflarından biri olan Platon’a “ahmak” deniyordu.

Platon (Eflatun)

Bunun yanında; esas önemlisi ise Büyük İskender zamanında (İsa’dan Önce 427–347 yılları arasında) yaşadığı ve hatta İskender’in hocası olan Aristo’nun hocası olduğu; gerek birbiri ile alakasız tarihi metinlerden, gerekse arkeolojik kalıntılardan, büstlerden ve heykellerden birbirinden bağımsız ve belki onlarca/yüzlerce farklı şekilde ispatlanabilen bu filozofun İsa “peygamber” döneminde yaşadığını iddia ediyordu İ. Rabbani! İşte bu tarih bilmez, uydurmasyoncu ve aciz adamlar İslamcılara göre İslam düşüncesinin zirvesi oldukları gibi bütün insanlığın da en bilgili, zeki ve evliya zaatlarıydı! Kendisi de yıllar boyu böyle sanmıştı!

Oysa İsa nereeee Eflatun nereeee! Biri Kudüs’te biri Atina’da aralarında tam 400 sene varken hem de!

Bir Nakşibendi müridi olan Cübbeli Ahmet, İmam-ı Rabbani’nin ipi ile kuyuya inerek Platon (Eflatun)’un İsa döneminde yaşadığını sanmaya devam ediyor.

Aslında insanın eleştirel gözü bir kez açılınca bu adamların yazdıkları neredeyse her şeyin sakat olduğu apaçık anlaşılıyordu:

İmam-ı Rabbani, Mektubat, 266. mektup

Güya akıl ve vicdan sahibi olanlar kurtuluşu, yani İslamı bulabilirler. Bulamayanlar da ahmaklar ve eblehlerdir. Acaba Einstein mı eblehti yoksa Nietzsche mi ahmaktı? Karl Marx mı ahmaktı yoksa Darwin mi eblehti? Bu adamları bir sürü sıfatla niteleyibilirsiniz. Eğer bir müslümansanız haydi diyelim ki bu adamlar için; nasipsiz, kötü niyetli, inkarda inat eden vesair… Bütün bu sıfatları saydınız da kabul ettik. Akıl sahiplerinin hep İslamın yoluna girdiği ve girmeyenlerin ise ahmak olduğu iddiası, dünyanın en büyük akıllarından olan bu adamların; bırakın İslamı, Tanrı fikrine bile karşı çıkıyor olmaları ile iki saniyede yerle bir oluyor. İşte böyle iki saniyede yerle bir olan fikirlerin mümessili idi Rabbani. Kraldan çok kralcı olan bugünkü Rabbanici Nakşibendiler nasıldı peki:

İmam-ı Rabbani’nin mektubatını tercüme edenlerin, günümüz Gazalici ve Rabbaninicilerinin; Gazali, İ. Rabbani ve Antik Yunan Filozofları hakkındaki komik görüşleri

Kahramanımızı Ehli Sünnet dışı İslamları ve reformcuları inceledi, onlardan mı olmalıydı acaba. Hatta bir dönem “acaba Alevi mi olsam” diye düşündüğü de oldu. Ama ne yaparsa yapsın Kuran’ın bin küsur sene önce yazılmış o arkaik metnindeki sıkıntılı ifadelerden kaçamıyordu. Bu süreçte Kuran mealini defalarca okumuştu. Sayabildiği kadarı ile 300 civarı bilimsel, ahlaki ve mantıki hata vardı Kuran’ın içinde. Reformcular ve Ehli sünnet dışı İslamların hepsi bu hataları görmezden gelme, evirip çevirme ve kıvırıp kendini kandırma sistemi üzerine kuruluydu. Dahası, Reformcular ile Ehli Sünnet dışı İslam savunucuları sanki 1400 yıllık İslam Tarihi hiç yaşanmamış gibi davranılmasını da şart koşuyorlardı. Sanki kuma gömülerek ölene kadar taşlanmamıştı nikahsız sevişen sevgililer. Sanki hırsızların eli kesilmemişti 1400 yıldır. Sanki erkeğe kadının iki katı kadar miras verilmemişti. 1400 Yıldır kadının boşanma hakkının olmayışının İslam tarafından net bir biçimde hükmolunduğunu da inkar etmesini istiyordu reformcular. Sanki İslam 1400 yıldır kadını dövmeyi erkeğe bir öğüt olarak sunmuyormuş gibi davranılsın istiyorlardı. Sanki küçük kız çocukları ile İslamın müsaadesi sonucu pedofilik bir biçimde evlenilmemişti 1400 yıldır ve sanki 1400 yıldır İslam coğrafyasında milyonlarca köle kıza fıkha uygun biçimde tecavüz edilmemişti. Sanki 1400 yıldır İslamda hiç kölelik yoktu ve milyon sayfalık köle fıkıh kaideleri hiç yazılmamıştı. Sanki ortaya çıkışından itibaren Arap yarımadasını, Kuzey ve Orta Afrika’yı, İspanya’yı, İran’ı ve Turan’ı ve Kafkasya’yı kan denizine çevirerek yayılmamıştı İslam. Sanki İslam daha geçen yüzyılda doğmuştu ve bütün kaideleri de İnsanın Çekirdek Haklarına uygundu! Hep iyiliği emrediyordu hep akrabaya yardımı emrediyordu!

Kahramanımıza dinsizlik kapsını sonuna kadar açan ve onu o kapının öte tarafına geçiren olay ise ne yüzlerce yıllık tozlu sayfalarda geçen absürd iddialardı ne de Kuran’ın insan yapısı olduğunu bariz biçimde ortaya koyan ayetlerdi. Çok küçük bir anda ve alakasız bir biçimde açıldı o kapı. Bir kaç arkadaşı ile yolda yürürlerken, seküler olduğunu iyi bildiği ama dinsizliğinden emin olmadığı arkadaşı:

“Olum 21. yy’da hala daha dinlere inanan kaldı mı ya, kitabında adam “peygamberin hanımlarına perdenin arkasından seslenin” diye ayet koymuş, bu kitaba inanan kaldı mı ya hala

Ahzap Suresi 53. Ayet Diyanet Çevirisi

şeklinde nüktedan bir tavırla mırıldanınca kahramanımızın dudakları istemsizce gerildi ve hiç hesapta yokken birden bire bu espriye gülümser buldu kendini. İşte o gülümseme ile dinsizlik kapısının ötesine geçtiğini anlamıştı artık. Artık Kuran’da yazan bir cümlenin absürdlüğüne gülebiliyordu. Bir an için, içinde bir ürperti hissetti kahramanımız. Ertesi gün geçti. Hala daha eksik olan bir şey vardı. Bir insan, artık dinsiz olduğunu kendi kendine söyleyemez. Kişi, dinsizliğini başka birine duyurduğu andan itibaren gerçek anlamda dinsiz olmuştur artık. Kahramanımız bu son hareketi de yaptı ve gülümseme hadisesinden bir süre sonra artık İslam teorisinin hiçbir versiyonuna ikna olmadığını, o gün aklına gelen bütün gerekçeleri ile birlikte yakın bir arkadaşına anlattı. Bundan böyle resmen dinsizdi.

8- ÖFKE

Bu sahte din, onun öğretileri, emir ve yasakları yüzünden hayatı boyunca ne büyük fırsatlara yüz çevirdiğini ve kendini ne kadar kısıtlayarak yaşadığını düşündü. İçinde, üzerine ne kadar su dökerseniz dökün kızgınlığından zerre kaybetmeyecek ve gelecek bin yıl boyunca sönmesi imkansız nükleer bir reaktör yanıp durmaktaydı sanki. Bütün hayatını bu kitaba göre yaşamaya gayret etmişti. Çocukluğu hızlı geçmişti bu din yüzünden. Ama en çok acıtan yanı hiç genç olamamıştı. Kızlardan uzak durmuştu mesela, zinadan ve zinayı başlatan aksiyon olan flörtten kaçınmıştı gücünün yettiği kadar. Alkolü ağzına bile sürmemişti. Dans etmemişti ve şarkı söylememişti. Muhammed’in hadislerinden referansla büyüklerinden dinlediği dini sohbetler sonucu edindiği islami ahlaka uygun olarak; günah olduğu için müzikle ve boş iş olduğundan-müslümana boş iş yapmak haram (ya da en azından mekruh) olduğundan sporla da ilgilenmemişti. 12–13 yaşından itibaren sabahın köründe karga bokunu yemeden önce sabah namazına kalktığı için uykusunu da yeterince alamamıştı. Bu din ona 13–14 yaşlarında masturbasyon yapabilecek çağa gelir gelmez bir yetişkin gibi davranmasını emrediyordu. Evet masturbasyon da haramdı islamda ama defalarca bırakmaya yeltenmesine rağmen başarılı olamamış; hatta “masturbasyon yapmayan ergen erkek” diye bir fenomenin imkansız olduğunu bir doğa kanunu gibi kavramıştı. Dahası en büyük evliyaların, müçtehitlerin ve mürşidlerin de 13–14 yaşlarından itibaren sabah akşam masturbasyon yapan ergenler olduğundan adı gibi emindi. İslam zaten bu yüzden çocuk evliliğini savunuyordu, evlilik (ve cariyelik) dışı seks ile takıntılı olan islam; “eğer insanı çocukken evlendirirsem en kızışık olduğu ergenlik döneminde evlilik dışı seks yapmaz böylece her daim bana itaatkar bir kitlenin sahibi olurum; zira bir orduda en önemli asker grubu 20 yaş civarında olanlardır. Ve islam için en önemli müessese evlilik müessesedir çünkü evlenen adam çocuklarına bakmak için otoriteye itaatkar davranmak zorundadır” mekanizması üzerine tasarlanmış bir dindi. İslamı yüzyıllardır yayıldığı coğrafyalarda kalıcı kılan o gizli formül de buydu.

Kahramanımız, erken gençliğine kadar Türkiye’de islamın kendisi ve islama inananlar kazansın diye cemaat ve tarikatlara fikri ile zikri ile ve bedeni ile destek olmuştu. Günah işlediğinde günahın ona verdiği pişmanlıkla gözlerinin sulandığı dahi vakiydi.. Hayatının merkeziydi bu din. Bu din için yapmayacağı hemen hiç bir şey yoktu; hiç yapması gerekmemişti ama gerekirse belki kurşun yer ve kurşun atardı. Ama şimdi bir anda elinden kayıp gitmişti tümü. Zaman zaman gözleri ile şeklini hissetmeye çabaladığı kafasının içinde milyonlarca farklı mesajı içeren milyarlarca ses bir araya gelerek bir tek cümleye dönüşüyordu:

İşte 20 küsur sene kek gibi inandın lan bunlara !!!

Öfkesinin önünü alamadığı için önüne gelen herkesle din hakkında konuşmak, onların hepsini birden göt etmek ve daha da öteye geçerek dinden çıkarmak istiyordu. Herkes bu saçmalığı kavrasın ve dini tıpkı onun gibi terk etsin istiyordu. Ama çoğunun umurunda değildi dine dair ispatlar, tartışmalar, teoloji vs.

Geçen zaman da huzur getirmedi, “nasıl inanmazsın ya hayvanlar bile inanıyor sen nasıl inanmazsın olum Allaha” diyen aptal kadınlar oldu hayatında. Dört bir yanı aptallarla çevriliymiş gibi hissediyordu artık. Tahammülünün sınırlarına ulaşmıştı. En çok içerlediği ise inançsızlığına karşı hiç hesapta yokken bir anda ortaya çıkan aile ve akrabalarından yakınlarının, dostlarının, arkadaşlarının nefretiydi. 1300 Sene önce yaşamış bir Arap’ın masalları yüzünden, kahramanımızın yakınları yıllardır ona karşı engelleyemediği bir nefret besliyordu yüreğinde. Arap dini bunu da başarıyordu işte, çünkü Arap dini böyle nefret saçan bir şeydi. Bununla mücadele etmeyecekti de neyle edecekti başka? Hayatını bu uğurda harcamaya karar kıldı. Bu can bu tende durdukça insanlara Arap Dininin uydurulmuşluğunu göstermek için elinden geleni ardına koymayacaktı. Zira bu nefret saçan inanç, anayı çocuğundan nefret ettiren ve sevgilileri birbirinden ayıracak kadar insan psikolojisini mahveden bu ilkel öğretiler bütünü ancak bu şekilde tarihin tozlu sayfalarına gönderilebilirdi.

9- DÖVÜŞ

İçini kavuran öfke, nöbetler halinde vuruyordu kahramanımızın şuurunu. İki tür öfke oluşmuştu bağrında ve bu nedenle de hayatında iki tür dövüş alanı vardı.

Birincisi bütün hayatının bir yalandan ibaret olmasının sebebi olan din sahtekarlığına karşı duyduğu öfkeydi. Bunun mücadelesini eline geçen her fırsatta zerre kadar dahi yüksünmeden veriyordu. Şimdiden çevresinde en az 50 kişinin inançsal konumunda değişiklik yaratmıştı. Eskiden çok inananlar, onunla bir kez konuştuktan sonra artık çok da inanmaz olmuştu, imanı ile ilgili şüpheleri kendine bile itiraf edemeyenler dine karşı biriktirdikleri bütün intikam vaazlarını gözleri kocaman açılmış vaziyette onun koca kayadan oluşan devasa bir dağ gibi sinesine dökerek sakinleşmişlerdi. Adeta havarileri olan ve köy köy dolaşarak “hakikat” mesajını yayan bir İsa’ya dönüşmüştü. Ya da ilk dönemlerde Mekke putperestliğine savaş açan Muhammed gibiydi, ama tam tersi istikamatte tabi. Sanki memlekete gizliden gizliye ateizm yayıyor gibi hissediyordu kendini ve sanki ateizmin müşrikleri (islamcılar), bu kutsal davasından dolayı ona zarar vermek için gün kolluyor gibiydiler. Elbette bundan gururluydu. Hem bir işe yaradığını hissediyordu hem de içinde sönmek bilmeyen o nükleer kızgınlığındaki öfkenin üzerine bir okyanusun tabanına açılmış bir dip savaktan milyonluk debi ile su akıtmak kadar büyük zevk alıyor ve rahatlama duyuyordu.

İkinci dövüş alanında ise bizzat içinde kendi benliği ile kavga ediyordu. Boşluğa, hiçliğe ya da nihilizme düşmeme kavgasıydı bu. Zaman dediğimiz çizginin öncesi ve sonrası “Tanrı Teorisi” dahilinde açıklanmadığında geriye kalan şey “Mutlak Yokluk”tan başka bir şey değildi sonuçta. Bu durumda hayatın ne anlamı vardı? Bir an için Lacan’ın Aynası geldi aklına. 20. yüzyılda yaşamış en değerli filozoflardan bir olan ve Sigmund Freudun Psikanaliz Kuramını bir kaç adım öteye taşıyan Jacques Lacan, bir insanın ayna ile ilk karşılaşmasını mesele edinmiştir.

Söz gelimi belli bir yaşa gelince ilk kez kendi yansımasını ayna üzerinde görür ve bu görüntünün kendisi olduğunu ayırt etme gücü dahilinde algılar bebekler. O belirli güne kadar ise en fazla annelerinin yüzünü görmüşlerdir. İşte bu yüzden her gün, her saat ve neredeyse uyanık oldukları her dakika gördükleri bu yüzü, annelerinin yüzünü kendi yüzleri zannederler. Dolayısıyla ayna ile karşılaşıp da aslında gerçekten kendilerine ait olan yüzü tanıyana kadar annelerinden bağımsız bir birey olarak var olduklarının bile farkında değillerdir. Varoluş işte bu kadar saçma bir olaydı. Dış dünyayı algılayacak aygıtlardan yoksun olduğun durumda var olduğunun bile farkında olamıyordun. Daha da ötesinde başka bir varlığı kendin sanacak kadar dengesiz bir bilinçten evriliyordun hayata. Ve hayatın kendisi de ölmek endişesinden ibaretti. İşte insanın kendisine başladığı o an o aynayı gördüğü andı. Fiziksel varoluş ile ilk kez orada yüzleşirdi. Bu yüzleşmeyi bütün insanlar yaşardı. Hayatta ikinci bir yüzleşme daha vardı ki, bunu ancak kahramanımız gibi “inanmak” fiilinin imkansızlığını kavrayıp da dinsizlik kapısından çıkarak uzaklaşanlar deneyimleyebilirdi ancak. Zira ikincisi bilinçsel varoluş ile yüzleşmeydi. Bir Tanrının, “imtihan dünyası” ve “seni yaratarak kendi kudretini görmek istemiş” gibi absürd gerekçelerle yarattığı, yaratılmış (yani sahte, çöp gibi, çamur gibi, yaratılmış bir gübre gibi, değersiz) bir kulu olmadığını fark ettiğin an eşsiz ve muazzam güçte bir şuurun sahibi gerçek bir varlık olduğunu da algılıyordun. Bu evrende başka her ne ya da her kim olursa olsun karşılarında bir adet de sen vardın. Farzı misal Tanrı olduğu iddiasında birileri vardı karşında ve onların karşısında bir de senin bilincin vardı. Yediğin patatesleri ve içtiğin biraları beyninde düşünceye çevirebilen bir bedenin vardı.

İşte bu ikinci dövüş muhteşem bir şeydi. Bu dövüş sayesinde kahramanımız felsefe diye bir şeyin var olduğunun farkına vardı. Felsefenin değerini kavradığı o gün adeta ikinci doğum günüydü.

10- HUŞU

Ve bugün, kahramanımız bir deniz kenarında otururken düşündü bütün bunları. Denizin suyu muazzam ılıklıktaydı ve akşamüstünün meltemi ipek bir şal gibi okşuyordu tenini. Bunca maceradan sonra hayattan bir tane beklentisi kalmıştı sadece, huzur diliyordu gerçekleşmeyeceğini bile bile. Yani çok iyi biliyordu ki hiçbir zaman huzura eremeyecekti...

Yine de değer

dedi.

Afyonlanmış olmaktansa huzursuz bir at sineği olurum daha iyi

Ve bunun bilincinde olmanın huşusu içindeydi. Dinsizlikteki huşu ne Eyüp Sultan Camisinde kılınan sabah namazlarındaki sahte huşuya ne kalabalık bir cemaate kıldırılan bir namazdan sonra imam cübbesi hala üzerindeyken hissedilen o kibir soslu huşuya ne de ramazan ayında iftarın açılmasına 5 dakika kala sofra başında beklerkenki çakma bir fedakarlıktan beslenen huşuya benzerdi. Dinsizlikteki huşu bir kere gerçekti, samimiydi ve akıl yolu ile çaba gösterilerek ve bedel ödenerek ulaşılmış bir huşuydu. Sadece cesur insanların elde edebileceği bir erdemdi.

Kahramanımız, memleketin güzide koylarından birinde güneşin Akdeniz’in içine batışını izlerken birasından bir yudum aldı ve:

Ulan bu güneşi de hani bir balçığın içine batar bulmuşlardı… Baksana baya bildiğin suyun içine batıyor bu

dedi gülümseyerek. Demek ki Muhammed, hiçbir zaman kahramanımız gibi güneşin suya da batabildiğini görememişti. O yüzden güneşin batı denen yönün en sonunda bir yerde bir balçığa içine gömüldüğünü sanmıştı.

Yazık

dedi kahramanımız önce sadece,

sonra ise:

Ah ne yazık ki milyarlar gelip geçti bu coğrafyadan da içinde bu kadar çok çelişki barındıran şu dini eleştirebilen kişi sayısı bir elin parmaklarını geçemedi, zaten inanç özgürlüğü hususunda bu yüzden bu kadar ilkel bir durumdayız ülkece, memleketin en az yarısı ateistleri katledilmesi gereken hamam böcekleri olarak görüyor

Dinden çıkmak mekanik bir süreçtir. “Mekanik” kelimesini Türkçe kavramlarla ifade etmesi zor, kökeni Yunanca’ya dayanıyor. “Mekhane” kökü Yunanca alet anlamına geliyor. Mekanik kelimesinin soyut anlamı ise her seferinde aynı düzende çalışan sistemleri ifade ediyor. Yani dinden çıkmanın mekanik bir süreç olduğunu iddia ederken; zekası ya da eğitimi fark etmeksizin her bireyin aynı formül sayesinde kolaylıkla dinden çıkabileceğini iddia edilmiştir bu yazı ile. Evet, yukarıdaki 10 aşamayı başarı ile geçen herkes ama herkes dinden rahatlıkla çıkabilir.

İMANı olduğunu düşünen biri TAKLİT edecek ve dinle ilgili aktivitelerinde bir tür COŞKU duyacaktır. İmanın ne olduğunu Muhammed, İsa ve Musa dahil hiç bir insan da anlayamamıştır aslında. Zira bu dünyada “iman etmek” diye bir fiil mevcut değildir. Dolayısıyla iman ettiğini sanan kişi aslında iman değil de TEMENNİ ettiğini ya da DÜŞLEDİĞİNİ keşfedebilirse; bu durum onun TEMAS aşamasında bir dinsizle karşılaştığında tartışılan mesele ile alakadar olmasını sağlayacaktır. Dinsizle temas ve alaka bir araya geldiğinde eninde sonunda muhakkak varılan SORGULAMA KAPISIna bir kez ulaşan kişi bir süre bütün şüpheleri dahil ulaşabildiği tüm hakikatleri İNKAR etse de, eninde sonunda DİNSİZLİK KAPISInın yolunu bulacaktır. Dinsizlik Kapısından dışarı ancak bir üstadın elinden tutarak çıkılabilir. Bu kişi Türkiye özelinde çoğu zaman Turan Dursun’dur. Bu kapının ardı ÖFKE doludur. Kişi bu öfke ile hem dış dünyaya hem de kendi iç dünyasına DÖVÜŞ ilan eder. Bir zaman sonra tek gerçek tanrı olan bilinmezliği kavrar ve ondan sonra da tek gerçek bilgi olan bilinmezliği bilmenin verdiği HUŞU başlar. Bu huşunun kaynağı dünyadaki tek gerçek bilgiye erişmiş olmaktır.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Responses (1)

Write a response