AYIYI BURNUNDAN YAKALAMAK

Hakikat
15 min readDec 28, 2020

-DÜZENİN ÇARKINA NASIL ÇOMAK SOKULUR-

Bilmiyorum, hiç ömrünüzde ayı oynatıcısı gördünüz mü? Çocukluğum İstanbul’un varoşlarında geçtiğinden olacak ben birkaç kez gördüm. Ayı oynatıcılığının tarihi çok eskilere gidiyor. İstanbul’da Şehzade 3. Mehmet’in 1582 yılındaki sünnet düğününde de Evliya Çelebi’nin yaşadığı 17. yüzyılda da varmış ayı oynatıcıları. Yüzyıllardır süregelen bu zâlimâne eğlence türünün 90'lı yıllardan itibaren sonlanışına da çocukken sokakta ayı oynatıcısı izlemiş son kuşak olarak biz tanık olduk. 1992'den itibaren Dünya Hayvanlarını Koruma Derneği, bu faaliyetin Türkiye’de sonlanması için Devlet ile ortaklaşa bir çalışma içine girmiş. 2004 Yılında çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu ile de artık yabani bir hayvanın özgürlüğünün kısıtlanması kanun ile yasaklanmış oldu. Ayı oynatıcılığı Hindistan gibi yerlerde ise bugün bile devam ediyormuş.

1900'lerin başı İngiltere’de Ayı Oynatıcılığı

Çocukken izlediğimden hatırladığım kadarıyla, sokağın ortasında oynatıcının definden çıkan ritimle uyumsuz da olsa dansa benzer hareketler yapan ayının bu hareketleri yaparken epeyce mutlu olduğunu düşünür, hafif kıvrak dans figürlerini de bu mutluluğa bağlardım. Birçok Yeşilçam filminde de ayı oynatıcısı sahnesi vardır ve genelde “hamamda karılar nasıl bayılır göster bakalım seyircilere” repliği ile birlikte kahkahalar eşliğinde sunulur izleyiciye. Fakat koca cüsseli, muazzam güç ve agresiflikteki o vahşi hayvanı bu derece uysallaştırmanın yolunun pek vicdansızca olması gerektiğini çok sonraları akıl edebildim. Ayıyı yavruyken dağdaki ininden annesini öldürüp çalıyorlar, tabanı metal sac bir kafesin içinde aylar süren eziyetli bir terbiye etme sürecine zorluyorlardı. Kafesin tabanındaki sacın altına yaktıkları ateşle birlikte def çalmaya başlıyorlar ve ayağı yanan ayı zıpladıkça defin ritmini arttırıyorlardı. Ta ki ayı koşullu şartlanıp da, artık ayağının altında yanan bir ateş olmasa bile def sesini duyduğu yerde otomatikman zıplamaya başlayana dek. Bu eziyet belki de yıllar sürüyordu.

Dahası, nasıl ki devasa bir tırı ya da bir uçağı idare etmenin yolu ufacık bir direksiyon ise o koca hayvanı yönetmenin yolu da buruna takılmış ve hayvanın burnundaki sinir uçlarından beynine sürekli bir acı gönderen bir metal halka imiş. Üstelik insandan iki bin kat daha güçlü bir koku alma hassaslığında narin bir burundan bahsediyoruz. Oynatıcı, o küçük halkayı o küçük buruna geçirdikten sonra kendinden beş kat daha güçlü olan o koca hayvanla kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabilir; hayvanı kendine kul ve köle edebilir, hayvanın tüm arzularını ve iradesini söndürebilir, harekete geçmek için gözünü sahibinden ayırmayan, yaşamaktan usanmış ve canından bezmiş, yolunu bilse muhakkak intihar edecek bir nesneye dönüştürebilirmiş.

İnsanlık tarihinin en büyük safsatası, en büyük mantıksal yanılgısı nedenle sonucu birbirine karıştırma yanılgısıdır. Bunun en bariz örneği de dinlerin yaygınlığını dinlerin gerçekliğine delil sayma tavrıdır. Sözgelimi 82 milyonluk “mülsüman” bir ülkede yaşıyoruz; ülkede krematoryum bile yok; islam dışı bir törenle ne doğabiliyorsun ne de ölüp gömülebiliyorsun. Herkes birbirine bakıyor ve şunu söylüyor kendine:

Yahu herkes Müslüman bu ülkede, Kuran falan çok aklıma yatmıyor ama bu kadar kişi de yanılıyor olamaz ya…

Oysa şu bilginin farkında değiller; İslamın bu derece yaygın olmasının ardından “ayıyı burnundan yakalamak” benzeri mekanizmalar var. Herkes müslüman bu ülkede çünkü İslam herkesi bir tarafından yakalamış ve hiçbir harekete müsaade etmiyor. Ve en büyük alimleri dahil en büyük dayanağı buradan alırlar: Müslümanlar çok, en çok bu ülkede…

Yani ortada “islamın her yerde olması” gibi bir sonuç var ve bu islamın hakikiliğine dair herhangi bir iddianın nedeni olamaz.

Oysa İslam, yukarıda bahsettiğim üzere “ayıyı burnundan yakalamak” gibi yakalar insanı bir taraflarından. Nerelerinden yakalar peki?

1- Dilinden
2- Kulağından
3- Cinselliğinden
4- Teninden
5- İç huzurundan
6- Penisinden
7- Kızlık zarından
8- Gururundan

İşte milyonların şuuruna vaziyet eden İslamı, yüzyıllardır var eden temel mekanizmalar bunlardır.

1- İnsanı Dilinden Yakalamak: İslam Dili

İslamın, yayıldığı coğrafyalarda tutunmasını sağlayan en önemli mekanizmalardan biri dile hükmediş mekanizmasıdır. Dil düşüncenin evidir. Dilinizin sınırları dünyanızın sınırlarıdır. Dil kültürü yaratır, toplumsal kurum ve süreçlere hükmeder. Siyaseti ve ahlakı şekillendirir. Bilimin ve felsefenin sınırlarını belirler; mantığın temelini oluşturur. Dilin yarattığı kavramlar sizin düşünsel aleminize hacim verir. Kavramlar kullanılmadan ancak sanat yapılabilir ve fakat düşünce üretilemez; üretilse de tedavüle sokulamaz, başkasına bildirilemez. Sözcükler düşüncenin tuğlasıdır, çimentosudur. İslam her şeyden önce insanın o yumuşak organına, diline takar o çemberden bir pirsing benzeri metal halkasını ve zincirinden tutup sokak sokak gezdirir kendini semtinde. Gittiği her yerde İslamın cevaz verdiği bir dili kullanmasını emreder özellikle; esselamü aleykümdür girizgah; allahın selamıdır, almasan ayrı dert açar başına vermesen ayrı…

Misal, İslam Muhammed’e Muhammed dedirtmez. Ya başına “hazreti” koyacaksın ya da “peygamber efendimiz” diyeceksin. Bu kaide en cahil ve köylü müslümana bile öğretilebilmiştir. İnsanların diline ve kavramlarına hükmedersen iradelerine ve tercihlerine de hükmedersin. Dili “Hazreti Muhammed” ve “Peygamber Efendimiz” gibi kalıplara alışmış birine kavramlar aracılığıyla bırakın dini ve imanı en temel meseleleri; hukuku, siyaseti, ahlakı, bilimi sorgulatmak bile çok meşakkatli bir iştir. Yani kelime haznesinde “bangi jamping” kavramı olmayan birinin bangi jamping eğitmeni olmasını bekleyemezsiniz. Tedavülde sürekli “hayırlı cumalar” ifadesi varsa bir süre sonra sen de bir cuma tebrikçisi olursun. Neden olmayasın ki? Toplum ölünün ardından “Allah rahmet eylesin” den başka türlü bir taziye ifadesini aşırı, aykırı ve uç görüyorsa oturup bir düşünmek lazım “Ben neden bu Arapların Allahının rahmetine atıf yapmak zorundayım” diye. Belki o zaman sizin de İslam dili tarafından ele geçirilmeye başladığınızın farkına varabilirsiniz. Ki dilinden yakalananlar sizler değilsiniz, İslam kavramları dışındaki kavramlara adeta “haram” gözüyle bakanlardır. Bir evliyanın ismi geçince kendini “falanca hazretleri” demek zorunda hissedenlerdir. Halifelerin her birine; Ebubekir-i Sıddık, Osman-ı Zinnureyn vs. ayrı bir övgü sıfatı eklemek zorunda hissedenlerdir.

Türkiye; içindeki kar taneleri “Arap Kavramları” olan bir cam küredir. Türk’ün kolektif zihni; namus, iffet, tesettür, ahlak, edep, vicdan, iman vs. Arap Ulusunun milli kavramları ile işgal edilmiştir. İslam öncesi Türk kültürüne ya da İslam öncesi Anadolu kültürüne baktığınızda bu kavramları bulamazsınız. Bu kavramları dilimizde olduğu için bu kavramlara göre hayatlar yaşıyoruz. Siz karşınıza aldığınız bir Avrupalıya “namus” kavramının tam olarak ne anlama geldiğini asla anlatamazsınız zira onlarda böyle bir kavram yoktur; dolayısıyla namusa ilişkin eylemler de yoktur. Dil insanların hareketlerine işte böyle hükmeder.

2- İnsanı Kulağından Yakalamak: Ezan

İnanç dediğimiz şeyi kazıdığınızda altında sakil bir korku göreceksiniz. İnsan en çok korkudan mümin olur. Ezan, toprakta hakimiyet sembolüdür ve kafası biraz karışan için çok açık bir tehdittir. Camiye müslüman çağırmaktan ziyade “Buralar müslüman toprağıdır, ayağını denk al” anlamına gelir. Günde beş vakit ezana maruz kalan çoğu insanın dini sorgulamaya asla gücü yetmeyecektir. İçindeki şüpheler, ezan sonrası camiye yönelmiş müminlerin cami çeperine yaklaştıkça daha fazla görünür olan ve çoğalan sayısında sönecektir. Ezan sesi, ciddi bir kolektivizm duygusu oluşturur. Ezan üzerine ne düşünürseniz düşünün o ses hep tekrarlar kendini ve belli bir yaştan sonra artık ezanı duyduğunuz anda İslamın bölgedeki mutlak hakimiyetine koşullu şartlanırsınız.

Bir cuma namazı çıkışı cami avlusundan sel gibi akan yığınları görenler “şüphelerini ruhunun derinliklerine göm bu kalabalık senin kelleni bile alır, yazık olur sana” fikriyle istemsizce başladığı müşriklik macerasını istemlice sonlandırır. Bu süreçten bir çok mümin bireysel tecrübelerle geçer ancak cemaatin birlikteliği ve kolektiflik daimdir; bu nedenle müesses nizam ve onun zafer çığlığı olan ezan devam eder durur. Hem de bin yıllar boyunca. Bir ülkede ezanın kalkması demek insanların birkaç jenerasyon içinde kitlesel anlamda İslamdan uzaklaşmaya cesaret edebilmeye başlaması demektir. Ezan var oldukça bu cesaret de derinlerde gömülü olacaktır.

3- İnsanı Cinselliğinden Yakalamak: Namus

Namus kavramı bir zamanlar Anadolu’da, Yunanca’daki “nomos” sözcüğü şeklinde ve tapınaklarda orgy şölenleri düzenleyip kudurma anlamında kullanılıyormuş fakat bugün artık İslam sayesinde namusun tanımı:

Helal bir ten ile akitlenene kadar, sözde Tanrı tarafından kadının vasisi olan erkeklere bahşedilmiş, kadının tenine ve cinsel organına koruyuculuk ve kollayıcılık yapma görevidir.

Kadının cinsel arzuları erkek tarafından baskılanmalı, cinsel hareketleri erkek tarafından sınırlandırmalı ve cinsel kimliği herkesten gizlenmelidir. Kadının kendi cinsel organına hükmetme hakkı yoktur. Evlilik sonrası da bu organının koruyucusu ve kollayıcısı olma görevi kocaya verilir. Dolayısıyla İslam, cinselliğin mümkün olduğu yegane bölgeyi; kadının cinsel organını doğumdan ölüme kadar her hangi bir taarruzdan ya da kudurma eyleminden korumuş ve kollamış olur. Cinselliğin mümkün olduğu yegane bölgenin böyle bir denetime tabi olması gerek erkek gerekse kadın için “cinsellikten yakalanma” anlamı taşır. Yani nasıl ki ayı burnundan yakalanmışsa insan da işte tam bu noktada cinselliğinden yakalanmıştır. İnsan kendi cinselliğinin sınırlarını kendisi belirleyememektedir. İnsanın meşru ve gayrimeşru cinsel davranışı İslam tarafından belirlenmektedir.

Sahih hadislerde erkeğin kaburgasından yaratıldığı iddia edilen kadın, bugün halen daha adeta erkeğin bir uzvudur ve erkek diğer erkekleri bu uzuvdan uzak tutmak için çırpınıp durmaktadır. İşte bu çırpınmanın ardındaki motivasyondur namus kavramı. Bu sürecin doğal sonucu, kadının bireyleşememesidir; erkek gibi güçlü bir kişilik oluşturamamasıdır. Kaburga kemiği ya da cinsel anlamda korunmaya ihtiyaç duyan bir uzuv gibi kalmak kadınları erkeklerden bile daha fazla dindar yapar. Ve çocukları kadınları büyütür. Çocukları kadınlar dindar büyütür. Ve böylece İslam her nesilde kendini yenilenmiş bulur; hiçbir nesil İslamı topluca sorgulama teşebbüsüne girişemez. Bu çark, namus kavramı sayesinde, yüzyıllardır aynı tempoda dönmektedir. İşte bu yüzden etrafınızda bu kadar çok müslüman görmektesiniz. Namus İslamı zaman ekseninde bugüne taşıyan ve yayıldığı coğrafyalardan silinmesini engelleyen temel mekanizmalardan biridir. Bu mekanizmayı gevşettiğiniz anda (gevşetebilirseniz) ortada İslam diye bir şeyin kalmadığını göreceksiniz.

4- Kadını Teninden Yakalamak: Tesettür

Kapalı kadınların — azınlık bir ergen kesimi saymazsak— neredeyse tamamı tesettürü gönüllü uygularlar. Buradaki “gönüllülüğün kişisel tarihi ve gönüllülükteki iradenin gelişimi” incelenebilir elbette ama birçoğu, özellikle ergenlik sorası hala tesettürlülerse örtülerini çok severler ve öldürseniz çıkarmazlar başlarından. Örtüyü bir kimlik öğesi haline getirmişlerdir; örtü adeta bedenin bir parçası olmuştur. Hatta kadınların yine neredeyse tamamı tesettüre öylesine alışırlar ki olgunlaşıp da belli bir yaşı aştıktan sonra bu örtüyü çıkarmaları neredeyse imkansızdır; kendilerini adeta çıplak gibi hissederler tesettürleri olmadan. Yani başörtüsünü kimlik bağlamında düşünmezseniz 1990'lı yıllardaki devletin düştüğü hataya siz de düşersiniz, zaten Türkiye’nin bir zamanlar önde gelen sorunlarından olan başörtüsünün tek başına Türkiye siyasetinde nasıl devasa bir etki bıraktığına hep beraber şahit olduk son 20 yılda. Tesettürden hoşlanmıyorsanız, tesettürlülük oranları devletin tepeden inme kararları ile düşürülemez; tabana farklı mekanizmalarla ulaşıp birkaç jenerasyon bekleyebilirsiniz en fazla. Nedir bu mekanizmalar: medya, müzik, sinema vb. aygıtlar aracılığı ile “ideal genç kız” ve “ideal kadın” gibi tesettürden uzak imajları çocukluktan itibaren insanların zihnine yerleştirip ergenliklerinde tesettüre kendi iradeleri ile itiraz etmelerini beklemek buna bir örnek olarak verilebilir.

Tüm bunlar bir kenara, İslamı var eden mekanizmalar bağlamında biraz olsun etraflıca düşünülürse tesettürün özünde bir tür zincir ya da pranga olduğu görülecektir. Üstelik bu zincir kadına vurulmuştur ve bir ucu da erkeğin elindedir. Eğer kadının iradesini tesettürsüz bir hayatı tasavvur edecek şekilde inşa etmesine müsaade edilirse ve tesettürlü olma kararı çocukluktan itibaren kadının özgür iradesine bırakılırsa yani tesettür takma/ma hürriyeti her türlü kültürel etkiden ve kolektif bilinçdışından arınmış biçimde serbestleşirse; kadınların git gide tesettürden ve böylece de İslamdan uzaklaştıklarını göreceksiniz. Kadının uzaklaşması, onun yetiştireceği çocuğun daha fazla uzaklaşması demektir. İnsanın varoluşu, benliği ve cesareti; güzelliğine duyulan beğeniden ve tenine duyulan arzudan beslenir. Varoluşu güçlü, benliğini büyütmüş ve cesareti yüksek olan insan, iradesini ve istencini kendiliği ile idare etmek isteyecektir. Oysa İslam, iradeyi ve istenci bizzat islamın kaideleri idare edecektir der. İşte bu noktadan doğacak iradeler arası çatışma İslamın zayıflamasına neden olacaktır. İslam, bugün vardır, güçlüdür ve yaygındır zira İslam tarih boyunca insanı hep -tıpkı ayının burnundan yakalanması gibi- teninden yakalamıştır. Tesettür bu mekanizmanın birincil ve en güçlü aygıtıdır. Teninin arzulanması tesettür aracılığı ile yok edilen kadının varoluşu, benliği ve cesareti artık hiçbir yerden beslenemez. Yaşama coşkusu ve sevinci azalır. Yaşama coşkusu (budünyacılığı) azaldıkça ötedünyacılığı (inançsal nihilizmi) artar insanın.

Tesettürün namus kavramı ile harmanlanması da yaygın bir fenomendir. Birçok muhafazakar ailede bir kız çocuğu büyürken başörtüsünü takmayı biraz geciktiriyorsa devreye hane horantasının erkekleri girer. Kızdır, bacıdır, namustur en nihayetinde. Hele şöyle 15 yaşına kadar falan takmazsa mahallenin delikanlıları uzun kumral parlak saçından tahrik olurlar filan. Acilen takmalıdır. Zaten muhafazakar mahallelerde ciddi bir mahalle baskısı da vardır bu yönde. Tesettürlüler bacıdır ama tesettüre tenezzül etmeyenler çok da bacı değildir. Bu elbette Türkiye’nin belirli bir orandaki katı dindar kesimi için geçerli bir kurgudur. Diğer başörtülüler ise bir gelenek olarak sürdürürler. Ama başörtüsü ile namus kavramları genelde bir aradadır, muhafazakar kesimlerin zihinlerinde ise her daim birbirine yakın dururlar.

5- İnsanı İç Huzurundan Yakalamak: Cehennem Tehdidi

Kudüs’teki “Ge- Hinnom”. İbranice’de Ge-Hinnom= Hinnom Vadisi. Üçbin yıl önce falan ölüleri bu vadinin içine atarlarmış. Arapça’daki “Cehennem” lafzının kökeni bu vadinin adı olan “Ge-Hinnom”dur.

Eğer Türkiye’de, ahiret kavramını saçma bulan sıradan bir ateistseniz en fazla karşılaşacağınız soru şudur:

-Öldükten sonra ne olacağını düşünüyorsun?

-Coşku içinde yok olacağım. Zira seksen yıllık ömrün bile %90'ı can sıkıntısı ile geçiyorken; sonsuza kadar var olmanın esas cehennem olduğunu düşünüyorum. Velev ki ırmaklı, saraylı, bahçeli, hurili, gılmanlı bir cennette yaşayayım.

Şeklinde cevap verince genelde pek sürdürmüyorlar meraklarını. Ama yine de bu sorunun bu kadar yaygın biçimde sorulmasının ardında şu hakikatin yattığını düşünüyorum: bu insanların iç huzuru cehennem tehdidi ile katlediliyor. Cehennemden öylesine korkuyorlar ki karşılarında bir ateist görmeye bile dayanamıyorlar. Keza ben de müminken dayanamazdım buna. Bilincime aşırı bir baskı uygulardı.

Elbette özellikle İslam fanusunda yetişmiş ötedünyacılar için bir ötedünyanın var olmadığını düşünmek neredeyse imkansızdır. Fakat bugün dahi milyarlarca Budist için, her insana özel ve müstakil kalıcı bir ruhun var olduğuna dair bir tasavvur yok. Ölünce bu dünyayı aşkın başka bir dünyaya: ötedünyaya gidecek miyim? Ve o ötedünyada cehenneme mi gideceğim cennete mi? Böyle sorulara cevap verme ihtiyacı hiç olmamış adamların. “Bunlardan beri” bir zihinle yaşıyorlar. Zaten Hristiyanlık ve Yahudilik de dahil olmak üzere hiçbir din İslam kadar ötedünyacı değildir. Yahudiler’in cennet/cehennem kavramları Tevrat sonrası süreçte Talmud ile oluşmuştur. Talmud’daki cehenneme dair en erken tasvir M.Ö. 6. yüzyıla aittir. Cennet-cehennem ikiliğine dair ise M.S. 1. yüzyılda girmiştir Yahudi külliyatına. Hristiyan inancına göre cennet tasviri ise oldukça yavandır: beyaz elbiselerden, beyaz atlardan, İsa’yı görmekten ve ona tapınmaktan, değerli taşlardan, inciden kapılar ve som altından yollardan, Tanrının ışığından ve sonsuz bir hayattan bahseder. Cehennem tasviri daha zayıftır.

Oysa islam öyle mi? Hurisinden, köşküne, fışkıran pınarlarına ve hurma, üzüm, sarhoşluk verici şarabından zeytin-nar-incir-kiraz vs. ağacına ve gılmanından vildanına kadar cennetin nimetlerine, iklimine ve bitki örtüsüne dair bir çok detay verilir; keza cehennemi tasvir eden onlarca ayet vardır Kuran’da cehennem şu ifadelerle tarif edilir:

İnsanların derileri ateşle kavruldukça azabı iyice tatsınlar diye yeni deri ile değiştirilmesi (Nisa/56), ateş ehli insanların sonsuza dek orada kalacağı (Araf/36), cehennemdeki alevden yatak ve ateşten yorgan (Araf/41), zekatı verilmemiş altın ve gümüşlerin ateşte kızdırılması ile insanların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının bunlarla dağlanması (Tevbe/34), cehennemde içecekleri irinli su (İbrahim/16), cehennemin yedi farklı kapısı olduğu (Hicr/44) ve kapıların insanların üzerine kapatılacağı (Hümeze/8), inanmayanların cehennem odunu olduğu (Enbiya/98), insanların cehennemde çekecekleri nefes darlığı (Enbiya/100), kafirlere biçilecek ateşten elbiseler (Hac/19), cehennemden çıkmaya kalkanların tekrar cehennemin içine düşeceği (Hac/22) , cehennemdeki zakkum ağacı (Saffat/62), zakkum ağacının meyvelerinin şeklinin şeytan kafası gibi olduğu (Saffat/65), zakkum meyvesi sonrası kaynar bir karışım içecekleri (Saffat/67), sonra cehennem ateşine dönüşecekleri (Saffat/68), boyunlarına takılacak tasma ve zincir (Mümin/71), içine sokulacakları kaynar su Mümin/72), yedikleri zakkum ağacı meyvesinin midelerine inip orada erimiş maden gibi kaynaması (Duhan/45), insanın cehennemin orta yerinde sürüklenmesi (Duhan/47), başından aşağı kaynar su dökülmesi (Duhan/48), kavuran ateş ve kaynayan su ile yakılması (Vakıa/42), gölgeler ve dumanlar (Vakıa/43), cehennem ateşinin öfkeden çatlayacak gibi olması ve zebanilerin dile gelip cehennemlikleri azarlaması (Mülk/8), boyunlarına zincir geçirilmesi ve ellerine kelepçeler vurulması (İnsan/4), insanların cehennemdeki son derece kaynar bir çeşmeden su içmesi (Ğaşiye/5), pis kokan ve zehirli bir dikenden (dâri dikeni) başka yiyecek bulunmaması (Ğaşiye/6), insanların kemiklerini kıran bir cehenneme atılması (Hümeze/4), uzun direklere bağlanarak azap görecekleri (Hümeze/9).

Bu tarifler camilerde erkeklere ve mukabelelerde de kadınlara defaatle ve hususiyetle anlatılır. Cehennemin bu denli dehşetli tasvir edilmesi müslümanların zihninde inanılmaz büyüklükte bir cehennem korkusu oluşturur. Bu korku insanın iç huzurunu yok eder; mutasavvıflar, muhaddisler ve modernistler tersini iddia etse de İslamda, bu dünyayı yaşamak neredeyse yasaklanmıştır. Bu fani ve kısacık dünya yalandır ve esas olan, sonsuz olan ötedünyadır. İşte bu iddia ile cehennem tehdidi insanın hem bilincini hem de bilinçdışını esir alır. İslam, insanı iç huzurundan yakalar tıpkı ayının burnundan yakalanması gibi. Yakalar ve insanı dilediği yöne doğru sürer. Bu yakalama ile İslam, bugüne kadar her nesilde varlığını korumayı başarmıştır.

6- Erkeği Penisinden Yakalamak: Penis Sünneti

Çocukken kesilmiş sünnet dersini geri kazanmak için icat edilmiş basit bir alet: Foreskin Restoration Tugging Device. Özellikle batıda yaşayan Müslüman genç erkeklerde yaygın bir takıntı: Tıpkı vücut geliştirme gibi, bu aleti kullanarak penis derisini günlük düzenli aralıklarla esnetmek suretiyle çocukken kendilerine sorulmadan kesilmiş deriyi bir kaç yıl içinde geri kazanabiliyorlar.

İslamdaki penis sünneti, Müslüman bir erkeğin hayatı boyunca yaşayabileceği en büyük travmalardan biridir. “Keserim çükünü haa” tehdidinin vücut bulmuş halidir. Din, bu ritüel ile erkeğin en mahrem yerine kadar girer ve girmekle de kalmaz o bölgeyi kesmek suretiyle yaralar; kan döker. Erkek dinin gücü karşısında büyük bir travma yaşar, vücudunun en korunaklı parçasını ele geçiren din karşısında büyük bir korku kaplar bünyesini ve böylece dinin otoritesine girer. Penis sünneti erkeğin cesaretinden bir şeyleri götürür. Bu süreç nesilden nesle devam eder.

Bu noktada, saydığım mekanizmaların dinler tarafından akıl ve mantık kullanılarak bilinçli bir şekilde bin yıllar önce, başlangıç anında yaratıldığını düşünmek yanlış olacaktır. Dini uyduranlar “hmm penis sünneti geleneği çıkarayım da erkeği penisinden zincire vurup bin yıllar boyunca hükmüm sürsün” diye bir mantık kurmadılar. Penis sünneti ilk çıktığında muhtemelen bir tür “en verme” hadisesiydi. Nedir en verme? İşaretlemedir. Köyde kendi koyunlarının kulağını bir miktar: üçgen, iki çizgi, tek çizgi vb. şekilde kesersin; o şekil senin ailenin enidir. Koyuna en vermiş olursun ve bu sayede hangi koyunun senin olduğunu kulağına bakınca anlarsın. Penisine en verilen ilk Antik Mısırlı bebekler de hangi kavimden olduklarını ömür boyu unutmadılar. Daha sonra bu adet Hicazlılara geçti ve oradan da İslama geçti ve erkeğin benliğinde açtığı hasar ile İslamı yüzyıllardır ayakta tutan mekanizmalardan birine dönüştü. Yahudilerde de mevcut hala.

Penis sünnetinin çok ciddi zararları olduğuna dair iddialar var; bu iddialar basit kişilerden de gelmiyor. Haydar Dümen de şiddetle karşı çıkıyor sünnete, Amerikan Sünnete Karşı Doktorlar Birliği de. Bazı doktorlar bireysel olarak fikirlerini öne sürebilirler ancak dünya üzerinde, sünneti tavsiye eden bir tane bile tıbbi örgütlenmenin var olmadığını söylüyor George Denniston. Sünnetin faydalı olduğuna dair iddiaların temelinde ise bir tek konu var: sünnetlilere aids bulaşma ihtimali daha düşükmüş. Sadece bu mesele ile ilgili binlerce de makale yayımlamışlar. Bir tane fayda diğer bin zararı telafi etmiyor. Penis başı derisinin bir çok işlevi var, kesilip atılacak bir şey değil o. Ortada rastgele bir fayda var diye diğer asli işlevleri kaybetmeyi kabullenmek ne kadar doğru? Hem de her noktasından hata fışkıran bir kitaba duyulan bir “inanç” uğruna.

7- Kadını Kızlık Zarından Yakalamak: Bekaret

Kızlık Zarı, Türkiye’de halen en büyük meselelerden biridir. Türkiye’deki erkekler ezici oranda bekaret saplantısına sahiptirler. Türkiye’deki kadınların büyük çoğunluğu evlenene kadar bakire kalmak zorunda hissederler kendilerini. Bekaret meselesi elbette sadece İslam’a ya da Türklere has bir mesele değildir. Hindistan’da ya da Çin’de de Türkiye kadar olmasa da, bekaret büyük bir meseledir.

Evlilik Öncesi Seksin Kabul Edilebilirliğine Dair Araştırma — (Maviler: Ahlaki bir sorun değil Lacivertler: Kabul edilebilirdir Griler: Kabul edilemez)

Yalnız, bu araştırma evlilik öncesi seksin kabul edilebilirliğine dair bir araştırmadır. Yani gerçekten yapılıp yapılmadığını göstermiyor. Buna bakarak “Çin’de ya da Hindistan’da çoğunluk evlilik öncesi seks yapmıyor” sanmayın. Onun da araştırmaları var, özellikle Çin’de çoğunluk evlilik öncesi seks yapıyor. Yani evlilik öncesi seksi yanlış buluyorlar ama yine de yapıyorlar.

Dünyada birçok kültür kadın üzerindeki iktidarını daim kılmak için kadını kızlık zarından yakalar. Buradaki iktidar çok karmaşık sosyal ilişkiler üzerinden yaratılmıştır. Ama diğerlerine nazaran İslam kadını kızlık zarından daha bir sert yakalar. Zira İslamın farkı; kızlık zarı ile namus kavramını harmanlamasıdır. Kızlık zarı ile namusun bir araya gelmesi; agrega ile çimentonun bir araya gelip de betonu oluşturması gibidir. Beton gibi çözünmez bir sorun çıkar ortaya. Deli çağlarında tensel hazlarını tecrübe eden kimi kadınlar; evlendikleri gece vulvalarından akıp da çarşafa bulaşacak kanı gözleyen damatlar bulur yataklarında. Kimi damatlar vardır o kanı göremediği için bir ömür huzursuz yaşar. Adına “bozma” denen o tecrübeyi tadamamanın yanı sıra bir de “namus” davası girmiştir işin içine. “Namusum namussuz çıktı” fikri kemirir beynini. Bir müslüman erkek İslamdan belli bir oranda sıyrılmadan, “namus” denen şeyin Bedevinin Çöl Töresi olduğunun idrakine varmadan bu saplantıyı zihninden çıkaramaz.

Bekaret+Namus birleşiminin toplumun şah damarında dolaştığının bilincinde olan kadın ise; muhtaç olduğu toplumdan dışlanmamak için daha bir sıkı sarılır imanına. İşte düzenek budur, bu mekanizma var eder İslamı nesilden nesle.

8- Erkeği Gururundan Yakalamak: Gavatlık Baskısı

Google’da “Gavat mıyız” aramasının bazı sonuçları

Gavat aslen Arapça bir sözcüktür; pezevenk anlamına gelir. Biz “pezevenk” sözcüğünün Ermeniceden aldığımızdan olacak gavat’a halk arasında daha üst seviye bir mana vermişiz: karısını kızını satan kişi.

Gavat sözcüğü son bir kaç on yıldaki muhafazakar-laik gençler arasındaki siyasal kutuplaşma ile bir anlam kayması daha yaşamıştır. Dindar muhafazakar kesimlerden birileri “gavat”ı seküler erkekleri tanımlamak için kullanırlar; yukarıdaki ekran görüntüsü bunun bir numunesidir. Bu kelime ile karşı tarafta ciddi bir psikolojik baskı oluşturacaklarını hesap etmişlerdir. Düşünmeyi bu çıkarımda kesmeyip biraz daha ilerletirsek, aslında karşı tarafta oluşturmaya çabaladıkları baskının kendi üzerlerinde olduğunu da fark edebiliriz.Gavatlık korkusu bunlar için derin bir korkudur. Modernitenin kaçnılmaz bir sonucu olarak dinlerine karşı mütemadiyen şüpheyle boğuşan bu müminlerin zihninde şu yankılanır: “inanmayalım da bunlar gibi namussuz ,gavat, godoş mu olalım… en iyisi inanmaya devam edip namuslu kalmak”. Yani gavatlık baskısı bu ademleri gururlarından yakalamıştır.

Sen seküler bir müslüman erkek olabilirsin ama İslam ortaya çıktığından beri, senin yaşadığın asrın dışında “seküler müslümanlar” diye bir güruh hiç var olmadı bu dünyada. Ve onlar, yüzyıllar boyunca gavatlık baskısını ciğerlerinde hissettiler. Erkeği gururundan yakalar bu iman; tıpkı ayıyı burnundan yakalamak gibi. Mekanizma budur; bu sayede gelmiştir bugüne kadar bu Bedevi Töresinden çıkma kurulu düzen.

9- Kadını Gururundan Yakalamak: Orospuluk Baskısı

15 Yaşında İmam Hatipli bir kızın internette bulduğum mektubu

Örtülmemiş saç, tesettürsüzlük, göbek, kol ve bacakların görünmesi halen bir kesimce “orospuluk” olarak değerlendirilir bu ülkede. Ukraynalı bir flörtüm vardı bir zamanlar. Daha önce başka bir Türk erkeğinden öğrenmiş olacak “orospu” kavramının Türkçesini ki bana şu soruyu sormuştu:

Siz Türk erkekleri bütün Ukraynalı kızları orospu olarak görüyormuşsunuz, doğru mu?

Sadece kendi dar seküler çevrenizi baz alarak değerlendirmeyin. Köylerde samanlıklarda ne marjinallikler döndüğü; kimin kimin “kaynına kaydığı” vs. hikayeler de gerçektir elbette. Ancak Kadınların üzerindeki “orospuluk baskısı” diye bir hakikat de var bu ülkede ve kadını gururundan yakalayan, kadınları imana bağlayan mekanizmalardan biridir bu da.

***

İşte 9 mekanizma bunlardır; belki başka mekanizmalar da sayılabilir. Bu mekanizmalar işledikçe İslamın kurduğu düzen devam eder. Bu mekanizmaların çarklarına çomaklar sokulmadan ne düzen değişir ne de düzülen.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

Responses (1)

Write a response

Bu devirde LA Turk konsoloslugu defalarca hristiyan oldugumu soyledigim halde yeni cikarttigim kimlik belgesinin din kismina hristiyan yazmayi hatta bos birakmayi kabul etmedi. Ankaradan onay almak gerekiyormus musluman olmadiginizi kimlikte belirtmek icin

--