
Anadolu’nun batı ucundan çıkıp güneşin doğduğu yere doğru yeterince gidiyorsun. Önce asfalt yoldan sağa sapıyor araba, artık tekerler daha topraksı bir yola emanet. Az önce geride bıraktığın ilçenin merkezindekilerden farksız ve aralarında boşluklar olan evlerle bezeli kenarın kenarında bir mahalle. İçinden geçip gitmesi olsun olsun on beş saniye. Bitti. Yan tarafta bir kaç büyük üzüm bağı. Hiçbirinin yemişleri şarap olmayacak; bir Arap başka Araplara 14 yüzyıl önce alkolü yasaklamış çünkü. Neyse ki pekmezi de eşsiz lezzette oluyor. Bir kaç it havlaması, geceye çalan akşam havası ve şimdi uçsuz bucaksız bozkır, dört tarafta irili ufaklı tepeler…
Düzde kalan her yer göz alabildiğine buğday tarlası, daha düz olanları harman yeri, tepelerin zirveleri kel. Anadolu’nun orta yeri, yazıya dökülmüş haliyle Cengiz Aytmatov’un romanlarında anlattığı Kazak bozkırlarından çok az farkı var. Taksi dediğin, 77 model toros araba, yol git gide daha da topraklaşıyor. Zaten en baştan dardı, daha da daralıyor. Rampa yukarı çıkarken kornaya basma zorunluluğu hissi uyandırıyor insanda. Korna sesi izbe bozkırda kimseyi rahatsız etmeden yokluğa kavuşuyor. Kim bilir hangi ordular ezdi geçti bu yaban otları binlerce yıldır? Yarım saat sonra son bir viraj daha ihtiyatla dönülüyor. İşte karşıda … Gitmesem de görmesem de orada öylece duran köyüm. Tenime buğdayı, gözlerime toprağı verdi rengini. Ortasında sadece köyü sel bastığında içinden su akan kuru bir dere yatağı. Daha doğrusu o derede bir miktar su olunca “köyü sel bastı” deniyor.
Köyün ön tarafı tepe; arkası daha büyük bir tepe. Büyük tepenin başında bir meşe palamutu, dalında renk renk çaputlar… Öyle yapmacık değil ha, gayet doğal. Eskimiş şalvar, basma, ceket, çar, yazma kumaşından ve hatta market poşetlerinden parçalar bağlı. Köyün dilek ağacı, dibinde yatır… Çocukken bağladığım çaputları hala saklıyordur, sıkı bağlamıştım. Ve dedem, ağam, köküm… Dedesi öldüğü zaman bir yüzyılın daha geride kaldığını algılıyor insan. O asfalt yoldan o köy yoluna ve oradan son virajı dönüp köye geldiğinde kapıyı açınca içeride kimse yok artık, sanki tarih artık son bulmuş da her gelen yeni yıl daha da soysuzlaşıyormuş gibi. Sabah bitince, cenaze namazı kılınacak. Dedemin ölümündeki acıyı içinde yaşamaya mecbur olduğum imanlı toplum haraç mezat parsellemiş, o acıyı en içten en mağrur ve en korkusuz halimle hissetmeme müsaade etmiyorlar; belki de korkuyorlar ben gibilerden… Ve hatta muhakkak korkuyorlardır. Zira kim olursan ol bir müslüman öldüğü zaman onu son yolculuğuna uğurlamak istiyorsan önce inanmadığın Allah’ın inanmadığın kıblesine yöneltip İmam-ı Azam ve bilumum diğer mezhep imamlarının tarif ettiği fıkıh usulünce bir cenaze töreni yapılmasını bekliyorlar.
En önde imam var, saflar halinde dikilmiş herkes. Onun yönlendirmesi ile Arap peygamberinin Tanrısına; bebeklikten henüz çıkmış ve hala süt isteyen bir çocuğun anasına yalvardığı gibi yakarıyorlar. Daha sonra mefta gömülüp mezarlık yerindeki bitmeyen dua seremonisi başlıyor. Bir Yasin, bir Fatiha ve İhlas sureleri.. Arkasından Arabın Tanrısına Arabın orijinal dilinde hamd-ü senalarla başlayıp ortalarında bir yerinde Türkçe’ye dönen arabesk bir dua… Bir türlü bitmek bilmiyor. Duanın dili bir dilencinin diline benziyor, insanı insanlıktan çıkaran bir yakarış. Yer yer fantastik edebiyata ve Antik Yunan tragedyasına taş çıkaracak ifadeler…
“Ya Rabbii okuduğumuz Yasin-i Şerif’i meftanın ruhuna hediye eyledik kabul eyle… İsimleri unutulmuş, mezarları kaybolmuş, nesilleri tükenmiş “yok mu bize bir fatiha gönderen” diye sana yakaran cümle ölülerimizin ruhları içün….”
Ortada bir cenaze olduğu gün sanki memleketin dili bütünüyle Arapçaya dönmüş gibi olur:
— Selamun aleyküm
— Aleyküm selam
— Allah rahmet eylesin
— Allah mekanını cennet eylesin
— Allah taksiratını afveylesin
—İnşallah
— Maşallah
— Allah izin verirse
— Allah kısmet ederse
Ölmüş dedemin cansız gövdesi sayesinde bir an için ölümle yüzleşip korkularından dehşete kapılıyorlar ve onları sonsuz bir azap ile tehdit eden Allahlarının gözüne girmeye çabalıyor her biri… Bunlara anam, babam ve yedi göbek akrabam dahil. Hafızaları ve şuurları normal vakitte çok fazla hatırlayamadıkları Tanrıları konusunda zirve yaptı bugün. Cenaze namazında dedeme haklarını helal ettiler, onlar öldüğünde de başkaları gelecek ve haklarını helal edecek. Böylece sonsuz alemdeki “sonsuz çıkar” için önemli bir yatırım yapmış oldular. Aslında bugün bir bakıma kârda hepsi.
Ölümdeki hüznün en kral istismarı cenazeden bir kaç gün sonra yapılan mevlüt sırasında olur. Mevlit alanına girerken daha Arap topraklarına ulaşmış gibi olurusunuz. Normal hayatımda bana “selamün aleyküm” diyen adama inadına “merhaba” diye karşılık veririm. Evet “merhaba” da Arapça bir kelime ancak ben ve benim gibilerin derdi Türkçe’deki Arapça değil, Türkçe’deki İslamdır. Cenaze günü ise “merhaba” diye girilmez, o bölgede selamlaşmanın “selamün aleyküm” şeklinde olması adeta farzdır.
“Hepimizin sonu orası, Allah günahlarımızı affetsin”
Muhabbetleri eder yaşlılar. O gün dil Arapça’ya döner. En Seküler lafız “toprağı bol olsun” ve “nur içinde yatsın”dır. Köylerde bir tane bile “ışıklar içinde uyusun” diyen duyamazsınız. Mevlit alanında pideler yenir ve ayranlar içilir. Benim aklıma ise cenaze pidesi yediğim sıra Dostoyevski’nin Suç ve Cezasında ölen kocası Marmeladov için yas yemeği veren Katerina İvanovna gelir. Burada sadece pide ve ayran var; Marmeladov’unkinde ise kötü ve ucuz markaların ürünleri olsa da herkese yetecek kadar şarap, votka, rom ve porto ile 4 çeşit de yemek vardı. Albay kızı Gaspaja Katerina İvanovna Marmeledov edebiyat tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biridir.
Hoca başlar okumaya, dinsizlik ile şereflendiğimden beri bu tür primitif seremonilerden hep kaçınmışımdır. Ancak bu kez ölen 2. göbekten yakınım. Ve orada olmalıyım. Normal vakitte çevremdekilerin bir çoğunun beynine “fitne tohumu” aşılarım, naçizane bir çok kişiyi Tanrısından ya da dininden hiç olmadı mezhebinden etmişliğim vardır. Ancak cenaze sürecinde kalkıp da ahali ile teolojik tartışmalara girecek halim yok. Zaten canım yanıyor. Duydukça beni ifrit eden Arapça lafızların içinde dedeme olan sevgimden bu zulme katlanıyor ve ses etmeksizin sürüye uygun davranıyorum. Ve yine Arap ayetleri okuyor hoca; Yasin, Tebareke, Amme. Vakti zamanında pirelerden küçükken yaz tatili kuran kursunun en parlak talebesi olarak tıpkı kurandaki otuzuncu cüz gibi bu üçünü de baştan sona ezberlemiştim. Hoca okuyor, 6 sayfa Yasin bir türlü bitmiyor… Yapacak bir şey yok, içimden takip ediyorum acaba hala ezberimde mi? “Yaasiin. Vel gur eenil hakiim. İnnneke leminel mürseliin…”
Evi arabayı satıp eldeki nakdin tümüyle bahse bile girerim ki şu an şurada dinleyenlerden hiç biri Yasin suresinin hiçbir ayetinin anlamını bilmiyor ve hatta ömür boyu binlerce kez dinlemek mecburiyetinde kaldığı bu surenin anlamını hiç merak da etmediler. Örneğin surenin bir bölümünde tarihin bazı dönemlerinde güya tanrısının gönderdiği elçiye inanmayanları nasıl helak ettiğini böbürlenerek anlatıyor Arapoğlu. Sanki insan “ben Tanrının gönderdiği elçiyim” diyen herkese inanmak zorundaymış gibi. Yani `bir Tanrının bir kavme bir elçi göndermesi` olayının kendisi baştan sona saçmalık ancak diyelim ki gerçek bir Tanrı var ve gerçekten bir kavme bir elçi gönderme ihtiyacı duydu… Ve insanlar bu elçinin gerçekten tanrının elçisi olduğuna inanmıyorlar. Tanrı’nın neden zoruna gidiyor bu? tanrı neden bu insanlara kin duyuyor? bakın ne diyor cenazede ve mevlitte okunan Yasin suresinde:


Tamam da aziz dostum neden sinirleniyorsun, kinleniyorsun, nefret ediyorsun? Neden resul gönderiyorsun? Neden nesilleri ve kavimleri helak ediyorsun? Ne bu şiddet bu celal? Neden iki medeni insan gibi konuşamıyoruz seninle? Oysa olaya tamamen tarafsız bir biçimde baktığınız zaman ayetlerin anlamı şudur:
Arapoğlu bir din uydurmuştur, Arapoğlunun dinine inanan kişi aynı zamanda Arapoğluna da inanmış olacaktır, bu sayede Arapoğlu bir dünya menfaat elde etmiş olacaktır. Bu nedenle Arapoğlu yazdığı kitap ile inanmayanların nasıl helak olduğunu ballandıra ballandıra anlatır ki herkes korksun ve Arapoğluna ölümüne inansın.
Her neyse, mevlit devam eder, Yasin biter ve ardından Tebareke ve Amme sureleri okunur… Tebareke suresinde “göğü kandillerle donattık” ifadesi geçiyor. Orta çağda “4 boyutlu uzay algısı” olmadığı için bilimin en üst düzey otoriteleri bile evreni “yerler ve gökler” şeklinde tanımlardı. Mülk suresi de işte orta çağdaki o sınırlı ve bugün çoktan yanlışlanmış olan antik bilimsel bilgiyi evrensel ve ebedi hakikat kabul etmiş. Bugün bu Sure Kuran’ın bilimsel olarak hatalı bir kitap olduğunun, insan yapısı olduğunun ispatlarından biridir. Tabi cenazede ölüm gerçeği ile kafası karışan vatandaş için mülk suresinin neyi anlattığının bir kıymeti yok. O kederli bir biçimde geçen zamanın bedeninde ve yüreğinde yarattığı tahribatı düşünürken iyi kötü bir tınısı olan Arap dilinde şiirlerin otantik ezgisi ruhunu okşuyor. Bu ezgiyi dinleyerek bile tanrısının gözüne girdiğini, onu diğer büyük günahkarlar gibi, mesela Ebu Cehil gibi, cezalandırmayacağını ve lanetlemeyeceğini hayal ediyor. Ölümün, ölen kişinin nereye gittiği düşüncesinin şuurunda yarattığı dehşeti unutturuyor bu ağıtvari melodi.
Arkasından bir ilahi patlatıyor hacının yanında getirdiği ufak çırağı… Konseptimiz bildiğiniz üzre bizzat “ölüm”:
Arştan mı uçtun, kevser mi içtin
Sırat mı geçtin a gönlüm niye gülersin?
Burada gülersin, orada ağlarsın
Karanlık kabir a gönlüm niye gülersin?
Bu dünya yalan, sözüme inan
Sonucu viran a gönlüm niye gülersin?
Ve sonrasında Süleyman Çelebi’nin meşhur mevlid kasidesi okunuyor:
Allah adın zikredelim evvela,
Vacib oldu cümle işte her kula. …
Şahsi fikrim ölen bir insanı hiçliğin bilinmezliğine 300 promilin altında bir alkol oranı ile uğurlamak çok sağlıksız. Yani Suç ve Ceza’daki Marmeldov’un yemeği ile bizim mevlidi karşılaştırdığım zaman gerek Arap ayetlerinin ağıtvari havası, gerek üzerine okunan ölüm ve nihilizm temalı ilahi ve gerekse en son Süleyman Çelebi’nin yanık mevlit kasidesi… Aslında bunların tümü alkolden daha beter uyuşturucular. Üçlü kombo şeklinde bunların tümünü birden bünyeye kabul ettiğin anda zaten sarhoştan beter oluyorsun. Bir çok insanı cenazede, bu orta doğu kökenli ezgilerin kulak zarına yaptığı basınç ağlatıyor. Oysa, bu gelenekselleşmiş hareketlerin hiç biri iyi bir hristiyanın yaptığı gibi ölünün ardından bir kadeh şarap içmek kadar samimi değil.
Ancak elbette Hristiyanlık da çok beslenir ölümdeki hüznün istismarından. Bu durumun iyi bir örneği denebilecek Pergolesi’nin Stabat Mater’ini ilk dinlediğimde; bunun aslında bir kilise ilahisi olduğundan haberdar değildim.
Stabat Mater’in bu versiyonu bir şaheserdir, bu dünyada sadece 26 sene yaşayabilen Giovanni Battista Pergolesi’nin 20'li yaşlarında böyle bir eseri nasıl yaratmış olabileceği sorusu ile ilgilenmek benim idrak seviyemin çok ötesinde. Ancak yarattığı sanat eseri İsa’nın çarmıha gerildiği yerde Ağlayan Meryemi anlatan güftesi ile birlikte dinlendiğinde hüzne boğar insanı:
Kederli anne oğlunun çarmıha gerildiği yerde
Dikildi ve ağlıyor şefkatli, kederli anne
Bir kılıç darbesi ile ağlayan ruhu ikiye bölündü …

15. Yüzyılın ünlü ressamlarından Van Der Weyden’in “Çarmıhtan İndiriliş” [ (descent from the cross) adlı tablosunda ölü İsa’nın bedeni Aramatyalı Yusuf tarafından tutuluyor, yine oğlunun ölümü karşısında ayakta durmakta zorluk çeken Bakire Meryem’i tutmaya çalışan kırmızı elbiseli adam ise Hristiyanlara göre vaftizci bir aziz, Müslümanlara göre de bir peygamber olan “Yahya” olarak resmedilmiş. Diğer ağlayan kadınlar malum “üç meryemler”. Gerek Stabat Mater olsun gerekse bu tip İsa’nın ölümünü ve Meryem’in hüznünü gösteren tablolar olsun ölümü kelimesiz ve yazısız tarif eden araçlardır. İnsana ölümü göstererek insan üzerinde bir iktidar alanı oluşturuyor dinler bu türden aygıtlarla. Sanat, ölümdeki hüznün istismarını kendine malzeme edinerek iktidarın bir aracına dönüşüyor belki de.
Ölüm hüzünlü, kederli bir olay. Tanrılar ise azap çektirmenin görkemi ile korkuturlar insancıklarını. İnsancıklar binlerce yıldır korkuyorlar bedenlerinin ve ruhlarının sahibi olduğuna inandıkları tanrılarından. Halbuki kim sahibi olduğu bir şeye azap çektirmenin kudreti ile övünür ki? Orta çağ Tanrılarından başka? Malesef “yalanın tarihi” tarih öncesine uzanıyor. Çünkü insan dedikoducu ve abartmacı bir hayvandır. Bugün taptığınız Tanrının kökü bir mağara adamının mağara duvarında ateşin yansıması ile gördüğü kendi gölgesine bile dayanıyor olabilir. İşte tam orada çıkmıştır Tanrı fikri ilk defa ve 20 bin senede o fikre ortak olan milyarlarca beynin katkısı ile bir çığ gibi büyüyerek bugüne ulaşmıştır belki de.
Öyle ki, modernite öncesinde tüm toplumların siyasi örgütlenmeleri Tanrı’ya duyulan inançla ilişkiliydi. Düzen, devlet ve adalet bu inanç ve bağlılığa dayanırdı. Osmanoğlu hanedanı Anadolu’ya, Balkanlara ve Orta Doğu’ya Allah adına hükmederdi, bu coğrafyada adaleti hanedanın cevaz verdiği din görevlileri yine Allah, kutsal ruh ya da Yehova, Elohim adına ona atfedilen kurallara göre adaleti sağlardı. Modernite dediğimiz çağ da kapitalizm ile başlar; yani Fransız İhtilalinin biraz sonrasında. “Yüceler yücesi Avrupa”da bile bir kaç yüzyıl öncesinde yerel yönetim birimleri papazların denetimi altındaki kilise idari bölgeleriydi ve bu bölgelerdeki insan topluluklarının bütün sivil ve askeri örgütlenmesi “cemaatçilik”ten ibaretti. Evet tıpkı bugün Türkiye’de var olan Feto tipi, Menzil cemaati tipi ya da Nurcu tipi örgütlenmeler gibi. Bugün ise devletler dinsizdir. Henüz dinsiz olmayanlar ise uzak olmayan bir gelecekte dinsiz olmaya mahkumdur.
Devletler dinsizdir, çünkü devletler artık siyasi örgütlenmelerini Tanrı’ya duyulan inanca dayanarak yapamazlar, yerel idareleri cemaatlerin ya da din adamlarının elinde değildir ve adalet için tanrının kurallarına ihtiyaç duymazlar. Normlar hiyerarşisinin zirvesi olan evrensel insan hakları bildirgesi hiçbir kutsal metne bağlı kalmaksızın insanın somut maddi biyolojik beyninden çıkan soyut düşüncenin ürünüdür ve tarih boyunca var olmuş bütün dini metinlerle çelişir. Çünkü “herkes eşittir” der ve hiçbir din bunu söyleyemez; dinler ve mezhepler varoluşları gereği her zaman en az bir düşmana, bir “öteki”ye muhtaçtır. İşte biz ölümlüler modernitenin ortaya çıkışı ile ancak Tanrının Mutlak Diktatörlüğünden kurtulabildik. Dünyanın bir çok yerinde devletten ve kamusal alandan çıkardık o ilkel düşünceyi. Ancak Tanrı’ya olan imanın kültürün içine yaptığı yuvanın bacası hala tütüyor.

Kültürü besleyen ana damar geleneklerdir. Ve geleneğin vazgeçilmez parçası seremoniler/törenlerdir. Bu törenlerin başında düğün ve cenaze törenleri gelir. Kapitalizm ile toplumun tüketim alışkanlıklarının değişmesi düğün törenlerinin tarihsel dokusunu, muhafazakar yapısını çok hızlı değiştirirken ve hatta epeyce sekülerleştirirken cenaze törenlerinde neredeyse hiç bir değişim gözlemleyemiyoruz. Piyasada gördüğümüz en dine uzak adam bile mezhep imamlarının tarif ettiği en radikal cenaze törenlerinin katılımcısı konumunda. 200 Yıl önce 9. göbekten atamın yaptığı gibi hala köyün bir yamaca kurulmuş mezarlığında bir mezar taşının kıyısına oturup Yasin Suresi dinlemeye maruz bırakılıyorum. Sanırım tek değişiklik, belki o vakit ölünün ardından mevlitte etli bulgur pilavı ile un helvası verirlerdi bugün lokantaya sipariş edilmiş pide, fabrika işi ayran ve irmik helvası veriyorlar. Bunları düşününce bir kez daha anlıyorum ki, dinler ölümden ve bilhassa ölümdeki hüznün istismarından beslenirler. Çünkü ölüm hüzünlü bir olaydır. Ve hatta sanırım bir insanın tecrübe edebileceği en samimi keder bir yakınının ölümündedir. Aslında dedem öleli epey oldu ancak ben onun cenazesi sürecinde bana ikiyüzlü bir aktör performansını icra etme görevi veren gelenek yüzünden yaşayamadığım o hüznü bugün bu yazıyı yazarak; bu yazının okuyanların zihninde dokunacağı yerleri hayal ederek samimi bir şekilde hissetmeye çabaladım. Benim ölü yolculama ritüelim de böyle olsun.
(Bu yazı 07/04/2018 tarihinde ekşisözlükte “ölümdeki hüznün istismarı” başlığında yayımlanmıştır)